Seyran

 

Hayri Ataş  

Sevgilerde… Hatıralarda…


Birkaç yıl önce eşini kaybetmiş. Yüzünde ve gözlerinde adeta yapışmış gibi duran hüznün o sebeple olduğunu sonradan öğrendim. Hep telaş içinde olduğunu düşünürdüm, hakikaten de öyleymiş, bunu da sonradan öğrendim. Hayatın omuzlarına bindirdiği yük, onu biraz olsun, rahat bırakmadığı gibi aksine gittikçe artmış meğerse. Hiç yüksek sesle konuşurken görmedim.

Aslında konuşurken de çok görmedim desem yeridir. Bütün münasebetimiz “günaydın”, “iyi dersler”, “iyi günler” veya “iyi akşamlar” gibi temennilerden ne kadar öteye geçti acaba, sadece bazen bir iki lâkırdı ettiğimiz olurdu galiba. Bunlarsa umumiyetle öğrencilerimiz ve dersler hakkındaydı. Ortak bir yönümüz –olumsuz da olsa- sigaraydı. Ne kadar çok sigara içiyordu bana göre. Belki de iyi dostlarının en zararlısıydı bu meret, ancak ondan ayrılmıyordu ve ayrılmaya niyeti de yoktu muhtemelen. Sanırım az görüşmemizin sebeplerinden birisi de bu zıkkımdı. Zira o hep sigara için ayrılan odaya giderdi. Ben daha az uğrardım oraya. Bir de benim telaşlarım vakit bırakmıyordu ki bana. En son bir cuma günü idi görüştük. Ben yine telaşlı ve sinirli koşuşturuyordum oraya buraya, bürokrasinin sonu gelmez saçmalıkları yüzünden ve çok yorulmuştum. Öğretmenler odasında karşılaştık, o da ayak üstü masanın başında bir şeyler yapıyordu. Bana:
- Nasılsınız Hayri Bey, dedi.
- Yorgunum hocam, diyebildim.
- Sen de her şeye yetişmek için çalışıyorsun, çok yorma kendini, dedi sanki kendisi farklı bir şey yapıyormuş gibi.
- Eh ne yapayım hocam, dedim.
Bayrak töreni için ikimiz de bahçeye çıktık, kendisini bir daha görmedim. Pazartesi sabahı okula geldiğimde arkadaşlardan birisi söyledi, İlknur Hanım beyin kanaması geçirmiş, diye. Bunun ne lânet bir şey olduğunu daha önce yakınımda yaşanmış bir iki hadiseden dolayı biliyordum. Boğazıma bir şey düğümlendi. Ancak Allah’tan ümit kesilmezdi, dua etmekten başka çare yoktu elimizde ve dualarımız onun içindi. Fakat aradan gün geçmeden beyin ölümünün gerçekleştiğini haber verdiler. Ve birkaç gün sonra da İlknur Hocayı ebediyen kaybettik (28 Nisan).
Yaklaşık 20 yıldır Vefa Lisesi’nde görev yapan İlknur Hocayı, 28 Nisan 2006 Cuma günü Cuma namazını müteakip Fatih Camiinden, mezun olmuş ve hâlâ devam eden yüzlerce öğrencisiyle arkadaşlarının, sevenlerinin duaları ve gözyaşları arasında; öğretmen arkadaşlarımızdan birisine söylediği “O öldükten sonra ben yaşamadım ki…” dediği eşinin yanına, Edirnekapı mezarlığına ebediyyen uğurladık.
Yaşarken belki yeterince sevgimizi gösteremedik, belki anlayamadık kendisini veya zamana bıraktık her şeyi. Dönüşte dilime Behçet Necatigil’in “Sevgilerde” isimli şiirinden şu mısralar düştü:

“Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı
.............
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı”

Çeşitli toplantılar için Vefa Lisesi’ne gittiğimde birkaç defa görmüştüm kendisini,. Yaşlıydı fakat dinç görünüyordu. 2005 yılının Ocak ayında Vefa Lisesi’ne tayin olduğumda kendisini biraz daha yakından tanıdım. Elli yıldan fazla olmuştu Vefa’da çalışmaya başlayalı. Bu zaman zarfında kimler gelip kimler geçmemişti ki. Severdi hatıralarını anlatmayı ve ben vakit buldukça dinlerdim kendisini. Neler anlatmazdı, hicranlarından tutun da kaçırdığı fırsatlara kadar; hastalığından, ondan nasıl kurtulduğundan vs.: “Doktora gittim, kanser dedi. Kesilmesi gerek bu parmağın dedi. Tabii kolayına geliyordu. Kestirmem dedim. Hemen bir tanıdık vasıtasıyla bir başkasına gittim. O iyileştirdi beni, bak 25-30 sene oluyor, Allah’a şükür bir şey yok. Yalnız son zamanlarda biraz ağrıyor.” diyerek kendine has üslubuyla, araya biraz da galiz sözler katarak anlattı hastalığını. Şimdi ise kendisini rahatsız eden akciğeriydi. Röntgen çektirmiş. “Bir leke varmış, galiba biraz da büyümüş.” Zayıflatmıştı onu rahatsızlığı, tedirgin etmişti. Önceleri bir iki sigara tellendirdiğini görmüştüm, son zamanlarda onu da kesmişti. Daha çok ve çabuk yoruluyordu ayrıca. “Dinlen biraz Osman Amca.” dedim. “Evde ne yapacağım, daha hasta eder beni.” demişti.
Okulun çay, kahve işleri ondan sorulurdu. Çayın bir haysiyeti vardı ona göre ve “açık çay” olmazdı. Çayın demli olduğunu söyleyenlere şaka yollu “O zaman içme” derdi ama yine onlara istedikleri gibi çayı ikrâm ederdi. Çayı iyi yaptığına inanırdı. Zaten acı olan çayı, bana, şekersiz içtiğim için, daha da acı gelirdi ancak onun çayının lezzeti gerçekten farklıydı. Yalnız son zamanlarda pek lezzet alamıyordum, zaten çaydan ziyade kahveyi tercih ediyordum. Fakat hemen her gün yemek sonrasında çoğunlukla öğrencilerimden bir ikisiyle –Uğur, Sare, Çağla vs.- sohbet için bahçeye çıkar, Osman Amcanın çaylarını zevkle yudumlar, sohbet ederdik. Son zamanlarda epeyce rahatsızlanmıştı. Kendisini yormamak için çaylarımızı kendim alır veya öğrencilerle göndermesini rica ederdim. Ancak yine de bazen kendisi getirir, işini kendisi yapmak isterdi.
Her karşılaşmamızda halini hatırını sorar; “Nasılsın Osman Amca?” derdim. O da kendine has üslubuyla “Neeedim işte hoca, idare ediyoh.” derdi. En son Vefa Lisesi’nin Boza gününe gelmişti galiba. Ertesi gün gelemediğini, zira rahatsızlığının çok arttığını haber aldık. Zaten haftasına da vefat haberi ulaştı. Vefa 52 yıllık emektârını, Osman Amcasını ebediyete uğurladı.


www.ufukotesi.com - 06 / 2006  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.