5 Nisan 1453 Fatih Sultan Mehmet Han’ın donanmasının İstanbul'a girişi anısına...
Evet, adı Fatih Sultan Mehmet’ti…
Osmanlı medeniyeti adına nikâh kıymaya kapına dayanmıştı… Şanlı Peygamberin; “Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel asker” muştusuna ermek istiyordu.
Ferhat’ın dağları delmesinden öte, senin için gemileri karadan yürütüp, surlara Ulubatlılar dikerek seni almayı başarmıştı bu ayda… Tarih 1453’te Nisan’ın 5’ini gösterirken Türk İslam medeniyetiyle kıyılmıştı nikâhın tam 553 yıl önce…
O ne muhteşem nikâh töreniydi ki, bir çağ kapanıp bir çağ açılıyordu o gün...
Hâlâ duruyor görmek isteyenler için, 553 sene önce, nikâh töreninde pare pare gülleleri patlayan toplar; surların kenarında köşesinde…
Ah İstanbul…
O mübarek fetihten sonra, bir başka güzelleştin gözümüzde... Seni tuttuk medeniyetin başkenti yaptık asırlar boyu... En muhteşem eserlerimizle göğsüne medeniyetimizin mührünü vurduk.
Sarayların dillere destan oldu... Kalem gibi minarelerinden semalara davudi ezan sesleri yankılandı. Mermer sütunlarında çarptı tekbirler... Sende yaşandı en güzel Ramazanlar, bayramlar, mevlitler, kandiller...
Ah İstanbul,
Yüzyıllar ne çabuk da geldi geçti değil mi?
Yirminci yüzyılın medeniyetler savaşından sen de payına düşeni aldın... Dünyada eşi olmayan şu cihan harbinde, Akif’in deyimiyle, “Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ” saldırdılar ülkene... Nazım Hikmet’in deyimiyle “Didik didik didiklediler, saçlarından tutup sürüklediler” İstanbul ve de İstanbullu yokluk ve ıstırap dolu günlere kaldı. Ama hiçbiri ne insanlığından ne kültüründen taviz vermedi.
19 Mayıslara Gaziler gönderdi, Mustafa Kemal ve arkadaşları yine de “Düşmana vermediler bu cennet vatanı” ve seni... Her yönüyle dünyalara örnek oldu “İstanbul beyefendisi” , “İstanbul hanımefendisi”
Ah İstanbul,
Nerden bilirdin, bir zaman sonra taşranın umut kapısı olacağını... Anadolu’dan göçünü toplayanın gelip kapını çalacağını... Varoşların etrafını saracağını... Hırsızın, uğursuzun, kapkaççının seni yoracağını…
Cumhuriyet boyunca gerçi gerdanına boğaz köprüleri armağan ettiler, otoyollar, tüneller yaptılar. Gökdelenler inşa ettiler...
Ne gariptir ki gökdelenlere eş, “İstanbullu” olmanın o büyülü güzelliğine yükselmesi gerekirken, aksine genelde insanlık bencilliğin sefaletine alçalmayı yeğ tuttu sürekli…
Ah İstanbul…
Fatih’in fethettiği yıllardaki “edep, hürmet, ahde vefa, büyüğe saygı, mazlumun âhı, ayıp - günah, onur - haysiyet, sözünde durma” gibi erdem sayılan bütün kurallar birer birer unutuldu. Şimdi sokaklarında güçlünün hukukunun hüküm sürdüğü bir ucube zihniyet peydahlandı...
Fatih dönemindeki ruha sahip “İstanbul beyefendileri” toplumdaki ucube varlıkların müstehzi bakışlarının maskarası olurken, şehrin deforme olmuş kozmopolit ortamında artık sadece “para” konuşuyor...
Şimdi ne “Süleymaniye’ndeki Bayram sabahı” ne “Akşamları camlarında yangın çıkan Üsküdar” kimsenin umurunda...
Şimdi herkes para peşinde...
Ve insan İstanbul’a Attila İlhan’ın dediği gibi,
“Sen söyle iki gözüm hangi merhem çâredir şu bizim yaramıza?
Yel üfürdü su götürdü gençliğimizi.
Elimiz boşa geldi meydanlarda kaldık.
Meydanlar serseri biz serseri,
Sağımız sefalet solumuz ölüm.
İşte geldik gidiyoruz...”
diye sormadan edemiyor.
Bazen Orhan Veli gibi “İstanbul’u dinliyor gözleri kapalı.” Duygular Marmara’nın mavi sularında erirken, Bedri Rahmi Eyüboğlu’na hak veriyor:
“İstanbul deyince aklıma bir masal gelir,
Bir varmış, bir yokmuş...”
Sonra dönüp bakıyorsunuz bir sel gibi akıp giden hayata... Her şeye rağmen yine de Ziya Osman Saba’yla aynı duyguları paylaşıyorsunuz:
“Bir daha görüyorum (ya) seni dünya gözüyle.
Göğün hep üstümde, havan ciğerlerimdedir.
Ey doğup yaşadığım yerde her taşını,
Öpüp başıma koymak istediğim şehir!”
Ah dünya güzelim benim,
Canım memleketim
|