Aslında Ağca, 1996 yılında, İtalya’da cezaevindeyken, Mehmet Ali Birand’a verdiği bilgide, Abdi İpekçi’nin öldürülme olayında, kendisiyle beraber sadece bir kaç kişinin bulunduğunu ve tetiği kendisinin çekmediğini belirtmiştir. Verdiği bilgi, doğru ya da yanlış olabilir, fakat mutlaka incelenmelidir. Bana göre, Ağca tarafından burada verilen en önemli bilgi, Abdi İpekçi olayının sadece M.Ş. adlı bir kişinin kendini yükseltmek ve de yücelttirmek için organize ettirdiğidir. Ağca’nın bu ifadesi, ne kadar doğrudur? Onu bilemeyiz. Fakat bilebileceğimiz ve değerlendirebileceğimiz bir husus vardır. Bunu da, bir soruyla açabiliriz. Abdi İpekçi’nin 1979 Şubat’ında Türkiye’de öldürülmesi, en fazla kime ya da kimlere kazanç sağlayabilirdi? Soğuk Savaş sürecinin bir ucundaki Sovyet Rusya’ya mı, yoksa diğer ucundaki ABD’ye mi? Ya da dünyadaki tüm emperyalist güçler ile onların yerli uşaklarının da sürekli kötülediği, Türk milliyetçilerine mi?
Bu olayın en fazla zarar vereceği kesim elbette ki; Türk milliyetçiliğidir. Niçin? Gayet basit; bu ülkede sosyo-ekonomik ve sosyo-politik boyuttaki hakimiyet anlamında, en üst dilimi oluşturan Yahudiler ve onların dönmelerinin basıncı, doğaldır ki ülke kamuoyunda etkili olacaktı. Böyle bir tabloyu, aklı başında bir Türk milliyetçisinin görmemesi de mümkün değildi. Öyleyse Abdi İpekçi’nin vurulmasında, hangi kesim kazançlı çıkmıştır? Ruslar mı? Kesinlikle hayır! Çünkü Abdi İpekçi, kapitalist boyutun içersinde yer almasına rağmen, Sovyet rejimine karşı sert tavır takınan bir adam değildi; bilakis o dönemdeki Bülent Ecevit hükümetinin en büyük destekçilerinden birisi ve de Sovyetlerle de ilişkiyi benimseyen bir kişiydi. Onun ölmesi, elbette Ruslar için olumlu bir durum değildir.
ABD’ye gelince, bu durumdan kazançlı çıkan en önemli kesimdir diyebiliriz. Şöyle ki, Abdi İpekçi’nin vurulmasıyla birlikte, doğal olarak ülkemizde, Türk milliyetçiliği üzerinde bir basınç oluşturuldu ve bu durum Demokles’in kılıcı gibi, malum lobi ve yandaşları tarafından, her fırsatta ve her ortamda sallandırılmaya başlandı. Aslında ABD’nin “Soğuk Savaş” süreci gereği, Türk milliyetçiliğine açıktan cephe alması da 1945 ila 1990 arasında mümkün değildi. Ona ihtiyacı vardı. Fakat, bu milliyetçiliği, kontrol altında tutması ve de bir ölçüde de sulandırması gerekliydi. Bu aşamada ABD tarafı ve onların belirleyici güçleri, ülkemizde “tavşana kaç, tazıya tut” politikasını sürekli gündeme alıp, uygulatacaktı. Bunun için de, 1950’lerden itibaren, bazı sahte milliyetçi kişileri, özellikle kullanmaya çalıştığı da görülmektedir. Fakat 1970’lerden itibaren, gençlik içersinde yükselişe geçen Türk milliyetçiliğinin, önünü kesmek için, sadece Abdi İpekçi olayı kullanılmadı. Örneğin Alevi Türkler konusunda da, bolca çelişkiler üretildi. Alevilerin içersinde yetişen gençlerin çoğu da, Marksist düşüncenin ağına doğru hızla koşmaya başladılar. Aslında Türkiye’deki Türkler için bu durum, çok büyük bir çıkmaz sokaktı. Türk milliyetçiliği ile Alevi Türkler, sanki uzlaşmaz çelişkinin, iki uç noktadaki boyutları gibi gösterildi veya öyle algılatıldı. Buna göre bir kısım ülkücü gençliğe de, Alevlik neredeyse dinsizlik ve her türlü olumsuzlukla eşitmiş gibi bir intiba verildi. Alevi gençler açısından da, karşılarında duran bu kesimler, faşist ve de etkisiz kılınması gerekli unsurlardı. Sonuçta, bu keskin çelişkinin izleri, milletimiz adına gayet kötü bir şekilde gündemlere düşürüldü ya da gereksiz gündemler oluşturuldu. Bu gereksiz