Tarih Bilinci

 

Rasim Giresunlu  

“Sözde müttefik!”


Değerli okuyucular, bu yazımızda da, sözde dostumuz, müttefikimiz ya da sıtratejik ortağımız olarak belirli kesimlerce ifade edilen ABD ile ilgili, tespitler yapmak ve bu konuyu da bazı belge ve hatıralarla pekiştirmek itiyorum. ABD’nin Temsilciler Meclisinin, 69’uncu Kongre Tutanakları şahittir ki; 18 Ocak 1927 tarihindeki İkinci Oturumda temsilcilerden “Upshow” adlı bir fanatik, ağzındaki vahşet salyalarının sağa sola saçarak, şöyle haykırıyordu:

“Anlaşma (kastedilen Lozan’dır) Timurlenk kadar hunhar, Müthiş İvan kadar sefih ve kafatasları piramidi üstüne oturan Cengiz Han kadar kepaze olan bir diktatörün (kast ettiği Atatürk), zekice yürüttüğü politikasının bir toplamıdır.
Bu canavar (kast ettiği yine Atatürk’tür), savaştan bıkmış bir dünyaya, bütün uygar uluslara, onursuzluk getiren bir diplomatik anlaşma (kast ettiği Lozan’dır) kabul ettirmiştir. Buna, her yerde, bir ‘Türk Zaferi’ dediler. Ve Eski Dünya parlamentolarını bunu kabule ikna ettikten sonra, büyük sermaye gurupları, soğukkanlı ticaret erbabı ve giderek güya din temsilcileri bile Türkiye’yi uygar uluslar masasında uluslar arası bir konuk durumuna yücelterek Amerika’yı yüksek ülkülerinden uzaklaştırmada birleştiler.”
Bu hasta ruhlu kişide, Türklük ve Atatürk düşmanlığı o kadar fazlaydı ki; o nedenle bu adam böyle haykırıyordu. Aslında Lozan’ı tanımayan ABD yönetimi hakkında da, ipucunu bize veriyordu.
Bu işin elebaşlarından olan ve ABD’nin başkanlığında da bulunmuş olan “Wilson”, 13 Aralık 1923 tarihinde “James W.Gerard” adlı daha önce Almanya’da Büyükelçilik de yapmış olan bir başka Türk düşmanına, (Ermenilerce satın alınmış bu çapsız adam o yıllarda, “Senato, Türk Anlaşmasını Reddetmelidir” başlıklı buroşür dahi yayınlamıştır) şunları yazıyordu:
“Sevgili Gerard, 11 Aralık tarihli mektubunla birlikte gönderme nezaketini gösterdiğin Lozan anlaşması hakkındaki yazını henüz gördüm ve arkadaşlarınla birlikte Senato nezdinde bu anlaşmanın adaletsizliğini gösterme işini üstlendiğine memnun oldum. Bu anlaşma gerçekten de adaletsizdir ve purotestonun etkili olmasını yürekten ümit ederim.”
Amerikanın Lozan’a bu kadar olumsuz tavır alması, kendi çıkarlarına yöneliktir. Bu bağlamda, ABD’nin Osmanlı dönemindeki misyonerlik faaliyetleri ve bu faaliyetlerin incelenmesi de, ayrı bir durumu gerektirmektedir. Fakat ABD’nin çıkarlarına aykırı gördüğü pek çok olayda olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna ve onun tapu senedi olan Lozan’a karşı olduğu elbette bilinmektedir. ABD’nin ülkemize karşı, olumsuz ve sinsi politikasını, bilhassa 1945 yılından itibaren, bazı konularda gizliden, bazı konularda da açıktan ve etkili olarak sürdürmeye başladığı da görülmektedir. ABD ve onun uzantısı olan CİA gerçeği, bir kısmımız için bilinmektedir. Fakat ne yazık ki, bu ülkede bazı milliyetçi geçinenler dahi, bu gerçeği hep yok saymış veya görmezden gelmeye çalışmış ve daha da ileri gidip, Türklük aleyhine olumsuz olan bu gerçeği, kamufle etmeye de gayret etmiştir.
