Bu mahkemelerin malûm birkaç ülke için öyle “çalımlı” bir karar verdiği görülmüş değildir. Verdiyse de uygulandığını gören bilen yoktur. Birleşmiş Milletler Örgütü’nde ayrıcalığa sahip kurucu üyeler nasıl işlerine gelmeyen konularda veto haklarını kullanır ve bazı kararları kadük (geçersiz, düşük) hale getirir ise aynı biçimde bu mahkemelerin verdiği kararlar da icabında öylece akim (sonuçsuz, kısır) kalır. Ancak aynı mahkemelerin kararları bazı ülkelerin elini kolunu bağlayan “siyasi hükümler” halinde geçerlidir ve uyulmak zorunluluğu vardır. Hatta yine bu mahkemelerin kararlarına uymak ve uygulamak zorunluluğu duyan ülkelerde iç siyaset sahnesinde fon ve dekor olarak da kullanılır.
Siyasî partiler eğer bu kararlar rakiplerinin aleyhinde ise bundan yararlanmayı pek severler. Ta ki kendilerini de yere vuracak bir başka hüküm ortaya çıkana kadar.
Adalet kavramını, belli kanunların (özel amaçlarla da konulmuş olsa) belli kişilere ve zümrelere uygulanması olarak kabullenen nice aydın (!) çevreler hep hüsran içinde kalmışlardır. Böyle bir zihniyetin revaç gördüğü (benimsenip destek bulduğu) ülkelerde vatandaş hukuk sisteminin siyasallaştığına inanır ve o yüzden adalet mekanizmasına olan güveni sarsılır. Bunun somut örnekleri insanların kendilerini mağdur eden güçlü kurum ve kişilere karşı dava açmaktan feragat etmeleri şeklinde görülmüştür.
Bazıları davadan vazgeçmek karşılığında (uzlaşma da diyebilirsiniz) belli bir maddi imkâna kavuşur; bazılarına onu da vermezler.
Üzerinde durduğumuz bu konu aslında devletin nasıl bir devlet olduğunu göstermesi açısından çok önemlidir. Adliye teşkilatında görevli hukukçuların bazıları hem kendileri de statükodan şikâyet ederler hem de bunların açıkça konuşulmasından pek hoşlanmazlar. Bu da bazı resmi görev unvan sahibi kişilere has garip bir davranış biçimidir.
Aynı şekilde vatandaşın akademik unvan sahibi bazı kişilere karşı da pek güveni kalmamıştır. Bunlar mensup oldukları kurumların gücünü kendi kısır siyasi görüşleri yönünde kullananlardır. Dikkat edilirse, sürekli olarak böyle kurumlarda, iktidarı ele geçirenlerin kadrolaşmasından söz edilmektedir. Demek ki, kadrolaşma sürekli yaşadığımız vazgeçilmez bir olgu. Kendi kadromuzun elden gideceği endişesiyle bir başkasının kadrolaşmasından şikâyet etmek, üzerinde durulmaya değer bir ruh halidir. Hâlbuki bu kurumlar gerçekten bizim anladığımız manada milli kültürümüzün yapı taşları olarak kalabilmeliydi. O zaman kimse bunları istediği gibi kötü kullanma yoluna gidemez buna cesaret edemezdi. Ama halkın güvenini kaybetmiş böyle kurumlar ancak onlardan kazanç sağlama maksadını taşıyan siyasi gruplar arasında bir çekişme konusu olarak kalır. Onların, bu mevkileri ele geçirme savaşı yine halk tarafından ibretle seyredilir.
Öz aydınlarının umursamaz hatta gafil tavırları, geniş halk kitlelerinin umudunu kırdığı için, insanlar en önemli meselelerde bile görüş açıklamaktan, reyini belli etmekten kaçınmaktadırlar. Ana hatlarıyla yönlendirici etkenlere bağlı olarak yapılan kamuoyu yoklamaları da toplumu iyice şaşkına çevirir. O yüzden ülke sorunlarına, kendileri için hayati olan sorunlara ilgi gösteremez hale gelirler. Böylece kendini bazı baskılardan ve aşağılanmalardan sıyırma psikozu içinde bir kaçış (panik) başlar. Söz gelimi AB konusunda fikrini sorduğunuz adamdan “Siz daha iyi bilirsiniz” gibi görünüşte nazik fakat aslında içtenlikle ilgisi olmayan bir cevap alırsınız. Onlara kızmaya da hakkınız yoktur. Çünkü bezdirmişsiniz adamları… Nasıl olsa duruma hâkim olan politikacıların kendi bildiğini okuyacağı kanısı zihinlerde yerleşmiş. Şu AB macerasında her iki taraftan yani hem AB den hem yerli komisyonculardan gördüğü samimiyetsiz tavırlar onları soğutmuş ve de kafalarını karıştırmış.