gündemlerden elbette, Türk ve Türklük düşmanı kesimler; nar gibi kızarmış bir koyun kemiğindeki etleri, dişleriyle kazır gibi, her şeyiyle zevk içinde kazıdılar ve de kazıttılar. Sonra da bıyık altından ve hatta daha da soysuzlaşarak, bıyık üstünden dahi gülerek, 12 Eylül denilen bir çıkar zeminini oluşturdular. Gerekçe, kardeş kanını durdurmaktı. Türkiye’deki sermaye sahibi, yeni ortamı çok iyi karşıladı ve de alkışladı… ABD yönetimi de, bilgisi dahilindeki bu yeni ortamı, sevinçle kucakladı. Bu aşamada, bu yeni durumun da kime yaradığı, açıkça ortaya çıktı. Birileri öylesine kullanılmıştı ki, bunun anlatılması ve de algılanması, önceleri tasvir kabul olunacak şeylerden değildi. Fakat, eldeki çıkan sonuç buydu. Durumdan ortaya dökülen gerçekler, bu şekilde gelişti. Ne olursa olsun, kaybeden kesimlerin bir tarafında, Türk milliyetçisiyim diyenler vardı. Bir tarafta da Alevilerin, sola inanmış gençliği vardı. Elbette o süreçte başka başka gurupların ya da gurupçukların da var olduğu, tartışılmaz bir gerçekti. Sonuç itibariyle, Türkiye’de son derece ağır faturalar ödendi. Abdi İpekçi’nin öldürülmesinden bir numaralı sorumlu olarak belirtilen Mehmet Ali Ağca, böylesi karmaşık ilişkilerin, çelişkilerin ve de belirsizliklerin ortamında, bu topraklarda bulunuyordu. Sonuçta Ağca, o süreçte gıyabında idama mahkum edilmişti...
Abdi İpekçi’nin ülkemizde seçilerek öldürülmesinde, 1974 Kıbrıs harekatı nedeniyle uygulanan ambargolar sonrasındaki Bülent Ecevit ile ters düşülen noktalar da bulunmaktaydı. Bülent Ecevit’in iyi dostu olan Abdi İpekçi’nin öldürülmesi, Bülent Ecevit hükümetinin de yıpranmasına yol açacak, bu işten yine ABD ve onun Türkiye’deki uzantıları ile göbekten bağladığı sermaye sahipleri, mutlu olacaktı. Belki buradaki çelişki, şu noktada şöyle görülebilir: madem Türkiye’de güçlü bir Yahudi ve de dönmelerinin lobisi varsa, Abdi İpekçi’nin öldürülmesini bu lobiler destekler miydi? Bunlar bazı şeyleri, elbette “görmedim, duymadım, bilmedim” mantığıyla destekleyebilirdi. Çünkü “kol kırılır yen içinde kalır” ifadesi gereği, zaman zaman Yahudi insanının etkili olduğu ortamlarda, böylesi örnekler görülebilir, görülmüştür ve de görülmektedir. Hangi anlamda, “Kaz gelecek yerden, tavuk esirgenmez” atasözünde olduğu gibi... O nedenle, gerektiğinde bazıları feda da edilmektedir. Bu konuda Üzeyir Garih olayı da, son derece gizemlidir. Bu olayın ne olduğunu, bu ülkede kaç kişi anlamıştır veya bilmektedir. Yahudi ve onların dönme lobisi, niçin bu konu üzerinde sürekli durmadılar? Yine aynı şekilde İsrayil tabanlı güçler de, bu konuya niçin yeterince önem vermediler? Yahudilerden bazılarının feda edilmelerine yönelik, tarih boyunca bazı önemli örnekler de vardır. Bunlar Avrupa tarihinde, çok görülmüştür. Nazi döneminde dahi vardır. Hatta Sovyetlerde de, bu durum söz konusu olmuştur. Örneğin Çugaşvili’nin, Tıroçki’ye, ve diğer komünist Yahudilere yaptığı ihanet de böylesi örneklerdendir. Bu durum şunu dahi gösterir: insan oğlu Yahudi’de olsa fark etmiyor; çünkü bu dünyada kurulmuş olan mutluluk zincirinin devamı için ve o devamdaki çıkar ilişkilerini sürdürmek için, bazıları hakimiyet sıtratejisinin süreci içersinde, taktik gereği devre dışı da bırakılabilir. Amaç, birilerinin çomak sokabileceği bir ortamı göstermemek, mutluluk halkasının tamamen dağılmasını önlemek ve bunun için de, halkadaki zincirlerin bazılarını ya da uzantılarını kolaylıkla kopartılıp atılabilir ya da atılmasına göz yumulur hale getirmektir.