ABD’nin ülkemizdeki etkin ve hakim olduğu gerçeği üzerine, örneğin 2002 yılındaki bu köşedeki yazılarımızda, yapmış olduğumuz tespitlerden bazı pasajları tekrar vurgulamak istiyorum.
Ufuk Ötesi’nin, 2 numaralı Mayıs 2002 tarihli sayısında:
“Türkiye, ABD ile dans etmenin en önemli boyutlarını, çok yönlü olarak, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrasındaki yıllarda görecektir. Buna göre: 1974-1980 arası, ambargo olarak (Bilhassa NATO’da müttefiki olan TSK’ya); terör olarak (Dışarıda Asala 1984’e kadar; İçeride Ukocu-Apocu çetesi 1984’de PKK oldu; ayrıca sağ-sol çatışma ve kavgası); ekonomik iflas olarak (70 Sente muhtaç edilmek, Tüp-gaz, Sigara, Yağ kuyrukları) geçirirken, birden bire ünlü 24 Ocak 1980 devalüasyonu oyununa getirilmiştir.” diyerek belirli bir noktayı göstermişim.
Ufuk Ötesi’nin, 6 numaralı Eylül 2002 tarihli sayısında:
“ABD’nin Türkiye üzerindeki yoğun baskısı, kısmi baskıya dönünce, ülke içersinde korkunç bir şekilde yaşanan terörü bitirmiş, ekonomik sorunun TÜSİAD yönü ve kuyruklardaki görüntüler silinmiş, bölücü terör uyutulmuş (1984’e kadar) ASALA kaynaklı dış terör 1984 de sıfırlanmış ya da daha doğru bir ifade ile PKK’nın içine monte edilmiştir...”diye yazmıştım.
Yine Aralık 2002’de yani 9 numaralı sayısında da:
“Türk dünyasının, Yeni Sakarya’sının önünün, 1974-1980 arası ABD tarafından, feci bir şekilde kesildiğini ve bunun sonucunda bizler bu durumu; ambargo, terör, bölücülük, yokluk ve de kuyruk anlamında yaşadık/yaşatıldık!...” demiştim.
Şimdi de bazı eserleri inceleyerek CİA’nın ülkemizdeki karanlık ilişkilerine yönelik, hatıraları da tahlil ederek, bilgiler verelim. Bu konuda örneğin, Nizamettin Coşkun adlı bir ülkücü, “Eylül’de ‘Gel’ dediler....” adlı kitabında, yaşadığı ortamı da esas alarak, şu örneği verir: “Manisa’ya gidişim bende çok önemli olaylara şahitliğimi göstermiştir. Ben Manisa’da iken Cemil Çöllü adlı diş doktoru bir ağabeyimizin evinde kalmaya başladım. Teşkilatlarla hiçbir ilgim yoktu. 20 gün sonra Cemil Çöllü şehit ediliyor. Bu olaydan 15 dakika sonra sol görüşlü bir mühendis öldürülüyor. Yakalanan militanın üzerinden çıkan silah, hem Cemil Çöllü’de hem de sol görüşlü mühendiste kullanılıyor. Burada olayların hangi mecrada geliştiğini zannederim bu yazıları okuyanlar anlayacaktırlar.”
