İlkokuldayken bu seyahatnamenin çocuklar için basitleştirilmiş şeklini okumuştum. Daha sonraları Tercüman gazetesi 1001 Temel Eser serisinde bu seyahatnameyi iki küçük cilt halinde yayınlamıştı. Bu baskıda Anadolu’da Erzincan çevresi üzüm bağlarıyla birlikte anlatılır. Anadolu’yu anlatan ikinci bir gezgin de bir Müslüman, İbni Batuta Tanci (Tancalı)’dir. Polo’dan bir yüzyıl sonraki Beylikler Dönemi Türk Anadolusu’na, özellikle de Ege’deki Aydınoğulları beyliğine ve Ahi teşkilatına dair çok kıymetli bilgiler bırakmıştır (yakınlarda YKY tarafından neşredildi). Tabii ki seyahatnamelerde Avrupalı yazar ağırlığı var. Doğu’ya birçok sebepten gelenler onlar olduğu için. Bazıları elçi olduğu için tuttukları raporlar da sefaretnameler adıyla bir çeşit seyahatname sayılıyor ve tarih için iyi bir kaynak teşkil ediyor. Habsburgların Kanuni nezdindeki elçisi Busbek (Busbecq) de bunlardan. 4 ciltlik bir sefaretname bırakmış, tanıyorsunuz canım, Hollanda’ya “lale”yi götüren kişi diye bilinir. Purof. Beynun Akyavaş “Sultanîyegâh İstanbul” adlı eserinde (Diyanet Vakfı yay.) Busbek’in Osmanlılarda rütbe ve makamların ‘asalet’e göre değil ‘liyakat’e göre verildiğini yazdığını anlatıyor. Belli ki Busbek gıpta etmektedir. Demek ki işler Fıransız muhibbi bazı köşecilerin bıkmadan, usanmadan kötülediği gibi değilmiş. Sefaret mensuplarından bir katip de İngiltere’ye gönderdiği raporlarda İzmir’de kendinin Mesih olduğunu iddia eden bir kaçık hahamdan bahsetmiş. Bu katibin adı Pol Riko (P.Ricaut), haham da Sabetay Sevi, tanıdınız değil mi?.. Artık 17.yy.dayız, 1631’de Jan Baptis Taverniye İstanbul’a gelip 11 ay kalmış, daha sonra Anadolu yoluyla Revan ve İran’a gitmiş, Doğu’ya 6 seyahat yaptığı bilinen bu elmas taciri Java’ya kadar gittikten sonra Moskova’da ölmüş. Aslen Anvers’in protestanlarındanmış ve bu şehir halen de dünya elmas ticaretinin belki en önemli merkezi. Taverniye’nin “Türkiye’den Asya’ya 6 seyahat” adlı kitabı var.
Ve eşsiz Evliya Çelebi... Bu sözler ünlü Osmanlı tarihçisi Süreyya Faruki’ye aittir. Osmanlısız tarih yazılamayacağını söyleyen bu yazar Evliya’mız ile Taverniye’nin birbirlerini Urfa’da kıl payı kaçırdıklarını anlatmaktadır (Osmanlı Tarihi Nasıl İncelenir, T.Vakfı yay.) Sevimli ve nüktedan Evliya Çelebi Enderun’dan yetişmiş bir bürokrattır. 4. Murad’ın emirleriyle gezmekte, gördüklerini içtenlikle yazmaktadır. Viyana’da tanık olduğu bir beyin ameliyatı bugün bazı Türk yazarlarını nedense şüpheye düşürmekte, sanki o devirde ameliyatlarda siterilizasyon bilinirmiş gibi. Evliya’mız ”Kopuz” u ilk defa Rumeli’de görüp “beygir gibi kişner bir sazdır” diye hayretle yazmış. Rumeli’yi “devşirme” zanneden tarih cahillerine duyurulur. Nihâl Atsız’ın Evliya Çelebi’den Seçmeler adlı kitabı Milli Eğitim Basımevlerinde satılmaktadır.