Buna göre, Abdi İpekçi cinayetinin arkasında doğrudan CİA var mıdır diye bir soru da aklımıza gelebilir? Aslında CİA, bu ülkede 1945’den sonra hangi taşın altını açarsanız vardır. ABD’li pek çok personelin de, askeri ve sivil kuruluşlarda danışmanlıkları meşhurdur. Hatta bu danışmanlar, sadece ekonomik ve askeri sahada kalmaz; pek çok bakanlıkta ve hatta hatta Milli Eğitim Bakanlığında bile yer almıştır. Ortaklığımız ise, sözde iki taraflıdır. Tek taraflı ortaklık olur mu? Tek taraflı olsa olsa teslimiyet söz konusu olur. Bu anlamda Türkiye ile ABD arasında hiçbir zaman ortaklık söz konusu olmamıştır. Bir tarafın, yani Türkiye’nin teslimiyeti söz konusu olmuştur. Eğer ortaklık varsa, sizinde elemanlarınız gitsin ABD’de bakanlıklarda görev alsın. Sizin elemanlarız oraya anca öğüt almaya gidebilir. Oysa ABD yetkililerinin bu ülkede; “Türkiye Nasıl Yükselir” kavramı üzerine düşünce üretmeleri, bu düşünceleri ülkemiz kamuoyuna sunmaları ve tüm bu sunumların altmış yıldır sürmesine rağmen, ABD anlayışına teslim olmaktan öte, fazla bir mesafe alamadığımız doğru değil mi? Max W. Thornburg denilen kişi de, yoksa böylesi bir kişiliğe mi sahipti? Gerçi hangi Türk milliyetçisi, bu kişiyi ve böylesi kişileri tanıdı ki? Bunlar üzerine, hangi düşünceleri üretebildi ki? Biz diyoruz ki, tablodan çıkan duruma göre, Abdi İpekçi cinayetinin, en karlı ucunda ABD görülmektedir.
Aynı şekilde Papa’nın vurulması olayında da, Türk milliyetçiliğinin bu olaydan 1981 baharında, ne kazancı olabilirdi? Türk milliyetçileri, Türkiye’de ve Türk Dünyasında tüm sorunları çözmüşler de, bir sorun olarak Katoliklerin lideri olan, Papa mı kalmıştı? Mehmet Ali Ağca’nın bu yaptıkları, Sovyet Rusya’nın hangi ölçüde ve ne kadar işine gelebilirdi? Bana kalırsa bu olaydan da, en karlı çıkan kuvvet unsuru ABD’dir. Çünkü olay, KGB ve dolayısıyla Rusların üzerine atılmaya çalışılmıştır. Bunun için de Polonyalı Papa’nın kimliği, Ruslar üzerinde basınç oluşturmuş ve de bu durum büyük ölçüde Leh Valesa hareketini de güçlendirmiş, bu hareket ise, o dönemde ABD’nin üçüncü sınıf bir artist olan başkanının ve onun ekibinin politikasının yükselmesine yol açmış ve “Yıldızlar Savaşı” yaklaşımının da rekabetine dayanamayan, Afganistan’da da batağa saplanan komünist Rusya, bitme noktasına doğru hızla sürüklenmiş ve bu durum sonucunda da 1990’lara doğru topu dikmesine ve Varşova Paktı üzerindeki hakimiyeti ile kendi ülkesindeki hakimiyetinin çözülmesine yol açmıştır. Tüm bu gelişmelerde, Polonyalı Papa’dan Leh Valesa’ya kadar pek çok ismin katkısı vardır.
