Arada bir yolum Beyazıt Devlet Kütüphanesi'ne düşer. Otuz -kırk yıl öncesinin gazete sayfaları arasında dolaşırım. Meslek erbabının 'konserve haber' dediği, ısıtılıp ısıtılıp gündeme getirilen konularda hiçbir değişme olmadığını görürüm. Gündelik hayata ilişkin olanları koyun bir kenara, genel politikalarda da -daha doğrusu sorunlarda- milim sapma olmaz. Gizli bir el kantarın topuzunu bir oyana, bir buyana ayarlayıp durur. Alın kırk yıl önce pahalılık üzerine yazılmış bir köşe yazısını, sadeleştirip yayınlayın. Tıpatıp bugüne uyar.
Sorunlar üzerindeki tartışma da farklı değil. Hani bir fıkra vardır ya:
Adam gurbete gider, dört beş yıl sonra döner. Evde iki yaşında bir çocuk. Adam bozulur, oflar, poflar, yutkunur. Sonunda dayanamaz, "Bu çocuk kim, bu benim oğlum değil" der. Kadın hiç istifini bozmaz, "Canım o da zaten sana baba demiyor, bir köşede oturmuş yoğurduğunu yiyor..." diye cevap verir.
Bu bir Türkiye klasiğidir. Ortada bir yığın sorun, yokluk, yoksulluk, adam kayırma, rüşvet, ahlaki kepazelik, başka devletlere bağımlılık vs... dolaşıp durur. Ama öğütlenmiş ve örgütlenmiş kalemşörlerin hazır formülleri vardır! Gerçeği gizleyip sanal kavramlar üzerinden günü kurtarmak. Ancak şunu da kabul etmek gerek, iletişimin gücü bugün oyunu kısmen de olsa bozmaya başlamıştır. Teknolojik gelişmeler, bilginin hızla yayılması, eğitimli insan sayısındaki artış, 'koyun güder gibi halk yönetme' devrini geride bırakmıştır. Bir başka ifadeyle, halk gerçeği görme gücüne kavuşmuştur. Fakat bu, kepazeliklerin ortaya çıkarılmasına yetmiyor. Çünkü oyunun içindeki aktörler ekonomik ve siyasi olarak kendilerini sağlama almışlardır. Zaten kavganın büyük bir bölümü de ilkeler ve değerler için değil, ekonomik ve siyasi gücü elinde tutmak için yapılmaktadır. Örneğin Fenerbahçe parkında günbatımına karşı soğuk biranızı yudumlarken, gelirinizde bir azalma ihtimali belirince sizin hangi sloganla sokağa döküleceğinizi hemen söyleyebilirim. Aynı şekilde Küçükçamlıca sırtlarında, Çilehane mevkiinde tripleks villanızda kahvenizi yudumlarken, 'ihale yattı ağabey' telefonunu alınca, hangi sözcüklerle zılgıtı basacağınızı da...
Halbu ki Çamlıca Tepesi ile Fenerbahçe sahili arasındaki alanda, sırtına bastığınız ne hayatlar vardır çok iyi bilirsiniz... Barbut masaları kurulur bodrum katlarında, kızlar kaldırımlarda boy gösterir. Tiner koklar kimileri, kimileri oto hırsızlığı için geceyi kollar. Bazıları çimento yanığı ellerini gizleyerek namaza hazırlanır, bazıları yazdığı kitabı evinin bodrumuna gizler. Pazarcısı, fırını, bakkalı, temizlikçisi, postacısı sırt sırta biner bir otobüse ve Yenidoğan'ın, Doğanevler'in, Kazımkarabekir'in yolunu tutar...
Gece iner Çamlıca-Fenerbahçe arasındaki alana... Marmara'nın üstünde bozbulanık bir mehtap. Sofralar kurulur ışıltılı avizeler altında... Sofralar kurulur bir gecekondu masasında. Kimi tabaklara kahır konur, kimilerine kuş sütü. Ekranda eski tüfek komünist sunucular belirir. Tıpkı kırk yıl öncesinin gazeteleri gibi... İktidarla al takke ver külah olanlar herşeyi süt liman gösterir. Patron öyle istemiştir... İşi rayına oturtamayanlar biraz ağırdan alır. Tezgahı bozulmuş olanlar ise verir veriştirir. Gece ağır ağır ilerler... Mücahitleri müteahhit olan kanallar tevil üzerine tevil, iktidarın erdemlerini sayıp dökmeye başlar bir yuvarlak masanın etrafından. Öbüründe dengelerin nasıl değiştiği, halkın hiçe sayıldığı, kurumların, kuralların alt üst edildiğinden dem vurulur. Payas'ta, Enes'te, Türkeli'nde, Patnos'ta, Acıpayam'da, Alucra'da gözler ekrana çakılır kalır...
Ses tonuna, vurguya, konukların kimliğine bakarak, "Eh artık nöbet değişimi vakti..." diyebilirsiniz. Çaresiz televizyonu kapatıp yatağın yolunu tutarken, fıkradaki kadının sözleri kulaklarınızda çınlar:
"Canım o da zaten sana baba demiyor, bir köşede oturmuş yoğurduğunu yiyor..."
Afiyet olsun çocuğum. Daha kaç yıl seni kim kabullenecek, kim senin için çıkıp üç beş kelime edecek de biz de gerçeğin sırrına vakıf olacağız, bilemiyorum.
|