Tabii ki bu arkadaşlar Hasan Ali Yücelin hiç bir muhalefetin olmadığı, her türlü maddi ve manevi desteğin sağlandığı, doğrudan doğruya cumhurbaşkanının kanatları altında olduğu tek parti diktatörlüğünü dikkate almıyorlardı (Bir süredir kapalı olan Kızlarağası medresesi arkadaşımız sayın Recep Aslanın müdürlüğünde sosyal faaliyetlerine yeniden başlamıştır).
Sıra bize gelince şöyle demiştik: “Bu hükümetin kültür bakanlığı 100 kitap basarsa onu başarılı sayarız.” Aradan dört sene geçti. Ne kadar haklı olduğumuz ortaya çıktı. Kültür, kültür ve turizm bakanlığının sadece adında kaldı ve bakanlık kendini turizme verdi. Tek bir kitap dahi basmadı. Şimdi kimse “devlet kitap basmaz” demesin. Öyle kitaplar var ki dürüst olmayan ve sadece “para gelsin de, nasıl ve nereden gelirse gelsin” mantığıyla gemisini yürütmek isteyen Makyavelist yayın piyasasında basılamaz. Bunları devletin basması gerekir. Geçmişte bu hususta KB ve MEB yetersiz de olsa güzel hizmetler yapmıştı.
Kütüphanelerin durumu
Yalnız bu kadar değil. Kütüphanelerde yeterli memur olmadığı için işler iyi yürümüyor (Milliyet, 5 ocak 2006, 23. s. Aynı zamanda şahsi gözlemimizdir). Her yerde memur fazlalığından şikâyet eden devlet, bir tek kütüphanelere memur bulamıyor. Kataloglar eksik, kopuk; bilgisayarlar çalışmıyor ve bütün kitaplar bilgisayara aktarılmış değil. Fotokopi hizmetleri aksıyor. Bulunması gerektiği halde her kitap bulunmuyor. İlmî kitaplar basan yayınevlerinin kitapları devletçe yeteri kadar satın alınmıyor veya hiç satın alınmıyor. Bu günlerde bir çok yayın evinden kitap alımı yapan bakanlık, Türkoloji ile alakalı kitap basan kimi yayınevlerinden tek kuruşluk alım dahi yapmadı.
Beyazıt kütüphanesinden bahsetmişken, kütüphanenin etrafındaki yollarda sürekli kılakson çalan arabaların sesinden çalışmanın mümkün olmadığını da belirtmek lazım.
Bakanlık eski eserlerle de yeterince ilgilenmiyor. Eski eserler 2004 senesinde dahi yok edilebiliyor. Mesela Veznecilerdeki Acemoğlu hamamı gibi.
Bildiğimiz olumlu bir hizmetten de bahsetmesek haksızlık olur. Bakanlık, Hakkı Tarık Us kütüphanesine Beyazıt Devlet kütüphanesi bünyesinde işlerlik kazandırdı. Diğer atıl kütüphanelerin de çalışır hale getirilmesini söylemeye lüzum bile yok.
Gelelim bu yazıyı kaleme almamızın sebebine
Macarlar bilindiği gibi akrabamız olan bir millettir. Macar kamu oyu Doksan Üç savaşından beri Türkiyeyi desteklemiş, ilim adamları Türkolojiye büyük hizmetlerde bulunmuştur. Aydınları ve halkı, Türkleri en çok seven ülkelerden biridir (2006 nisanında NTV’nin verdiği bir habere göre Macarlar, Türklerin AB’ye girmesini destekleyen ülkeler sıralamasında birincidir). Türk eserlerine ülkemizdeki eserlerimizden daha iyi bakarlar. Macarların Türklere sempatisini dikkate alan Osmanlı, Şehzadebaşından Fatihe giden caddeye 20 ağustos 1913 pazartesi günü törenle Macar Kardeşler caddesi ismini vermişti ve cadde halen bu adı taşımaktadır (Bela Kun, “Macar Kardeşler caddesi”, Turan, 2005, 1. sayı, 5. s.).
