Son birkaç aydır özellikle lise ve eski adıyla ortaokul seviyesindeki genç kardeşlerimiz arasında hızlı bir şekilde şiddet dalgası yayıldığına dair basında peş peşe haberler dikkat çekiyor.
Konuyla ilgili bakan düzeyinde açıklamalar ve pedagoji uzmanlarının katıldığı kongreler yapılırken bir yandan da gazetelerin ‘malûm üçüncü sayfalarından’ kan damlamaya devam ediyor…
‘Sözüm ona haberlere’ bakıyorsunuz; neler var neler…
“Yolda yürürken bana omzuyla çarptı, ‘sen benim kim olduğumu biliyor musun’ dedim; gerisini hatırlamıyorum (?)”
“Kız arkadaşımın yanındaki sıraya oturmuştu, ‘bana kimse racon kesemez’ dedim; Allah ne verdiyse giriştim (!)”
“Bana yan baktı, ben de ne bakıyon lan dedim. Meğer rahmetlinin gözü şaşıymış, ben ne bileyim, pişmanım (?)”
Bu verdiğimiz örnekler emin olun üç aşağı beş yukarı gazete haberlerinden alıntı.
Türkiye Cumhuriyeti’ni ve asil Türk Milleti’ni, 21. yüzyılda çağdaş medeniyetler seviyesinin üzerine çıkaracak nesil buysa; kusura bakmayın ve treni durdurun ben iniyorum!...
Aslında, bir süredir psikologların dile getirdiği ‘ergen devrimi yaşanıyor’ uyarılarını dikkate almayan ve sadece seçim dönemlerinde kendilerine muhalefet yapmasın diye televizyonların yayınladıkları rezillikleri görmezden gelen “etkili ve yetkililer” bunun en önemli müsebbibidirler…
RTÜK’ün yetkilerini kuşa çevirenler ve sembolik bir kurum hâline getirenler bunun vebalini boyunlarında taşımaktadırlar. Reyting uğruna her türlü rezilliği pervasızca yayınlayanlar bir de ‘yüzleri kızarmadan’; her okul cinayeti ardından ‘rakip medya grubuna’ yüklenmekten de geri kalmamaktalar…
Kurtlar Vadisi dizisine suç bulan bir medya tekeline mensup tv’de aynı akşam Terminatör veya Rocky filmi pekâlâ yayınlanabiliyor (!) Rezillik ve çifte standarda bakın. Gâvurun yaptığı vahşete lâf yok ama iş biraz millî duyguları okşayan şiddete gelince…
Kısacası tencere dibin kara, seninki benden kara mevzuu…
Tamam, bunlar bir gerçek de bütün suç basının mı? Milletten topluma dönüşen ve buna zaman icabı yaftasını asarak kolaycılığa kaçan insanlarımızın hiç mi suçu yok?
Pekiyi bu topluma ne oldu böyle?
