Evet Bülent Ecevit ölmüş! Niçin böyle mişli geçmiş zamanla cümleme başladım? Çünkü, ne Ecevit’in ölürken yanındaydım ne de civarındaydım. Ben de onun ölümünü, medya aracılığylaöğrendim. O nedenle, bu konuyu da bu şekilde aktarma ihtiyacını duydum. Halbuki 1970’lerde nice genç, nice delikanlı toprağa düşmüştü. Bülent Ecevit o dönemde ne yapıyordu? Yeri ve konumu nasıldı? Kime hizmet ediyordu? Bunları burada şimdilik değerlendirmek istemiyorum. Zaten Ecevit benim için her zaman, Türklüğün önündeki engel olmakla görevlendirilmiş kişilerden biri olarak belirmiştir. O size göre hangi anlamda bu ülkede yaşamıştı? Düşünceleri, eylemleri ve davranışları, bana ve milletime ne kazandırmıştı? Yoksa Ecevit de dışarıdan kurgulanmış bir hayatın, Türkiye’deki elebaşı olan siyasetçilerinden birisi değil miydi?
Sizler de bilirsiniz, hayatımızda bazı insanlar vardır, isteseniz de istemeseniz de önünüzdedir, çevrenizdedir ya da tepenizdedir. Bu sizin ya da bizim irademizin belirleyemediği bir durumdur. Ne yazık ki, aynı dönemlerde, aynı çağlarda ve aynı coğrafi mekanlarda hayatı paylaşmak istemediklerimize karşı, süreci değiştirme kudretimiz de pek yoktur. Buradaki ana sorun, içinde yaşadığımız hayatın günlerini ya da yarınlarının bizlerden çok Ecevit gibilerin, bürokratik ve de politik manada belirledikleri de bilinmektedir. Bu konuda Bülent Ecevit kendisini, “demokratik sol” ya da “sosyal demokrat” olarak niteliyordu. Yani Ecevit’in düşünceleri bu anlamda yerli değildi. O aslında uluslar arası politikanın ilgili düşüncesine göre, sadece Türkiye uzantılarından birisiydi. Fakat, bu kulvarın özellikle üst düzeyinde tutulmaya çalışılan birisiydi. O nedenle de Sosyal Demokrat Partilerin toplantılarına da giderdi. Ya da oralarda da tanınırdı. Örneğin Olaf Palme kadim dostu değil miydi? Son elli altı yılın Türkiye’deki iktidarları; sağcısından solcusuna aynı zihniyetlerin, konuya sağdan ya da soldan bakmaktan öte gidememiş unsurları değil miydi? Aslında onlar ne sağdan bakıyorlardı, ne de soldan... Onların baktıkları göz ve nihayi hedefleri de hep aynıydı. Hatta ceplerini doldurulmasına engel olmadıkları kesimlerin bağlı oldukları uluslarüstü merkezler dahi hep aynı değil miydi? Onlar, halka ve dünyaya bir Türk gibi merkezden, olayın içinden, kalbinden bakmamışlardır. Dolayısıyla bu durum, onlar için sağ ya da sol olsa da, benzer teslimiyet geleniğinden gelmenin ve benzer güç odaklarına teslim olmanın doğal bir sonucuydu.
Bunun için zaman zaman sembolleşen isimlerin Adnan Menderes olması, Süleyman Demirel olması ya da Turgut Özal olması aynı şekilde bir şeyi değiştirmiyordu. Bu anlamdaki değişmezlik Bülent Ecevit ya da İsmet İnönü adına da olsa fark etmiyordu. Bu Türk milleti için ha ali kel, ha kel Ali hikayesiydi. Burada acı olan nokta, her zaman ve her dönemde, yeni yeni yüzlerin palavralarla, kandırmalarla milletin önüne kurtarıcı gibi sunulmasıydı. Türk milletinin önüne sunulan ya da salınan ve yoğun puropagandalarla şişirilen “balondan kurtarıcılar”ın, acaba kaçta kaçı Türk kökenliydi? Onların gerçek kurtarıcı olmadıklarının Türk milleti tarafından bilinememesi hususu ise, en acı olan noktalardan birisi değil miydi?. Bu “balondan kurtarıcılar”; yani “balon adamlar”ın zamanları dolunca, bir top gibi patladıkları ya da patlatıldıkları da hepimizin malumudur. Fakat bu malum olduğumuz sürecin acı yönünü ise, Allah tarafından bizlere verilmiş olan ömrümüzün de “balon kurtarıcılar” tarafından perişan edilmesi hususudur. Bülent Ecevit netice itibariyle bir faniydi. Sonuçta o da her fani gibi dünyasını değiştirdi. Biz onun siyasetini incelerken, onu değerlendirirken, amacımız, Türk milletinin konumunu ve bu konumdan haberinin olup olmadığını değerlendirmektir. Yoksa Bülent Ecevit’in ne maddi ne de manevi şahsiyetiyle uğraşacak ne bir çabamız, ne de bir gayretimiz söz konusudur. Fakat onun yaşadığı ve bu millete yaşattığı bazı gerçekleri de dile getirmek, onun döneminde ölen ve öldürülen Türk insanı adına da, kendi adımıza da bir vazife sayıyoruz.