Bu meyanda Osmanlının Budapeşte konsolosu olan Feridun Beyin hizmetini de anmadan geçmemeliyiz. Feridun Bey, Macar Bilimler Akademisine büyük miktarda para bağışlamış, para karşılığında Türkoloji hizmeti yapmasını talep etmişti. Fakat para Birinci Dünya harbinden sonraki enfilasyonda değerini kaybetmişti. Akademi Feridun Beyin hatırasını yüceltmek ve ona minnettarlığını göstermek için bir mükâfat teşkil etmiş, bu mükâfatı 1932’de meşhur Türkolog Laszlo Rasonyi (okunuşu Laslo Raşonyi) kazanmıştı (Rasonyi’nin tarafımızdan hazırlanan Doğu Avrupada Türklük isimli eseri kısa bir süre önce Selenge yayınlarından piyasaya sürülmüştür). Dillerinde Bulgar-Avar Türkleri, Kuman-Peçenek ve Osmanlı Türklerinden kalma binlerce kelime vardır. Macarlara sadece Türkler ve kendileri Macar der. Sair milletler onlara İngilizcesi Hungary olan kelime ve onun varyantlarıyla hitap ederler ki, bu kelime Bulgar Türklerinin ana kabilelerinden biri olan Onogur kelimesinin değişik bir şeklidir. Çoklarının sandığı gibi Hun sözünden gelmez. Zira birinci hece Hun olduğu takdirde –gar unsuru açıklanamaz. Macaristanda Macar-Türk Dostluk Derneği isimli bir dernek mevcuttur (Macarcası A Magyar-Török Baráti Társaság İdöszaki Lapja). Karşılığında Türkiyede de Türk-Macar Dostluk Derneği vardır. Budapeştedeki Macar-Türk Dostluk Derneği, Török Füzetek (Türk Defterleri) isimli üç aylık bir Türkçe-Macarca dergi çıkarıyordu. Lakin artık çıkarmıyor. Çünkü dergi, hiç bir maddi yardım göremediği için aralık 2004’te yayın hayatına son vermek mecburiyetinde kaldı. Derginin veda yazısını kaleme alan Tibor F. Toth, Türkiyenin önceki Budapeşte büyük elçileri olan Bedreddin Tunabaş ve Ender Arattan, hatta çok tenkit edilen kültür bakanı Durmuş Fikri Sağlardan maddi destek gördüklerini, ancak sonradan Türkiyeden de, Macaristandan da hiç bir yardım alamadıkları için yayına son verdiklerini yazdı.
Kültür savaşları
Herkese malum olduğu gibi günümüzde Amerika, İngiltere, İsrail gibi ülkeler güçlerine güvenerek sıcak savaşlar yapsa da, gerçekte sıcak savaşların devri çoktan geçmiştir. Günümüzdeki esas savaşlar ekonomik ve peşi sıra gelen kültürel savaşlardır. Bu savaşları kazandınız mı, başka bir savaşa pek de ihtiyaç yoktur. Almanya ve Japonya bunun en iyi örnekleridir. İkisi de ekonomiyle dünyaya hakimdir. Almanya Güvenlik Konseyinin 5 daimi üyesinden biri değildir. Ama artık orada temsilci bulundurmaktadır. Çünkü dünyanın üçüncü ekonomisidir. İstese Japonya da bulundurur. Türkiye ise Pasifikten Atlantiğe, Kuzey Buz Denizinden Güney Afrikaya kadar uzanan bir coğrafyanın en etkili olabilecek ülkesidir ve bu kuvvetli bir ekonomiye dahi gerek duymadan kültürel faaliyetlerle kazanılabilecek bir coğrafyadır. Tabii bir şartla. Eğer isterseniz. Hatırlarsanız, haziran 2003’te Ufuk Ötesinde Atatürk Barış ödülünün Cengiz Aytmatova verilmesini teklif etmiştik. Meğer Atatürk barış ödülü, kanun çıkmadığı için yıllardır verilemiyormuş. Dolayısıyla AKDTYK’ya bağlı TDK, TTK ve AKM’nin çalışmaları da aksıyor. Gecikilirse daha da aksayacak. Bu kanunun da acilen çıkarılmasını talep ediyoruz. Özetle hükümet kültür ve kütüphane politikasını bir an önce gözden geçirmelidir. Bu arada Türk ülkelerinde kültür merkezlerimizin olmadığını, hükümetin bir an önce gerekli başkent ve büyük şehirlerde kültür merkezleri açması gerektiğini beyan edelim. Söz gelişi Azerbaycan gibi herkesin “aynı millet saydığı” bir ülkede dahi kültür merkezimiz yok. Aslında bakanlık kuracağı bir komisyonla Türk ülkelerinden aktarılması gerekli edebî ve ilmî eserleri Türkiyede, Türkiyeden aktarılması gerekli edebî ve ilmî eserleri oralarda bastırmanın yollarını aramalıdır. Hükümet böyle mühim meselelerle uğraşmak yerine Türk kılasikleri tamlamasını milli kılasikler haline getirmek gibi lüzumsuz işlerle uğraşıyor. Hükümet 2005’te bilimsel araştırmalara 441 tirilyon, yani yarım katrilyona yakın bir kaynak ayırmıştı ve biz bunu müsbet karşılımaştık. Gerçi bunun nereye ve nasıl harcandığını bilmiyoruz. Bu sene ise kadar ayrıldığından haberimiz yok.