Aslında bu tablo, Türkiye’deki ilk ve son örnek de değildir. İlginçtir ki, iki ayrı görüşteki kişinin, aynı silahla vurulması olayını, Türkiye’de ve Türkiye dışında özellikle hangi güçler isteyebilir? Bize göre, her halde, bunu istese istese, CİA ve ekibi isteyebilir. Niçin? Gayet kolay, bir taşla birkaç kuş vurulma hikayesinin pıratiğini yürürlüğe sokmaya çalıştıkları için... Buna göre bir sağcı, bir de solcunun aynı silahla öldürülmesi ve bunun da bir tesadüf sonucu tespit olması gerçeğini düşündüğümüzde, yükselen ya da yükseltilen terörün, bu ülkede komünizmi etkisiz kılmasını kolaylaştıracağı gibi, Türk milliyetçiliğinin de saldırgan, olarak tanınmasına yol açacaktır. Bunda da başarı sağlamışlardır. Aslında bu vatan, sadece Türk milliyetçilerinin miydi? Eğer Türk milliyetçilerinin ise, gayri Türk sermaye sahipleri nerede yaşıyorlardı? Onların ayni ve nakdi sermayesinin önemli bir kısmı, Türkiye sınırları içersinde değil miydi? Eğer bu ülke komünizmin esaretine düşmüş olsaydı, onların ABD’ye göbekten bağlı olan sermayeleri, elden çıkmayacak mıydı? Bu durumda onların endişesi, bu topraklar adına, niçin daha fazla olmuyordu? Halbuki bu toprakların bütün kaynaklarını, soyları ve ayileleriyle bu adamlar talan etmemiş miydi ve de talan etmiyorlar mıydı? Bir kesime sağ, bir kesime sol derken ve onların kafalarını tokuştururken, onlar acaba nerelerdeydi? 1979’da bir Türk vatandaşı evlendiğinde, hangi buzdolabını alıyordu. Ya AEG ya da Arçelik almıyor muydu? Bu firmaların sahibi kimdi? Bunların birinin sahibi Jak Kahmi, diğerinin ki ise Vehbi Koç ve arkasındaki Bernard Nahum gurubu değil miydi? Vatanı komünizm belasından kurtarmaya iddiyalı olanlar, sermayenin milliği üzerinde, ne kadar görüş üretebiliyorlardı? Onlar görüş üretemiyorlarsa, malum sermayenin komünizm korkusunun daha fazla olması gerekmez miydi? Çünkü Marks’ın dediği gibi, gerek Kahmi’nin, gerekse de Koç-Nahum ikilisinin kaybedeceği az şey mi vardı? Çünkü onların bu ülkede zincirleri yoktu; fakat paraları çoktu. Onlar, kenar mahalleleri ve gecekonduları bilmiyorlarsa da, her gün bu ülkede öldürülen insanları elbette gazetelerde görüyorlardı. Bu gidiş komünizmeyse, önce onlar dur demeliydi. Kan verilecekse, can verilecekse mücadelede onlar da olmalıydı? Sahi neredeydiler? Örneğin oğul Cefi Kahmi, oğul Mustafa Koç, oğul Jan Nahum bu ülkede yaşamıyorlar mıydı? Bu ülkenin suyunu içip, kaynaklarını yiyerek beslenmiyorlar mıydı? Kilolarını hangi ülkeden alıyorlardı? Bu topraklar onlar için de vatan değil miydi? Öyleyse vatan için ne yapıyorlardı? Canları tatlı mıydı? Ya ötekilerin canları patlıcandan da ucuz muydu? Bu oyunun başı nerede başlıyordu? Ya da ipin ucu kaçmış mıydı? Bazıları, sağ-sol diye topluma sunulan, daha da çok CİA ve adamlarının kızıştırdığı olayların alt yapısını bilmiyorlar mıydı? Sağ dedikleri kimdi? Sol dedikleri kimdi? Buzdolabı fabrikasının sahipleri solcu değillerse, milliyetçi de değillerdi. Peki onlar neydi? Bu vatanın ekonomik ve politik anlamında sahipleri kimlerdi? Bu sahipliğin bu boyutu açısından, kim mücadele edecekti veya etmeliydi? Üstelik gerçekte kime karşı ve niçin mücadele edilmeliydi?