Bülent Ecevit kimdi? Bülent Ecevit, doğu Anadoludan Kastamonu yöresine zorunlu olarak Osmanlı döneminde göç ettirilmiş olan Kürt asıllı bir vatandaştı. Acaba bu nedenle mi “Pülümür’ün Yaşsız kadını” şiyirinde anti Türklük kokan bir değerlendirme mi yapıyordu?
“Pülümürün bir dağ köyünde gördüm onu
yaşını sordum bir giz gibi güldü
kimi seksen dedi köylülerden kimi yüz
yüzüne baktım bir giz gibi güldü
bir asa vardı elinde
bir solmuş kırallığın
kadifeden harmanisi üzerinde
bir hititliydi o bir selçukluydu
bir ermeniydi bir kürttü
bir türk
yaşını sordum bir giz gibi güldü
koluma girdi bir soylu kadınca
tozlu köy yolunda sürüyerek eteğini
beni tek gözlü sarayına götürdü
köy yapısı kulübesinin
zamanı onda yitirdim ben
yitik zamanlara onda eriştim
en soylu yoksulluğun toprak döşeli sarayında
bir taç gibi kondu başıma Türkiyeliliğim...”
Bülent Ecevit, bu anlamda Tayyiplerin öncüsüydü. Onun meşhur Türkiyeliliği sürecinde, o hiçbir zaman yoksulluk için de büyümemişti. 1927’lerin 13 milyonluk Türkiye’sinin nüfusu içinde bu ülkede belki de ilk binde ya da iki binde sayılabilecek bir ayilenin çocuğuydu. Bu anlamda el bebek gül bebekti. Kastamonu’daki pek çok Türk çocuğu belki yokluktan, açlıktan, hastalıktan çileler çekerek kırılırken ve bu bağlamda vücutlarındaki kalıcı ve silinmez yoksulluk izlerini taşıyıp ölürken, Bülent Ecevit mutlu ve geliri yüksek bir ayilenin çocuğu olarak büyüyordu. Babası Fahri Ecevit, doktordu ve de milletvekiliydi. Annesi de Güzel Sanatlar okumuş bir hanımdı. Vala Nurddin’in 1921’de İnebolu’dan Ankara’ya doğru Nazım Hikmet’le gelirken gördüğü şahıs acaba Ecevit’in babası mıydı?
“Dağlık bir bölgede tam bir tepedeyiz; aşağıdan doğru üç atlı bir yaylının dolu dizgin ve insafsızca kamçılanarak geldiğini görerek mola verdik: Dur hele şuna bakalım. Büyük bir hadise oluyor. Tek adam binmiş yaylıya... Şişman bir adam. Koca koca bıyıkları da var. Arabacıya: «Sür» emrini vererekten geliyor belli. Kim bu yelpaze kalpaklı, üstü başı yepyeni!..Durmuşuz fukaralığımız içinde, memleket sevgimiz içinde ve karmakarışık idealler içinde vakur bakıyoruz. Uzun değneklerimize iki elimizi çenemiz hizasında dayayarak. Yolculukta asâvarî kullandığımız değneklerimize... Üç atlı yaylı, yelpaze kalpaklıdan aldığı emir üzerine rap dedi, önümüzde durdu. Tüpün arkasından ilk önce yepyeni pabuçlar, sonra yepyeni bir getr ve külot pantoIon iri göbekli bir zat, önümüzde heybetli belirdi. Kim olduğumuzu nereye gittiğimizi sordu. Yüzüne bakmayarak, başımız havada, boynumuz yampiri dönük, ikişer kelimeyle özetledik. Ellerimizin istifini asâlarımızdan bozmayarak... Bu istiskalin, bizdeki bu ruh haletinin farkında olmayarak yaylıdan inen adam bize, bir konferans geçti. Ama ne konferans! Sanki biz binlerce insanmışız da o da meydan demagogu... Şöyle dayanmalıymış, böyle ölmeliymiş bu vatan için... Nitekim kendi, Batum'a mı bir yere şehbender gidermiş. Bu gaye ile... Adi da Fahri bey mi imiş, neymiş? İler ki senelerde onu, meydan mitinglerinde daha üstün demagogların yanında dikili gördüm. Ağzı yeni tip demeçlerle sulanıyor gibiydi. Fakat ona söz vermezlerdi. Palavracı sayarlardı.”
