Şimdi kendini dünyanın jandarması zanneden bir devletin o zaman yeni kurulmuş donanması Akdeniz’den içeri girince Cezayir korsanlarıyla başı fena halde derde girmişti. l829’da Cezayir Dayı’sı kendisine borcunu bir türlü ödemeyen Fıransa’nın elçisine “dayılanıp” bir tokat patlatınca zaten bahaneye bakan Fıransızlar Cezayir’i işgal etti, Ocaklardan biri de elden çıktı. Bundan sonra Batı Anadolu delikanlılarının bir kısmının Ege’de eşkıyalığa yöneldiği ve zenginden alıp fakire veren ‘sosyal haydutlar’ın ortaya çıktığı biliniyor (Ege’de Eşkıyalar, Bize de Derler Çakıcı, Tarih Vakfı Yurt Yayınları). Gelecekte bu sosyal haydutların çoğu Yunan işgalinde Kuvayı Milliye’ye katılan kahramanlar oldu. l881’de Tunus’un da Fıransızlar tarafından işgaliyle İzmir’le Tunus’un dolayısıyla Batı Anadolu’nun ilişkileri zamanla azalarak bitti. Osmanlıların Kuzey Afrika’ya İspanyolların tacizinden bezen Mağribîlerin daveti üzerine gittiklerini de belirtelim, tıpkı Kızıldeniz’e ve Endonezya’ya kadar çağrıldıkları gibi. Cerbe adasını göremedikse de Bodrumlu Turgut Reis’in üssü olan bu adada hâlâ Osmanlı eserleri olduğunu duyduk.
Tunus 1956’ya kadar Fıransa’nın işgalinde kalmış, ilk devlet başkanı direnişçilerin lideri Habib Burgiba, Fıransa’da hukuk tahsil etmiş. Atatürk hayranı ve bizi seven birisi. Onun da karşıtları varmış, İslami bir ülkede laik bir devlet kurup kadınlara birçok sosyal haklar tanıyan önderlerin kaderi bu. Doğduğu şehirdeki bir anıt mezarda yatıyor, çevresinde Fıransızlara karşı direnen kahramanların mezarlığı var. Tunus 10 milyon nüfuslu bir ülke, çift resmi dilli, heryerde Fıransızca ve Arapça yazılar var, halkın çoğunluğu Araplaşmış Kuzey Afrikalı, iç kesimlerde Berberîler ve kıyıda da büyükçe bir Musevi azınlık yaşıyor. Devlet Başkanı Zeynel bin Abidin tarafından diktatörce yönetilmekteymiş, belli, çünkü her tarafta büyük boy fotoğrafları asılı ve iktidara geçtiği 7 Kasım sanki milli günleri gibi. Dini parti yasakmış, ama Ramazan olduğu için şarap da satılmıyor, halbuki Tunus önemli bir şarap üreticisi ülke, kadınlar istedikleri gibi giyinebiliyor, tek tük çarşaflı kadın görebilirsiniz, çoğu mahalli giysileri içinde ama yüzleri açık, bizim Erzurum ve çevresinde kullanılan Ehram’a benzeyen bir bürük bürünüyorlar. İlgi çekici mahallî kılıklar galiba bölgelere göre değişiyor, şehirlerin Medine denen tarihi sur içi kesimleri bu bakımdan daha da renkli. Medineler müze şehirler, halk burada iç avlulu evlerde yaşıyor, çarşılar ve evler iç içe. Satıcılar çok yapışkan, ısrarlarıyla müşteri kaçırıyorlar, başta dericilik olmak üzere el sanatlarını korumuşlar, söyledikleri fiyatın üçte birine iniyorlar. Türk olduğunuzu anlayınca, Mustafa Sandal, Hasan Şaş demeye başlıyorlar, şekerci ve tatlıcı dükkanları tanıdık geliyor ama her şey açıkta satılıyor, bizdeki şekerci dükkanlarındaki pırıl pırıl kavanozları burada göremezsiniz. Harusa adlı kişnişli, baharatlı soslarının kokusu insanların tenine sindiği için başkent Tunus’taki “Türk Çarşısı”nda fenalık geçirebilirsiniz ve kuskus dahil hiçbir yemekleri bize uymadığı gibi içecek bir bardak çay bile bulamazsınız. Ünlü naneli çayları da tad vermediği için üç gün sonra memleketim, memleketim demeye başlarsınız.
Tunusluların Türkleri sevdikleri fakat çekemedikleri söyleniyor, birçoğu ailesinde bir Türk bulunmasıyla övünürmüş, hatta İzmirli, Denizlili soyadlarını taşıyanlar varmış. Ancak yerlilerle biraz samimi olunca Müslümanlıktan imtihana çekildiğimizi de belirtelim. UNESCO tarafından korunmaya alınan ve Endülüs sürgünleri tarafından kurulduğu söylenen küçük Sidi Bu Sayid şehrini gezerken kendinizi İzmir’in yangından kurtulmuş Müslüman
mahallelerinden birindeymiş gibi hissedersiniz. Ne de olsa Garp Ocakları! Ahşap cumbalar, pencerelerdeki demir kafesler aynıdır, tek fark Tunus’ta bunların maviye boyanmış olmasıdır, mavi renk nazara karşı olduğu gibi sivrisinekleri de kaçırtırmış.