Balık suyu idrak edemezmiş. Aynı şekilde şartlandırılmış bir militanın da, papağan gibi, Marks’ı, Engels’i, Lenin’i ezberlemesi; sabah akşam, Komünist Manifestosu, Paris Komünü, Duma Meclisi gibi belirli süreçlerle beynini doldurup, her ortamda, “son tahlil” yaygarası altında, bunları bulunduğu yere kusması, yaşanılan acı sonuçlar olarak, yakın tarihimizde yer almıştır. Günümüzde o çeşit insanlardan bazıları, belki hayatın gerçeğini görmüş olabilirler. Fakat onların düşüncelerini zehirleyen kişiler, bu ülkede şu anda bile bazıları hayatta olmasalar bile popülerler. Hayatta olanlar da, sanki hiçbir şey yapmamış gibi, şurada burada yine palavra sıkıyorlar...
CİA’nın o süreçteki olaylarına milliyetçi kesimden alet olanlar varsa, bunlar ya maceracılıktan, ya kullanılmaktan ya da bölgesini ve bir ölçüde nefsini koruma telaşından olsa gerekir. Oysa radikal solun düşmanı, elbette sadece Türk milliyetçiliği değil, aynı zamanda Türk devleti de olmuştur. ABD ve CİA gerçeği konusunda, MHP’nin en üst birimlerinde görev almış bulunan Rıza Müftüoğlu, “Copların Askerleri” adlı kitabında şunları aktarır:
“Eski bir istihbaratçıyı buldum. Ona, Amerika’nın bu işin içinde ne kadar olduğunu sordum.
-‘Epeyce var’ dedi.
Verdiği bilgiler enteresandı.
-‘Sizin hareketinizin bir yönüyle ABD’nin komünizm emperyalizmine karşı çok önceden tespit ettiği pilanlara uygun olması lazım. Lideriniz Türkeş de Amerika’da iken bu bilgi ve pilanları almıştır sanıyorum. Ancak ABD, kendi sıtratejisine tam uygunluğu bulamamış olabilir. Sizi de tehlikeli görmüş olabilir. Çünkü Türkeş çok milliyetçi biri, Amerika’ya da gerektiğinde sırt çevirebilir. Bunu tespit etmiş olmalılar ki sizi de hedef aldılar. Zaten Amerika Türkiye’deki sol hareketleri de Rusya’dan daha iyi kontrol ediyor. Sol fıraksiyonların yüzde doksanına hakim. Onlar Türkiyenin ne ölmesini ne de gülmesini isterler. Kendilerine her zaman muhtaç bir Türkiyeyi tercih ederler. Amerikanın bu pilanının hissedildiğini biliyor ama. Rusya karşısında kendisinin tercih edebileceğinin işaretlerini de alıyor. Sizin ‘Ne Amerika, ne Rusya, ne Çin, her şey Türklük için’ sıloganı onların kabul edebileceği bir şey değil. Yine ‘Kahrolsun komünistler, kahrolsun kapitalistler, kahrolsun masonlar’ şeklindeki mesajlarınız da çok geniş bir cepheyi karşınıza almanıza yol açtı. Amerikanın bu ihtilal hareketinde olmaması ya da bunu bilmemesi mümkün değil. En azından şimdi yön vermeye çalışacaklardır.”
ABD ve istihbaratının ülkemizdeki her alana sızdığı elbette malumdur. Bu konuda dini çıkarlarına alet ederek tanınmış olan Ali Kalkancı bile, Fadime Şahin’e verdiği bilgiye göre, şunları söylüyormuş:
“Tam sekiz yüz tane cemaat var. Türkiye’de hepsinin etrafında bin, iki bin tane mürit var. MİT tarafından, CİA Amerika tarafından yönetilenleri var.”