Evet Ecevit’in babası politikayla uğraşmıştı. Annesi Nazlı hanım ressamlık yapmıştı. Böyle bir ayilenin çocuğu olarak nihayetinde İstanbul’daki Robert Kolej’ine veriliyordu. Burada eşi Rahşan Aral ile tanışmıştı. Nihayet evlenmişlerdir. Ülkemizde Rahşan Aral ile ilgili olarak Yahudi dönmesi olduğunu ileri sürenler olmuştur. Ne olursa olsun Türk milletinin yokluk içinde olduğu II.Dünya Savaşı günlerinde, Bülent ve Rahşan, Robert Kolej’in kollarında büyüyüp serpilmişlerdir. Ecevitler, ülkemizdeki Galatasay Sultanisinden gelen Fıransızca ekolünün kırıcı öncülerinden olcaklardır. Artık onlarla birlikte, Robert Kolej ekolü, yani İngilizce bu ülkede güç kazanmaya başlayacaktır. Bu yolun kulvarında; İsmayil Cem İpekçi, Tansu Çiller gibiler de yakın tarihimizde yer alacaktır. Ecevit’i bu okulda etkileyen hocalarından birisi, daha önceleri, 1919 yılında, Türkiye’de bir Ermeni devleti kurmak için gelen Amerikalı Harbırd heyetine tercümanlık yapmış mıydı? Nihayet Ecevitlerin İngiltere ve sonrasında da ABD maceraları başlayacaktır. Bu arada Bülent Ecevit yirminci yüzyılın en etkili Yahudi orijinli ABD vatandaşlarından birisi olan Henri Kisıncır ile tanışacak ve onun rahleyi tedrisatından geçecektir. Sonraki yıllarda da Türkiye’deki politik macerası başlatılacak olan Bülent Ecevit, günümüze kadar da öyle ya da böyle gündemize biz istesek de, istemesek de oturtulmuştur. Aslında kimin kimi isteyip istemediği hususunun ilk işaretini, Bülent Ecevit’in eşi Rahşan Ecevit, 1999 seçimleri sonrasında vermişti. Bayan Ecevit, içindeki tarihi kini kusarak, bazı kişileri sindirememe düşüncesini medyaya söyleyerek yerine getirmişti. Bülent Ecevit’e karşı, yiğitçe ve dimdik duran ve onun geçmişe yönelik tarihi sorumluluğunu yüzüne haykıran Ali Güngör gerçeğini de burada hatırlamakta fayda vardır.