Ayrıca Türkiye Bilimler Akademisinin ufak bir apartmana sıkıştırılmışlıktan kurtarılarak benzerleri gibi düzenlenmesi gerekir. Neticeyi kelam, bilim-kültür olmadan hiç bir şey olmaz.
CHP’nin haksız tavrı
Meseleye bitaraf bakınca CHP’yi de konuya dahil etmemek imkânsız. Bu parti Atanın vasiyetine aykırı şekilde Atatürkün mirasından Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumuna aktarılması gereken parayı yıllarca vermedi. Nihayet ara sıra tecelli eden adalet, her iki kurumun hakkı olan tirilyonlarca liranın zikri geçen kurumlara ödenmesini kararlaştırdı.
Bu, CHP’nin bu husustaki ilk vukuatı değildir. 1970’li yıllarda da benzeri bir tasarrufu mahkemeden dönmüştü. Yani kısaca söylersek, hep aynıyız. Türk Dil ve Türk Tarih Kurumunun paylarına düşen toplu parayı verimli ve isabetli kullanmasını dileriz. Bu meyanda Türk Dil Kurumunun Rusça, Macarca, İngilizce, Almanca, Fıransızcadaki büyük ve mühim Türkoloji eserlerini; Türk Tarih Kurumunun Türk tarihinin ana kaynakları olan Çin, Ermeni, Süryani, Arap, Fars, Doğu Roma, Latin kaynaklarını aktarmaya başlamasını umarız.
TDK, şu Türkologların eserlerini bir an önce Türkçeye aktarmalıdır: Bazin (bilhassa Tabgaçlarla ilgili çalışması), Pelliot, Moravcsik, Doerfer, Clauson, E. G. Pulleyblank, Peter A. Boodberg, Omeljan Pritsak, Nadelyayev, Sevortyan, Ramstedt, Nemeth, Röhrborn ve sair… Türk Tarih Kurumundan çıkan Han Hanedanlığı Tarihi-Hun Monografisi (2004) ve Eski T’ang Tarihi (2006) ve Ahmet Taşağılın üç ciltlik Göktürkler (1995, 1999, 2004) eserleri çok gerekli ve isabetli yayınlardır. Ancak Pan-ku’nun Hunlarla ilgili çalışmasını, Doğu Roma tarihçisi Prokopyusun Historiai (savaşlar kitabı, 545-554)’sını, Ermeni tarihçisi Horenli Movsesin eserlerini, Latince yazan Jordanes’in ve Marcellinus’un eserlerinin bir an evvel çevrilmesini bekliyoruz (En azından ilgili kısımlar). Bunları daha önce bir çok kere dile getirdiğimiz için her şeyi yazmıyoruz.