ABD’nin ülkemiz içersine sızdığına dayir bir başka somut örneğini de, bu kez başka bir kesimden, yani CHP eski milletvekillerinden Süleyman Genç’in hatıralarından vermek istiyorum: “1970 yılının Nisan ayında, Türkiye’de eylem içinde bulunan ve gençlik önderi durumunda olan gençlerle bir toplantı yapmıştık. Türkiye’nin somut olarak tartışma gündeminde bulunan Nato, Cento, Milli Petrol, Ulusal Sanayi, Doğal Kaynakların Millileştirilmesi, Montaj Sanayi, bağımsızlık gibi konularda düşüncelerimizi saptamış bir raporla İnönü’ye sunmayı kararlaştırmıştık. Raporun sunulması görevi de bana verilmişti. 22 Nisan 1970 günü, raporu sunmak üzere İnönü’yü evinde ziyaret ettim. Kararlaştırdığımız metni kendisine sundum. İnönü metni dikkatle okudu ve bana:
‘Bak yaramaz çocuk (o zaman ilişkilerimiz iyi olduğundan, İnönü bana, adımla ve sıfatımla hitap etmez, yaramaz çocuk deyimini kullanırdı.) dedi. Sana başımdan geçen bir ıstırabı anlatayım: 1963 yılında Başbakandım. Kıbrıs’ta olaylar alabildiğine ilerlemişti. Londra ve Zürih anlaşmaları, Kıbrıs Devlet Başkanı tarafından tek yanlı değiştirilmişti. Bakanlar kurulunu toplantıya çağırdım. Alınması gerekli önlemleri tartıştık. Uygulayacağımız politikayı kararlaştırdık. Bakanlar Kurulu bitti ve Bakan arkadaşlarım dağıldı. 45 dakika sonra, Amerikan Büyükelçisi benden randevu istedi. Kıbrıs sorununu benimle görüşeceğini ilave etti. Kendisini kabul ettim. Bakanlar Kurulunda ne konuşmuşsak hepsini sıraladı:
-Bunlar tehlikeli ihtimallerdir, tehlikeli gelişmelere neden olabilir. Türk hükümeti, bu gelişmelerin doğmasına neden olmamalıdır’ dedi.
Şimdi daha biz Bakanlar Kurulunu millileştiremedik, ya sizin yapmak istediğiniz nedir?’
Ben: Paşam, şartlar Kurtuluş Savaşından daha mı kötü? Derken hemen sözümü kesti.
‘O gün başka, o şartlar başka idi’ diyerek konuşmasını sürdürdü.”
Yine bu konuda, o dönemin CHP Genel sekreteri olan Bülent Ecevit’in 26 Kasım 1970 Perşembe günü saat 18.00’de Sovyetlerle Saldırmazlık Paktı üzerindeki çalışmalarını açıklamak amacıyla İsmet İnönü’nün evine gittiğinde, İnönü’den şu cevabı almıştır:
“Böyle bir çalışma Türkiye’de Amerikan düşmanlığını artırmış olur ve bize yapmayacakları kalmaz” ifadesini Sayın Süleyman Genç şöyle tamamlar:“Amerika’nın içimize ne denli girdiği belgelenmektedir.”
Şimdi dikkat buyurun! Yakın dönemdeki hatırası aktarılan, Türkiye’de etkili olan bu şahıs, yani İsmet İnönü, ülkeyi Atatürk çizgisinden yani milli çizgiden saptıran lider değil miydi? Ülkemizi Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının çıkarına göre ilk hazırlayan kişi de elbette oydu. Yani bu konuda, gerçekten “Sahibinin Sesi” olan kişiydi... Her halde ülkemizin içersine ABD’nin ne kadar sızmış olduğunu da, en çok bilen oydu...
Bugün geçmişe doğru baktığımızda, ABD yönetiminin Türkiye ve Türk Dünyası üzerinde uygulamış ve uygulatmış olduğu politikaları, iyi değerlendirip, ders çıkarmamız gerekmektedir. Bu gereken durumun tespiti de, yaşadığımız son altmış yıllık birikimin pıratiğindeki örneklerle açık ve seçik olarak, her şeyiyle önümüzde durmaktadır. Bunları anlamak için, bakar kör olmamak lazımdır. Yoksa bu millet, daha çok yolunur ve de geleceğindeki günlerin birikimlerini, bir avans gibi cepten yer ve yerken de bunun maliyetini ve bu maliyetin arkasındaki belirleyicileri dahi göremeden hayatta bireysel olarak yaşar ve ölür gider. Yol yakınken uyanalım, uyuyanları uyandıralım…


www.ufukotesi.com - 02 / 2006  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.