Bülent Ecevit bugün ölmüş bir kişidir. Bizler ölülerin bu topluma olan maliyetlerini, gelecek deki benzer maliyet çıkaracak şahısların önünü kesmek ve Türk milletinin önümüzdeki süreçte böylesine yanlış maliyetlerin içersine düşmemesi için bunları yazıyoruz. Yoksa kimsenin günahı ya da sevabını arttıracak ya da azaltacak bir gücümüz, elbette yoktur. Bundan sonra Bülent Ecevit’in dürülmüş olan defterinin iyilik ya da kötülük anlamında takdiri Allah’ındır. Biz içinde yaşadığımız ya da yaşatıldığımız hayatın sosyolojik, politik ve ekonomik maliyetinin hesabını yapmak zorundayız. Bu hesabı yapmazsak, sömürgecilerin yanlısı olan “balondan kurtarıcılar” yüzünden de, Türk milletinin huzur bulması mümkün değildir. Aynı zamanda huzur bulmayan insanların, birliktelikleri ve uyumlu yaşamaları da söz konusu olamaz. Özellikle ülkemizin ekonomik konumundan kaynaklanan bitmez tükenmez mücadele ve kavgalar kaçınılmazdır. Bu kavgalardan ortaya çıkan cinayetler de ibret alınması gereken sonuçlardır. Bütün bunların vebali bireysel ya da toplumsal olarak, her kesimdeki insanlara az ya da çok anlamda yükler bindirse de sonuçta bu bedelin ana maliyetleri yarınlara doğru ötelenir, itelenir ya da kaydırılır. Bu nedenle her türlü insani maliyetinin belirleyicileri, “Balondan Kurtarıcılar” olmamalıdır. Bu olayları algılamayan insanlar olduğu gibi, kendi kişisel çıkar ve hedefleri gereği malum ortamlarda rol alan bazı bürokratlar, sözüm ona aydınlar, yazarlar, gazeteciler ve akademisyenler de olabilir. Bizlerin dik ve onurlu, ondan da öte omurgamızı düşürmeden durabilmemiz için, bu gerçekleri de iyi bilmemiz lazımdır. Bülent Ecevit 1957 yılnda TBMM’ine girmiş ve görüldüğü gibi uzun yıllar politik mücadeleler yapmıştır. Bu anlamda, Türk milleti ne kazanmış ya da ne kaybetmiştir? Bülent Ecevit, 12 Eylül öncesinde bir kesimin taraflısı değil midir?. O zamanki partisinin içi Kürtçülerle, komünistlerle ve bölücülerle dolu değil miydi?1960’larda fitili ateşlenen Doğudaki Kürtçü mitinglere ve 1970’lerdeki sol-sosyalist-komünist gölgesi altındaki Kürtçülüğe karşı Ecevit ne yapmıştı? Kurduğu hükemetin birine, Güneş Motel’de Şerafettin Elçi’yi alarak mı cevap vermişti(? )Yoksa 1977 seçimlerinden önce, ılımlı Kürtlerden birisi olarak bilinen Hikmet Çetin’i partisine davet ederek mi yol çizmişti(?) O dönemdeki partisi CHP’de, milletvekili olan Ahmet Türk denilen şahıs, Ecevit’in gözetiminde CHP’nin altı okundan birisi olan “Milliyetçilik” konusunda mı çalışma yapıyordu(?) Soyadı da sözüm ona “Türk” olan bu şahıs, günümüzde olduğu gibi, acaba Kürtçülük mü yapıyordu?
Sonuç itibariyle, Bülent Ecevit ölmüş... Kendisini sevenleri üzülmüş. Ben Ecevit’i yetmişli yılları düşündüğümde, politikanın sahnesinde içi boş, çözümsüz, popülist ve demogojik sözleriyle hatırlıyorum. “Ak Günler” diyordu. Kara günleri getiriyordu. “Halkçı Ecevit” dedirtiyordu. Fakat halk yokluktan, kuyruklardan inliyordu. Türk toplumunun bir kesiminin hayaller içersinde yüzmesini sağlayan kişiydi. Bu hayalci düşüncelerin tosladığı noktalar olmuştur? Bunlar yakın dönem tarihinde; kırizler, zamlar ve teslimiyet şeklinde belirmiştir. Ecevit adına olumlu düşünceler üretenler ise, onu “Kıbrıs Fatihi” ya da katil başı Apo’yu getirten başbakan olarak değerlendiriyorlardı. Gerçek devlet adamı, sadece bir duruşla anılmaz, bilakis bitirişle, sonuçla anılır. Bülent Ecevit yaptığı kaç işte, Türk milleti adına olumlu bir sonuca imza atabilmiştir? Acaba Ecevit’in buna çapı mı yetmiyordu? Yoksa yetiştirilmiş olduğu Anglo-Sakson lobi istediği için mi, belirli düzlemlerde hareket ediyordu. Kıbrıs’a Türk ordusu 1974’te çıkarma yapmış, şehitler verilmiş, fakat otuz iki yıl sonra bile dünyaya yiğitçe kabul ettireilebilecek bir çözüm üretilememiştir. Burada elbette sadece Ecevit’i suçlamıyoruz. 