Tüketeceğinden çok problem üreten ve “hazmedeceğinden fazla tarih ürettiği” söylenen Balkan ülkelerinin AB ne katılmasında hiçbir sıkıntı olmadığı halde Türkiye’yi devamlı ödünler vermeye zorlamalarının asıl amacını bu işin stratejisini tezgâhlayan, “masalar” elbette çok iyi bilmektedirler. Karşı taraf hiçbir kötü niyet taşımasa bile bu kadar özlem ve arzu ile müzakereleri yürütme gayretinin tabii sonucu olarak ödün verme zorunluluğu doğar.
Bir topluluk içinde itibarlı bir yer edinmek isteyen ülkeler o siyasi birliğe girmek için yalvarıp yakarmak yerine, oraya dâvet edilecek bir seviye ve ağırbaşlılık gösterebilmelidirler. Böyle bir hedefe bilinçsizce kilitlenmektense onurlu davranmak, büyük devletler kurmuş olan bir millete daha çok yakışan bir haldir.
Böyle bir güce ulaşmak, itibarlı ve sözü dinlenen bir devlet olmak ancak kendi ülkesinde de adaleti sağlamakla mümkün olur. Adil bir sistemin uygulandığı yerlerde, devlet aleyhinde uluslar arası mahkemelerde dava açmak kimsenin aklına gelmez. Açılsa bile bu davalardan öyle çarpıcı sonuçlar çıkmaz.
Adalet teşkilatında yapılmak istenen ıslahata nedense öncelikle adliye mensupları bir ön yargı ile karşı çıkarlar. Bu girişimleri genellikle hukuka müdahale olarak algılarlar ve bir kadrolaşma hareketinin ön evresi olarak nitelerler. Hâlbuki âdil bir hukukçunun adliyede adalet kavramının öne çıkarılmasını herkesten daha çok istemesi gerekir. Hükümete destek veren organlara karşı, devletin ayakta kalabilmek için ihtiyaç duyduğu kurullar sanki kendi aralarında örtülü ve düşük yoğunluklu bir çatışma halindedirler.
Adalet teşkilatındaki gerginliği, memnuniyetsizliği gidermek isteyen hükümetlerin reform adı altında yaptıkları icraat, hâkim ve savcıların “özlük haklarının düzenlenmesinden” ibaret kalır. Bunun da Türkçedeki tam karşılığı “maaşlara zam yapmak” demektir. Ne gariptir ki bu konuda ne muhalefetten ne de “muvafakatten” yani iktidar yanlılarından hiçbir ses çıkmaz. Bir imada dahi bulunulmaz.
Belki marjinal olarak (ne demek istiyorlarsa) gösterilen ve bu sebeple sesi “şanlı basınımızda” hiç duyulmayan ya da sınırlı olarak duyurulan bir siyasi parti başkanının “Bu yanlıştır, haksızlıktır, hukuksuzluktur, adaletsizliktir. Maaş artışı yapılacaksa yalnızca belli bir zümreye değil ayni zamanda eğitim, sağlık, yönetim alanında çalışan memleket evladına, üvey çocuk muamelesi gören teknik elemanlara da yapılmalıdır. Çeşitli kayırmalar ve ayrıcalıklar yetmiyormuş gibi ülkenin insanları bir de meslek bakımından birbirinden ayırılmamalıdır” şeklindeki uyarısını ancak kulağının üstüne yatmayan vatandaşlar duyabilir.
Bu şekilde adaletsiz ücret artışları hakkındaki görüşlerini sorduğumuzda hâkim ve savcılarımızdan da aynı cevabı alacağımıza inanıyoruz. “Yanlış yapılmış!!
|