Ağca bu eylemleri, sadece ve sadece kendi isteği doğrultusunda yapmışsa, o zaman bu onun kendisini meşhur ve tatmin etmek ihtiyacını ve de kişiliğinin çıkmaz sokakta olduğunu kanıtlar. Yok eğer Ağca’yı yönlendiren bir ya da birkaç kişi, Türk milliyetçiliğini de basamak yapıp, CİA bağlantılı çalışmışlarsa, onların da sadece ve sadece bağlı oldukları yere hizmetleri olmuştur denilebilir. Gerek Abdi İpekçi ve gerekse Papa olayının, o günkü koşullarda Türk milliyetçiliğine artı değer getirmeyeceği de bir başka gerçektir. Bizim burada algılamamız gereken en önemli nokta, dünyadaki hakimiyet modelleri ve onların yayıldıkları ülkeler ve oralarda yaptıkları açık ya da gizli faaliyetleri ve yandaşları ile onların kirli ve karanlık işleridir. Buralarda yaza yaza elimiz neredeyse nasır bağlayacak, sizler de okuya okuya ağzınızda tüy bitecek: 1945 sonrası Anglo-Sakson-Yahudi ittifakına teslim edilen ülkemizin, elbette pek çok alanda olduğu gibi, Türk milliyetçiliğine yönelik çizgisinde de sızmalar ve kullanılmalar olacaktır. Nitekim de olmuştur. Elbette böylesi durumları, hissi gerekçelerle ya da içinde bulunduğu ortam nedeniyle, fark edemeyenler hep vardır.
Halbuki ülkenize hakim olan dış destekli gücün, kendilerine engel ya da ayak bağı olacak güçleri, ele geçirmeye çalışması veya onların ortamını sulandırma çabası kaçınılmazdır. Bu da onlar tarafından, bu ülkede açık ya da gizli olarak organize bir şekilde yapılmıştır. ABD yanlıları, özellikle Türk milliyetçiliği üzerinde, kendi çıkarlarına yönelik hedefler koydurtmuş ve o doğrultuda, zemin oluşturulmasına çalışmıştır. Bu hedeflerin ortasında, sürekli: Komünizm, Rusya, Nazım Hikmet, Köy Enstitüleri, gibi unsurlar olmuştur. Bu olumsuz unsurlar içersinde, yani komünizmden beslenerek şartlanmış ve tütsülenmiş beyinlerin yönlendirmesinde gelişen kişiler elbette olmuştur. Bunların içersinde Türk Dünyası ve Türk milliyetçiliğine hastalık boyutunda düşman olanlar da vardır. Fakat, bunlar kadar ve hatta bunlardan daha tehlikeli olan, milli olmayan bir sermayeye boyun eğmek, hangi anlayışlara hizmet etmek idi. Siz, millileşmeyen bir sermaye olmadan, ideyallerinizi, ilkelerinizi nerelerde sürdürebilirdiniz? Olsa olsa üç beş kahvehanede, üç beş dernekte, anfi de, köşe başında... Bundan ötesi ise; güçsüz bir anlayışa doğru gitmekten öte bir şey olmayacak mıydı? Ya da adama demezler miydi: “Ayranı Yok İçmeye Atla Gidiyor (Gezmeye)........” Evet, önce milli sermaye ve güç lazımdı. Kime? Elbette Türk milliyetçilerine... Bu bağlamda, Türk milliliğine dayanan bir güç, kime lazım değildi? Bu ülkede cebi para kaynayanlara... Dikkat buyurunuz! Zenginlik kaynağını izah edemeyen, bazı sözde milliyetçilerin de, bu nedenle milli sermaye konusunda doğru dürüst sesleri çıkmamıştır. Sizler yeter ki bunu anlayınız!