1974 yılından bu yana Türkiye Cumhuriyetinin yönetim kademesini suçluyoruz. Bu kademenin yaklaşık beş yıllık sürecinde de Ecevit’in başbakanlığını yaptığı hükümetler vardır. Yine Ecevit’in kendi ve partisi lehine kullandığı Apo’nun getirilmesinden dolayı nemalanması, 1999 seçimlerinde söz konusu olmuştur. Fakat sonuçta ne olmuştur? Malum katil başını gereken cezaya çarptırılabilmiş midir? Yoksa Ecevit’i dünyada yetiştiren yöneticilerin istediği için mi, İmralı sorunu başlamıştır? Ecevit’e el atıyoruz, sürekli hayal, şiyir, Rahşan aşkı ve bol bol laf ortaya çıkıyor. İşte Köy-kent palavrası. Türkiye’de kaç köye ulaştı ki? İşte eşi Rahşan Ecevit’in tetiklediği ve kendisinin de destek verdiği, “Rahşan Affı” ve sonuçlarını da yaşayarak bu millet görüyor... Ecevit severler, Ecevit aşıkları bunları görmüyor mu, duymuyor mu? Ecevit için “namuslu, parayla, pulla ilşkisi olmayan lider”dendi. Bunlar doğrudur. Aslında her politikacı ve liderin kirli para işlerinde adı anılmamladır. Fakat bu ülkede ne yazık ki ayile boyu kaşarlanmış liderlerin yaptıkları, Ecevit’i bu yönde olumlu olarak öne çıkarmaktadır. Batılı yazarların dediği gibi, lider kılığına girmiş pigmelerin yanında bu anlamda Ecevit dev olarak niteleniyordu. Burada bazı yurttaşların, hırsız ve çıkarcı kadroları medyada gördükçe, Ecevit gibi talan yapmayanları alkışlaması elbette doğaldır. Fakat, alkışlanan liderin, yani, Ecevit’in, kamuoyunun diline ve mahkemelere düşmüş kadroları mahkum ettirmemesi acı değil midir? Hatta ve hatta yakın geçmişte beraber çalışmış oldukları kişileri, Bülent Ecevit’in deşifre etmesi gerekmez miydi? O çeşit olumsuz kişiler hakkında, en önde mücadele etmesi lazım değil miydi? Toplum adına konuşanlar, “Ecevit bir şeyi talan etmedi, şunu yapmadı, bunu yapmadı” mantığıyla sorunları çözemezler. Yapanlara Ecevit dur dedi mi? Onları mahkemeye verdi mi? Mahkemeye ve Yüce Divan’a çıkmış olanların aleyhine şahitlik yaptı mı? Ben böyle bir Ecevit’i hatırlamıyorum. Fakat kabinesinde görev alıp da mahkum olmuş olan bakanları çok iyi hatırlıyorum. Kırizlerde dolar oyunlarından para kazanan üst düzey bürokratları, Merkez Bankası yöneticilerini çok iyi hatırlıyorum. Yüce Divan’a verilmiş olan hükümet arkadaşlarının hakkında olumsuz görüşler berlirttiğini de duıymadım. Bu ülkede başkasına şirin görünme sevdasından mıdır ya da bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın anlayışından mıdır, nedir bilemiyorum; herkes üç kağıtçıyı, palavracıyı, çıkarcıyı tanısa da; sesini çıkarmıyor. Belki de yer korkusundan, makam korkusundan... Fakat seksenlik Ecevit’in ne korkusu olabilirdi ki? Acaba Ecevit, bu anlamda olumsuz şeyler yapanın niçin yakasına yapışmıyordu? Yoksa kendisini onların yanında daha mı ak kaşık göstermek istiyordu? Ya da bu anlamda, etkili olacak şekilde hiç mi hiç gücü yoktu? Belki de cesareti yoktu? Ya da bağlı olduğu bazı yerlerdeki güç merkezleri bu gerçeklerin dillenmesini istemiyordu? Fakat Fethullah Gülen’in okullarını olumlu göstermesine onlar hiç ses çıkarmıyorlardı. Vahdettin’i aklamasını da normal buluyorlardı. Ecevit, belki de sadece konuşmak için konuşuyordu. Ya da gündeme gelmeyi veya ortamı bulandırmayı seviyordu. Bana göre Türkiye tarihinin son kırk-elli yılının sıtratejik, ekonomik, politik, kültürel, sosyolojik ve teslimiyet anlamındaki yozlaşmasının birkaç mimarından veya göz yumucusundan birisi de Bülent Ecevit’ti. Yarınlar ve yarınlardan bugünlere bakanlar, bu gerçeği çok daha net ve akılcı biçimde görüp değerlendirebileceklerdir.
|