Başka bir deyişle asıl amaçlarını ortaya koymak için şartlar bugünkü kadar uygun olmamıştır. Gerçi onlar hâlâ da “asıl niyetlerini” tam olarak açıklamış değillerdir. Ama bu harekât gözle görülür bir safhaya geldiği için artık gizlemeye de fazla özen göstermemektedirler. Hattâ kararlı olduklarını belirtmenin, sindirici bir tehdit unsuru gibi kullanılabileceğini bildiklerinden daha da pervasız bir tavır takınmışlar ve onlara sadık görünen kalemler aracılığıyla saldırıya geçmişlerdir.
Ancak bu noktada hemen bir soru akla geliyor. Ortak hareket kararı acaba ne kadar devam edecek? Önceleri karşılarında bir muhalefet cephesi bulunduğundan işbirliklerini pekiştirmek zorunda kalıyorlardı. Bunlara karşı direnenlerin gücünün azalması şimdi işlerinin kolaylaştığı gibi bir görüntü veriyorsa da artık “üleşme” safhasının başlaması yeni -ve belki de daha tehlikeli- rakiplerle karşılaşma ihtimalini artırmaktadır.
Direniş deyince, yalnızca ülkeleri işgale uğradıktan sonra ve başka da yapacak bir şeyleri kalmadığından, bir yeraltı savaşı yürütmekte olan grupların çabalamalarından bahsetmiyoruz. Gerçekleri görme ve gösterme gayreti içinde olan belli bir zümrenin, zalimlerin oyunlarını açığa çıkarışını kastediyoruz.
Sırtı pek, ensesi kalın, basın yayın kartellerinin reklamlarla dolu magazin dergilerini üstelik bir de para vererek okuyan, kendi halkına yabancılaşmış aydınların, daha doğrusu yarı aydınların bulunduğu ülkelerde böyle aydınlatma gayretlerinin boşa gittiği, fikir ve san’at içeren yayın organlarının ayakta durma güçlüğü çektiği görülmektedir. Bunun sonucu olarak onurlu kalemlerin “uzak farlarının” ışığı sönmekte, veya bunların ışık tuttuğu yöne bakanların sayısı azalmaktadır. Onun için küresel güçlerin soygunundan parsa toplayanların ayıplarını gizlemeye bile gerek görmedikleri bir döneme artık girilmiş bulunmaktadır.
Kişiliği gelişmemiş ve aldatılmaktan zevk duyan bir kitleye hitap eden bir medya elbette ki okuyucuların, dinleyicilerin ve o “seyircilerin” gözlerini bağlamaya uğraşacak. Zaten bunların asıl meslekleri “göz bağcılık”tır. Bu iş için ücret alırlar; hem de dolar üzerinden. Yaptıkları iş, namuslu insanlara çok ağır gelir ama onlar için en kolay iştir. Onlar petrol hırsızlarının paralı askerlerini demokrasi havarisi gibi göstermeyi severler. Vurguncular, kendi ülkelerinde bile bazı namuslu basın mensupları tarafından “işkenceci, yalancı, sahtekâr” olarak teşhir edilirken, bu bizimkiler (!) artık delilleriyle ortaya dökülmüş olan gerçekleri okuyucularından gizlemekten utanmazlar. Evet “onursuzluk” olarak rahatça tanımlayabileceğiniz bu davranışları aptallıklarından aşağılık komplekslerinden dolayı yapanlar mutlaka vardır. Ancak basındaki asıl şer cephesi, ruhunu kiraya veren, kalemini satan kişilerden oluşmaktadır. Bunlar sömürgeleşmiş diğer ülkelerdeki meslekdaşları ile birlikte zenginler kulübünün özel gazetecilik kurslarında şartlandırılmaya gönüllü olarak koşan sözde gazetecilerdir. Hele belli lobilerde biraz daha semirtilsinler de, sizlere nasıl “özgürlük ve demokrasi” dersleri verecekler o zaman görürsünüz.
Acı bir gerçektir; her yalan açığa çıktığında yeni bir yalana ayni saf insanlar inandırılmaktadır. Bunu çok iyi bilen belirli odaklar da sinsi bir sırıtışla onları sürekli olarak kandırma zevkini yaşamaktadırlar. Bu hazin manzarayı üzüntü ile seyreden dürüst ve şerefli gazeteciler ise içleri yanarak yavaş yavaş sahneden çekilmekte ve gerçeği gösterememenin sıkıntısı içinde bu konulardan uzaklaşmaktadırlar.