Fakat nazara karşı “El”e daha çok inandıkları belli. Kayravan kentinde evlerin kapı ve duvarlarında el var, Anadolunun bazı yerlerinde olduğu gibi Fatma Ana’nın eli yani. Ayrıca takı eşyasında da el motifi çok kullanılıyor. Bu Kayravan şehri zamanında İslam dünyasının dördüncü kutsal kentiymiş, Sidi Sahbe (sahabe) ve Okba camilerini geziyoruz, 1100 yıllık sanat eserleri. Sidi Sahbe camisi Hz. Muhammed’in berberi adına yapılmış, beyaz gömlekli biri ayakları kınalı çocukları sünnet ediyor, aileleri zılgıt çekiyor, bugün Kadir Günü olması sebebiyle sünnet camide yapılıyormuş, bize tuhaf gelen âdetler. Bu tuhaflıklardan biri de kasap dükkanlarının önünde asılı olan öküz başları, etin taze ve “helal” olduğunu anlatmak içinmiş, bunu görünce bu ülkede acaba leş yiyen de mi var sorusu akla geliyor.
Tunus’ta kıyılar çok bakımlı, özellikle “Turistik Zon” levhası olan bölümler, Güney İspanya’yı hatırlatıyor, peyzaj mimarisi bakımından özenilecek yerler var, ayrıca Tunus geleneksel mimarisini güncelleştirmeye gayret etmiş, çok başarılı olduklarını söyleyemezsek de bizdeki çirkinleştirme özgürlüğü burada yok, hem apartmana da rağbet etmemişler. Kumsalları tertemiz, kumları irmik helvası gibi incecik.
Kartaca’nın hüzünlü sonu
Tunus’un başkenti de Tunus adını taşıyor, aslında üç bin yıl önce kurulmuş olan Kartaca. Şehri Fenikeli pirenses Elissa kurmuş. Sur kıralının kızı, taht mücadelesini kaybedince yurdundan kaçmak zorunda kalmış ve gitmiş Mısır Firavunundan şehir kurmak için bir manda derisi kadar yer istemiş. Bu kadarcık yeri vermekte bir mahzur yok! Ama Elissa bu deriyi ipince şeritler halinde kesince bir şehir kuracak yer kaplamış. Hinoğlu hin bir Sami kavmin pirensesi bu, Eski Çağ’ın tüccar denizcileri Fenikelilerin. Akdeniz ticaretine o çağda onlar hakim. Ta Güney Amerika’ya kadar gittikleri bile söyleniyor. Bazen peşlerine takılanlar gittikleri yeri öğrenmesinler diye gemilerini batırırlarmış, Alfabeyi onlar bulmuş, ama denizdeki en ciddi rakipleri Yunanlılara kaptırmışlar. Alof, beth, gimmel, dalet’i yunanlılar alfa, beta, gamma, delta’ya çevirmişler, derken elifba olmuş, bize gelince de Alfabe. Esas yurtları Lübnan’sa da torunlarının şimdi Malta adasında oturup maltızca denen dili konuşan, ahali olduğu söylenir. Elissa nedense intihar ederek hayatını noktalamış. Bu sanki Kartaca’nın hazin sonunun da habercisi olmuş. Kartaca daha sonraki yüzyıllarda Roma ile savaşmış, hatta ünlü komutan Anibal filleriyle Roma’ya yürümüş, bunlar Pön savaşları, eskiden ilkokul ders kitaplarında bile anlatılırdı. 3. Pön savaşında Kartaca düşmüş, Romalılar şehrin arazisini tarla gibi sürüp bir de tuz serpmişler. Ama toprak altından bugün çıkartılan eserler Tunus’taki Bardo müzesinde sergileniyor. Hepsi de kendine mahsus, çok sanatlı eserler. Bardo müzesi mozayikleriyle dünyaca ünlü, son Osmanlı idarecisinin sarayı imiş. Döndük yine Osmanlı’ya, Fıransa eski sömürgeleriyle hala bağını koruyor, Mağribi göçmenlerle başı dertte olsa da. Biz niye ilgimizi kestik acaba? Gidip de Tunus’u alacak değiliz elbette. Ama bir zamanlar Türkiye’nin Afganistan’ın Orman yollarını yaptığı, Tıp fakültesini ve Pastör Enstitüsü’nü kurduğunu düşünüyorum. Cumhuriyet belki aydın yetiştiremedi ancak çok iyi teknisyen yetiştirmişti. Gerikalmışlık edebiyatıyla en az iki neslin beyninin yıkandığına bakmayın siz.
Hem hatırlıyorum çocukluğumuzda çok korsan filmi seyretmiştik, ama bizim Cezayirliler aralarında yoktu. Onları bir tek Yahya Kemal andı: Deniz ufkunda bu top sesleri nereden geliyor/Barbaros belki donanmayla seferden geliyor/Adalardan mı, Tunus’tan mı/Cezayir’den mi?... Şiir devam edip gider. Bu gazetenin Egeli okuyucularına güzel bir haber verelim: 9 Eylül Üniversitesinin Deniz Bilimleri Enstitüsü denizcilik seminerlerini başlatmış, sertifika da veriyormuş. Bir üniversitemiz halka açılabilmiş, Turgut Reisin genç torunlarından katılmak isteyen olur belki. Sahi! Bir Kabotaj Bayramı’mız yok muydu bizim?
|