Türkiye çifte gol yedi : Nobel ödülü
12 ekim 2006 günü belki de senkuronize edilen bir puroğramın neticesinde Türkiye iki tartışmalı golü birden yedi. Önce Fıransa “Ermeni soykırımı yoktur” demeyi suç sayan ve hapisle cezalandıran kanunu mecliste kabul etti. İkincisi İsveç akademisi Nobel edebiyat armağanının Orhan Pamuka verildiğini açıkladı. Fakat her iki vaka sadece Türkiyede değil, bütün dünyada hararetle tartışıldı. Nobel ödülleri İsveçli kimyager Alfred Nobel (1833-1896) tarafından tesis edilmiştir. Nobel, icat ettiği dinamitin genellikle yakıcı, yıkıcı işlerde kullanıldığını gördüğü için ölümünden sonra servetinin senede 5 dalda (edebiyat, fizik, kimya, tıp, barış) dağıtılmasını istemiştir. Böylece insanlığa daha faydalı olacağını ummuştur (1969’da buna iktisat da eklenmiştir). Nobel armağanları 1901’den beri verilmektedir. Bir çok sahada olduğu gibi Nobel ödülleri de bilhassa edebiyat sahasında eski önemini kaybetmiştir. Bunu 2002’deki bir yazımızda da belirtmiştik. Yani ödülü Orhan Pamuk aldığı için böyle düşünmüyoruz. Mesela biz bir edebiyatçı olarak 20 seneden beri ödülü kimlerin aldığını dahi takip etmedik. En son aldığını hatırladığımız iki kişi İngilizce yazan Nijeryalı siyah yazar Soyinka ile Mısırlı Necib Mahfuz idi. Bir de soy adı Fo olan bir İtalyan ile soy adı galiba Canetti olan bir başkası aklımıza takıldı. İkisinin de küçük isimleri hatırımızda değil. Her şeyde olduğu gibi bu hususta da siyasetin ve batı taraftarı kişilerin gözetildiğini bilmeyen yok. Nobel maneviyatçı görüşleri sebebiyle Tolstoy’a da verilmemişti. Kıbrıslı Türk şairi Osman Türkaya da verilmedi. Rahmetli Türkay, 1992’de Bursadaki bir toplantıda bize “Rum, Ermeni, Yahudi olsaydım, çoktan Nobeli almıştım” demişti. Lakin bu ödül Türkaya verilemezdi. Çünkü Türkayın soyadında Türk kelimesi olduğu gibi, kendisi de Kıbrıs gerçeklerini bilen biriydi. Yani “Türkler 100 bini Rumu katletti” deseydi, ödülü götürürdü. Kırgız Türklerinden Cengiz Aytmatova da şu ana kadar verilmedi. Kırmanç asıllı olan, zaman zaman aykırı görüşleriyle çıkış yapan Yaşar Kemale de verilmedi. Çünkü sadece Kırmançlık pirim yapmıyor. Rum, Ermeni, Yahudiden birisiyle baharatlamak gerek. Peki neden Orhan Pamuka verildi? Cevap basittir: Rum, Ermeni, Yahudi, Kırmanç taraftarı görüşler beyan ettiği için. Bu yalnız bizim şahsi fikrimiz veya Türk basınının, Türk insanının, Türk kamu oyunun görüşü değil. Ödülün verilmesinde en mühim amilin bu olduğunu yabancı basın dahi kabul etti. Eski arkadaşı yazar Demirtaş Ceyhunun dediği gibi “Orhan Pamuka verilen ödül Türk edebiyatına değil, Orhan Pamukun sözlerine verilmiş bir ücrettir.” (TRT-2, 20 ekim 2006, 20.10 haberleri). Orhan Pamuk ne demişti? Pamuk, 8 şubat 2005 tarihli Tagesanzeiger isimli İsviçre gazetesinde “Türkiye 30 bin Kürt ve 1 milyon Ermeniyi öldürdü. Bunları kimse söyleme cesaretinde bulunamıyor” demişti. Böyle derseniz tabii ki malı götürürsünüz. Bütün bunlardan dolayı biz de sevinenlerden değiliz ve Orhan Pamuktan şunları talep ediyoruz:
1. Aldığınız ödül bir ücret olduğu için bunu reddediniz. Varoluşçu Fıransız yazarı Jan Pol Sartır, 1964’te verilen edebiyat ödülünü reddetmişti.
2. 1 milyon Ermeninin ve 30 bin Kürdün öldürüldüğünü nasıl tesbit ettiniz? İsbat ediniz.
3. Öldürülenlerin listesini ortaya koyunuz.
Aksi takdirde Türklerin, tarihin ve insanlığın vicdanı sizi ilelebet mahkûm edecektir.
Not : Aslında bu mevzuyu yazmak istemiyorduk. Zira menfi puropaganda da sonuçta puropagandadır. Lakin mecbur kaldık. Gerçekte Pamuka verilecek en büyük ceza, onunla alakalanmamaktır.