Abdi İpekçi’nin yukarıda saydığımız “Soğuk Savaş” şartlarında, bilhassa Türk milliyetçiliğini kötü göstermek adına, kurban seçildiği ve bu kurbanın üzerinden büyük hedef saptırmaları ve de yönlendirmelerinin yapılacağı da aşikardı. Bu nedenle, bu tespit somut hayata indirgendi, üç beş kişilik malum kişilerin hareketinin sonucundaki bu eylem, Türkiye kamuoyundaki güç odaklarının, Türk milliyetçiliğine karşı geliştirmiş olduğu, en büyük baskı ve de basınç unsurlarından birisi olmuş ve halen de olmaktadır. Bu basınçlar, yüksek ya da alçaklık fark etmeden sürmekte ve bu basınçların oluşum merkezlerinde; ne Sibirya vardır, ne Azor Adaları ne de Basra Körfezi... Bu basınçların kökünde ve derinliğinde, hedef ve yol saptırıcılığında, aynı Vatikanda Papanın vurulması olayında olduğu gibi, CİA ve onun Türkiye’deki uzantıları ve o uzantılara bilerek ya da bilmeyerek taşeronluk eden gurup ve gurupçuklar vardır. Bu taşeronlar arasında, kendisini milliyetçi olarak gösterenler olmuşsa ya da varsa, kesinlikle deşifre edilmelidir. Üstelik böyle bir tablo içersinde, bilinçli olarak yer alanlar da varsa, bu durum daha da hızlı şekilde deşifre edilmelidir. Çünkü bu oluşumlar, gerçek Türk milliyetçiliğinin önünü tıkamak ve hedef saptırmaktan başka bir şey değildir.
Ağca olayını, sadece Türk milliyetçiliğini kötülemek için kullananlar vardır. Bunlardan başka, bir de “Derin Devlet” suçlaması yapanlar vardır. Aslında “Derin Devlet” varsa, bu ülkedeki malum sermaye, gayri Türk güçlerinin elindeyse, o zaman o “Derin Devlet” dedikleri kimin elinde olabilir ki? Yani hayatın özünde de, bir atasözünde olduğu gibi; “Parayı veren düdüğü çalıyorsa”, ekonominin patronu olan gayri Türk güçlerin, düdüğü çalması ya da çaldırması lazım değil midir? Bundan da öte, Atatürk’ten sonra oluşturulan süreçte, ülke hakimiyetinin temelini dinamitleyenlerle el ele veren gayri milli sermaye sahiplerinin, Anglo-Sakson Yahudi ittifakı çerçevesinde, hedeflerini belirledikleri ve bu bağlamda bazı görevlendirmeler yaptıkları da bilinmektedir. Öyleyse, “Derin Devlet” söylemindekiler, “Derin Devlet”in eninde sonunda, önce gayri milli sermayenin ve ondan da öte Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının denetiminde olması gerektiğini de kabullenmeleri lazımdır. Eğer, Abdi İpekçi böyle bir süreçte öldürüldüyse, Mehmet Ali Ağca bu olayların doğrudan ya da dolaylı olarak içinde bulunduysa, sürecin derinliğinin öteki ucunda da, dediğimiz yukarıdaki güç odaklarının olması lazımdır. Bu durum, ülkemizde yaşanılan siyasi hayatın, getirmiş olduğu çok bilinmeyenli denklemlerin çözümündeki yegane gücü de anlamamıza yol açabilir. Çünkü, izah etmeye çalıştığımız bu ülkedeki hakimiyet unsurlarının, varsa “Derin Devlet” unsurlarını yönlendirmeleri olayı olabilir. Sonuçta pek çok şeyin, “sahibinin sesinden” elinden, dilinden ve emirlerinden kaynaklandığı gerçeğini görmemiz lazımdır. Bundan dolayıdır ki; bu konuya yönelik “Derin Devlet” talebinde bulunanların, bu gerçeği de saptamalarında fayda vardır. Ağca’nın olayını bahane ederek hemen her yerde, birleşik cephe oluşturanların, aynı şekilde tüm cinayetler karşısında da müttefik olmaları, insanlık adına da gerekmez miydi? Örneğin Ümraniye’de tinerciler tarafında işkencelerle kesilip biçilmiş olan anne ve kızına saldıranların cezaevinden çıkmaları konusunda, Turgut Kazan denilen şahsın, sesini kamuoyunda hiç duyabildiniz mi? Yine Turgut Kazan ve benzerleri, Abdi İpekçi olayındaki duyarlılığın binde birini, Gün Sazak ve İlhan Darendelioğlu gibi hayatlarını namlunun ucunda kaybedenlere karşı da gösterebiliyor mu? Göstermiyorlarsa niçin? Yoksa onlar, ağızlarından düşürmedikleri demokrasiyle hiç tanışmadılar mı? Ya da onlar için demokrasi, kendi sokakları, kapıları ve çevrelerinin dışında kabul edemeyecekleri bir şey mi? Onlar için belki de demokrasi, kırmızı renkli, naneli bir şekerdir…
|