İşte direniş gücünün azalması diye bunu anlatmaya çalışıyoruz. Evet böyle yerlerde haksızlığa, zulme, vurguna, soyguna karşı direniş gittikçe azalır. Ne zaman?.. Ezilenler kendilerini ezenlerin yanında yer aldıkları zaman… Bu nasıl olur, neden olur? Ya onulmaz bir dert olan aptallıktan ya da çıkar sağlama kurnazlığından (!).
Bakın, bu günlerde dünyamız ıstırap içinde. Bir yanda çeşitli doğal afetlerden zarar gören, soğuktan, çeşitli hastalıklardan kırılan insanlar, açlıktan ölen çocuklar… Bunlara yapılan yardımlar bile reklam vesilesi olmuş. Öte yandan küresel işbirlikçiler oturmuşlar, yağmaladıkları kaynaklardan kimin payına ne düşeceğinin hesabıyla yeni planlar yapıyorlar. Onların birkaç petrol ülkesini işgal ile yetineceklerini mi sanıyorsunuz? Hiç şüpheniz olmasın ki bor gibi, altın gibi stratejik önemli madenleri olan ülkeleri nasıl dize getireceklerinin hesabı içindedirler. Bizde de bazı saf ya da çıkarcı taşeronların sarıldıkları “şirket devletler” kavramı boşuna mı ortaya çıktı? Dünyaya el koyma hastalığına tutulmuş hırslı patronlar, üleşme hesaplarını çoktan yaptılar. Artık gizli tutma gereğini de duymuyorlar. Bazı ülkelerdeki adaletsiz, baskıcı yönetim biçimleri de bu sömürüye zemin hazırlıyor. Buralarda halk canından bezmiş durumda. “Ha bu baştakiler olmuş, ha küresel istilacılar; ne farkı var?” şeklindeki umut kırıcı düşünceler salgın hastalık halinde ortalıkta dolaşıyor. İşte bu virüs, bu mikrop “milli devlet” kavramını kemirip tüketmekte. Yoksa sömürgeci beyinlerin “millet” kavramında yaptıkları yıkım bu kadar etkili olamazdı.
Latin Amerika ülkelerinin bazılarında “küresellik” adı altındaki sömürüye karşı çıkanlar çeşitli propaganda metotlarıyla yıpratılmakta. Kendi içlerinde organize edilmiş gruplar tarafından tökezletilmektedirler. Her an hükümet darbeleriyle karşı karşıyadırlar.
Bir ara dünyamızda ilan edilmemiş bir sömürü savaşından söz edilmekteydi. Şimdi ise gerçekleri gizleyen kırılası kalemler dışında herkes, olanları görüyor ve gösteriyor. Zaten her şey açıkça yapılmaktadır. Bazı ülkelere asker gönderilmekte, bazıları için buna da gerek görülmemektedir. Bu ikincilerde palazlanmış bir aydın (!) takımı o ülkenin bütün doğal kaynaklarının ve temel üretim kurumlarının sömürgecilerin emrine verilmesini hoş görmektedirler. Milletin en sıkıntılı dönemlerde dişinden tırnağından artırarak kurduğu bu kurumlar bir mirasyedi zihniyeti ile yabancı sermayeye terk edilmektedir. Milli sermaye diye gösterilenlerin bile aynı kafa yapısında olduğu ortaya çıkmıştır. Bütün bu işlerin devletin borçlarının ödenmesi için yapıldığı söylenmektedir. Böylece borçlananların gafleti, borç verenlerin de kötü niyeti daha iyi görülmektedir. Aslında acıklı olan, bu borçların da ödenemeyip -şimdi çok moda olan bir deyimle- ancak “sürdürülebilir bir borç haline getirilme çabasıdır.
Biz yine de soralım. “Ortak sömürü hareketi ne zamana kadar sürecek?” diye. Karşılarında direnen kalmayınca ne yapacaklar?” diye. İşte o zaman birbirini yeme süreci başlayacaktır. Asıl kavga, üleşecek ganimet kalmayınca başlar. Görelim bakalım, bu maceranın sonu nereye varacak?
|