Fıransaya gelince
Fıransa bugün dünyada devlet gibi devletlerden biridir. Fıransızlar Kanuni zamanında Osmanlıdan yardım istemiş, o zamandan Birinci Dünya savaşı arifesine kadar Türkler için Avrupa neredeyse Fıransadan ibaret olmuştur. Hatta tüm Avrupa anlamında kullanılan Firenk sözü, Fırank tabirinin Türk ağzına uydurulmuşudur. Alafıranga (Firenk tarzı) da buradan gelir. Avrupa kültürü de Türkiyeye Fıransadan girmiştir. Birinci Dünya savaşı arifesinde Fıransızların yerini Almanlar almışsa da, harpten sonra Almanlarla olan ilişkilerimiz yalnızca ticari sahaya inhisar etmiştir. İkinci Dünya harbinden sonra ise Türkiye Anglo-Sakson, Yahudi eksenine girmiştir. Dolayısıyla Fıransa ile olan ilişkiler gittikçe zayıflamıştır. Degolün 1968’deki Türkiye ziyareti, son üst düzey münasebet olmuştur. Türkiyenin Anglo-Sakson, Yahudi eksenine girdiğini gören Fıransa (Fıransa umumiyetle bu üçlünün karşısında yer almıştır), Türkiyeye yavaş yavaş düşmanca davranmaya başlamıştır. Bunda tabii ki Ermeni lobisinin rolü olmuştur. 1970’lerin başında Marsilyada açılan bir Ermeni anıtı dolayısıyla Türk büyükelçisi Hasan Esat Işık, Parisi terk etmiştir. Ancak bu düşmanlık yalnız Ermeni lobisinin faaliyetleriyle veya Ermeni oylarını amaçlamaktan dolayı husule gelmemiştir. Ermeniler ve Ermenilik sadece bahane, gerekçe rolünü oynamıştır. Esas sebep yukarıda izah ettiğimiz, Türkiyenin Fıransa yörüngesinden çıkıp Anglo-Sakson, Yahudi yörüngesine girmesidir. Ayrıca bir ülke Hıristiyansa, zaten Türklere ve Türkiyeye düşmanlık potansiyeline sahip demektir. Dolayısıyla Fıransanın davranışında şu üç unsur rol oynamıştır: 1. Hıristiyanlık 2. Türkiyenin Anglo-Sakson, Yahudi yörüngesine girmesi 3. Ermeni tahrikleri.
Hepsi bu kadar değil. Hadisenin dördüncü bir sebebi daha var. O da sosyo-pisikolojiktir: Fıransanın yaptığı Cezayir katliamı çok yeni olduğu için (1954-1962), Fıransız devleti ve toplumu bunun bilincindedir ve suçluluk duymaktadır. Dolayısıyla başka ülkelerin de böyle şeyler yaptığını ortaya koyup “bakın katliam yapan yalnız biz değiliz, başkaları da var” demek istemekte, suçluluk duygusunu paylaşarak azaltmaya, rahatlamaya çalışmaktadır. Pisikolojide buna yansıtma (purojeksiyon) mekanizması denir ki, şahsın veya toplumun kendisini savunma mekanizmalarından biridir. “Bu dört sebep içinde en önemlisi hangisidir?” diye sual ederseniz, “Türkiyenin Anglo-Sakson yörüngesine girmesidir veyahut Türkiyenin tek ata oynama politikasıdır” deriz. Türk basını ise hep yaptığı gibi meseleyi saptırıyor, çarpıtıyor. Her şeyi üç tane Ermeni reyine bağlıyor. Gerçekte dünyada sadece üç ülkede Ermeni reyi rol oynayabilir. O da kısmen. 1. Fıransa 2. ABD 3. Lübnan (Lübnan, Maruni Hıristiyan bir Arap devleti olarak kurulmuştu. Bugün Müslümanlar çoğunluktadır. Fakat devletin kuruluş pirensipleri değişmemiştir). Bugüne kadar 70 ülkede “Ermeni soykırımı vardır” kararı kabul edilmiştir. Bu üç ülkeden gayrı hiç birinde Ermeni oy potansiyeli yoktur. O halde niçin kabul edilmiştir? Çünkü hıristiyansanız otomatik olarak Müslümanlara, dolayısıyla Türklere karşısınız demektir. Netice olarak Fıransanın yaptığı akıl kârı değildir, “akıl tutulması”dır. Lakin bu hadise medeniyetlerin nasıl yıkıldığını göstermesi bakımından pek manidardır. Medeniyetler işte böyle yoruluyor, böyle ihtiyarlıyor, böyle bitiyor, böyle yıkılıyor. Bir yandan “301’i kaldırın” diyorsunuz, öbür yandan olmamış şeyleri “olmamıştır” demeyi suç sayıyor ve hapisle cezalandırıyorsunuz. Bu mantıkla yarın da “dünya güneşin etrafında dönüyor” demek yasak edilebilir. Bizce kanunun çıkması da çıkmaması da işimize gelecek. Çıkmasa iyi olur tabii. Ama çıkarsa Türkiyenin silkinmesinde, “titreme”sinde işe yarayacak.
|