Eğitimin daha anne karnında başladığını unutan insanlık, şimdi yeni yeni hamile bayanların klâsik müzik dinlediğinde kolay bir doğum ve uslu bir çocuğa kavuşacağını yeniden keşfediyor…
Biz bu kadarını söylüyoruz dahasını anlatmak, değerli okurlarımızın gözlerini yormak olacaktır. Arife tarif ayıp olur deyip; bakın yüce Türk Milleti’ne ne olduğunu; yahut diğer bir tabirle ne olmadığını, size bir örnek ile aktararak sözlerime son vereyim:
“İmâm-ı A'zam'ın babası Sâbit, daha bekâr iken bile temiz ahlâkıyla dikkat çeken bir kimsedir. Bir gün dere kenarında abdest alırken, suda bir elma görür. Elma o kadar güzel kokmakta ve kıpkırmızı gözükmektedir ki… Elmayı gayriihtiyarî alıp, dalgınlıkla ısırır. Ancak o anda aklına bu elmanın sahibi kim? Ya birinin bahçesinden suya düşmüşse sorusu gelir. Hemen tükürür…
Ancak artık çok geçtir. Elmanın lezzeti ağzında enfes bir koku ve tat bırakmıştır. Derhal elma sahibini bulup helâlleşmek için derenin akışının aksi istikamette yürümeye başlar. Nihayet ısırdığı elmanın ağacını görür. Çevredeki insanlara sorarak ağacın sahibini bulup, kapısını çalar. Ve; kısaca olayı anlatıp, özür diledikten sonra 'Ya elmanın parasını al, yahut helâl et.' der. Bahçe sahibi onun örnek kişiliğini ve gayretini görüp, bu genç adama hayran olur. Sâbit'e; 'Helâl etmem için ne verirsin?' diye sorar. Sâbit; 'Altın istersen altın, gümüş istersen gümüş.' der. Bahçe sahibi; 'Ben altın, gümüş istemem. Sana hakkımı helâl etmemi istiyorsan, bir teklifim var. Onu kabul edersen hakkımı helâl ederim' der. Sâbit; 'Teklifin nedir?' diye sorduğunda; “Yanımda bir süre karın tokluğuna çalışacaksın” der. Sâbit helâllik almaya kararlı olduğu için “Peki” der.
Bahçe sahibinin dediği gibi bir süre Sâbit, karın tokluğuna çalışır. Bir gün bahçe sahibi onu yanına çağırır. 'Sana hakkımı helâl etmem için bir şartım daha var onu kabul et, hakkım helâldir’ der. Sâbit ‘şart nedir’ diye sorunca Bahçeci, “Benim bir kızım var; bir gözü görmez, bir kulağı duymaz, dili söylemez, bir ayağı yürümez. Bununla seni evlendirmek istiyorum. Kabul edersen elmayı sana helâl ederim” der. Sâbit kendi kendine, kul hakkıyla ölmekten ise bu dünyada zorluğa katlanmak daha iyidir' deyip kabul eder. Nikâh yapılır. Sâbit eşinin bulunduğu odaya gider. Duvağı açınca karşısında, gayet güzel ve sağlıklı bir genç bayan kendisini beklemektedir. Sâbit derhal odadan koşarak çıkar. Kayınpederini bulur. “Bu işte bir yanlışlık var. Kızını ‘kör, sağır, dilsiz, kötürüm’ diye tarif ettiydin. Oysa içeride gayet sağlıklı bir genç kız var!”
Kayınpederi gülümser, “Evet o bayan senin eşin, benim de kızımdır. Hiçbir yanlışlık yok. Kızımın gözleri harama kördür. Sadece helâle bakar. Kulağı dedikodu ve fesada kapalıdır. Bunun için günaha karşı sağırdır. Ayakları haram yerlere gitmez, bunun için kötürümdür. Dilinden hiç kötü söz çıkmaz. Onun için dilsizdir. Sözlerimdeki hikmet budur' der.
Bu şekilde yaşayan bir ana-babanın kurduğu yuvadan ise dünyaya Sabit bin Numan yahut diğer adıyla İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri dünyaya gelir.
Bilmem başka söze gerek var mı?
* İmam-ı Azam Ebu Hanife: Tam adı EBU HANİFE EN-NUMAN BİN SABİT (d. 699, Küfe - ö. 767, Bağdat) Türk asıllı büyük fıkıh ve kelâm bilgini. İslâm’ın hukuk bilgilerini sistemleştirmiş ve dört Sünnî mezhebin ilki ve en yaygını olan Hanefiliği kurmuştur. Kadılığı ısrarla reddederek siyasetten uzak durduğu için çeşitli baskılara uğramıştır. Kurduğu hak mezhep ile İslâm’ın günümüze kadar bozulmadan gelmesini sağlamıştır. Hanefilik, birçok İslâm toplumunca kabul edilmiş, Türkiye, Hindistan, Pakistan, Kafkasya, Balkanlar, Malay, Türkistan’ın tamamı ve hatta bazı Arap ülkelerine kadar yayılmıştır.
|