I7.yy. a devam ediyoruz, bu yüzyıl Batı’nın Doğu’ya ilgisinin fazlasıyla arttığı bir zaman dilimi, müthiş bir bilgi açlığı içindeler. Bunun altında ticaret ve kâr hırsı da var ve ne yazık ki aramızda bu bakımdan fark hızla büyümekte. Özellikle Fıransız gezginler geliyor, haritacı gezgin Jan Tevno’nun Basra körfezinin en ayrıntılı haritasını çıkardığı söyleniyor. Fıransa devleti aristokratlarına deniz ticareti izni vermiştir. Basra Körfezinde Fıransız gemileri dolaşmaya başlamıştır. Ancak gemilerine kendi bayraklarını çekme izni istemektedirler. Bunun için Padişah Avcı Mehmet’in huzuruna çıkan bir asilzade padişahın yüzüne bakarak konuştuğu için huzurda bir güzel sopa yemiştir. O sırada Fıransa kıraliyet bahçelerinin botanikçisi Turnefor bir ressam ve Alman bir hekimle geliyor. I4. Lui tarafından görevlendirilen Turnefor sistematik botaniğin kurucularından kabul edilmiş. Ege adalarını ve Anadolu’yu baştanbaşa gezerek Revan’a kadar gitmiş. Niyeti Asya’nın bitki örtüsünü incelemek (Turnefor seyahatnamesi yakınlarda Pandora yayınlarından çıktı, merak edenler için). Artık 17.yy. bitmek üzeredir, I8.yy. da bir İngiliz leydisi ile karşılaşıyoruz. Eşi elçi olan bu hanım İngiltere’ye yakınlarına mektuplar gönderiyor ve İstanbul’da tanıştığı Müslüman aristokrat çevreleri anlatıyor, bu mektuplar ünlü bir kitap oluyor. “Leydi Montegü’nün Mektupları” diye biz de lise çağımızda Hayat Tarih Mecmua’sında bunları okuma fırsatını buluyoruz. Leydi Montegü Türklerdeki “Evlâtlık” edinme müessesesinden övgüyle söz ediyor ve bir de yanlış hatırlamıyorsam çobanların çiçek aşısı yaptığından söz ediyor.
Fransız ihtilâli olmuş, rejim değişmiş ama büyük ihtiraslar değişmemiştir. Fransız hükümeti Şarl Teksiye adındaki bir mimar ressamı Osmanlı coğrafyası ve İran’ı incelemekle görevlendirmiştir. Teksiye 1833–1837 yılları arasında Anadolu’yu karış karış gezer. Firig mirasını ve Hattuşaş’ı keşfeder. Arkeoloji henüz bir bilim dalı olmadığı için bilgisi kısıtlıdır ve bazı zararlara da sebep olur.
Tantalos’un mezarını bulduğunda yaptığı tahribat gibi. Ancak ressam da olduğu için çizdiği gıravürler bugün çok değerli birer kaynak. Konya Kalesi’nin Pazar kapısı gıravüründe sağlı sollu kanatlı iki melek heykeli muhteşem Selçuklu medeniyetinin bize heykel cephesinin de olduğunu anlatıyor. Gelecekte Selçuklu’nun kıymet bilmez torunlarının bu kapıyı yok edeceğini sanki tahmin etmiş. Ben Konya’yı gördüm ama böyle heykelli bir kapı göremedim. Şarl Teksiye bu gezisini “Küçük Asya” (Asia Minor) adıyla kitaplaştırmış, üç cilt hâlindedir, kitapçılarda mevcuttur.
Şarl Teksiye bir yandan gezer, bir yandan da çizerken Doğu Karadeniz bölgemizde ve şimdi sınırlarımız dışında kalan ama o zaman Osmanlı toprakları olan Selanik ve güneyindeki Teselya bölgesiyle kurulalı henüz 10 yıl olmuş Yunan devletinde bir Alman dil bilgini dolaşmaktadır. Tanınmış seyyahlardan biri değildir, adı Jakob Fallmerayer olan bu akademisyen kılasik diller uzmanıdır ama Türkçe de bilmektedir. O da bir çeşit seyahatname yazmıştır. “Doğudan Fragmanlar” adlı bu kitapla yazar 1840’ ların başında Atina’da akademik bir linçe maruz kalmıştır ve “odun kafalı Alman” gibi pek zarif övgülere mazhar olmuştur. Neden derseniz yazar o günkü (ve bu günkü) Yunanlılar için bunlar asla Elen değildir, Bizans Yunanlısıdır ve Ortodoks Kilisesinin Hıristiyanlaştırdığı Mora Arnavutları ve Teselya İslavlarıdır dediği için. Mora ayaklanması hakkında ne biliyoruz? Yunan devletini kim kurmuş yahut kurdurtmuş, bir avuç Elen mi? Yoksa Arnavut balıkçı ve gemicileri mi? Ya Tepedelenli adlı katilin bu ayaklanmada hiç mi payı yok? Yazar ayrıca Arnavutları “alfabesiz ve edebiyatsız pek geri bir topluluk” olarak nitelendirmekte. Türkler hakkında da bazen küçültücü ifadeler kullanmakta. Papaz okulundan yetişmiş bir öğrencinin bizi sevmesi zaten beklenemez. Eminim bu kitap Yunanistan’da yasaklılar listesindedir. Bizi bu kitapla tanıştıran İmge yayınevini kutlamak lazım. Fallmerayer ayrıca o dönem bir Türk-Osmanlı şehri olan Selanik’i ve Teselya ovalarındaki Konya’dan gönderilmiş Türk köylerini, onların mesleklerini ve geçim şekillerini de anlatıyor.
Nasılmış? Kimler aslında kim değilmiş? Hani şimdi torunları elini kolunu sallayarak Karadeniz bölgemizde kan örnekleri toplayanlar, esas kendi soylarına baksınlar da nasıl böyle vizesiz girebiliyorlar işte akıl bunu kabullenemiyor.
Dikkat çekici bir başka gezgin de İtalyan bahriye zabiti Edmondo de Amicis’tir. 1870’lerin İstanbul’unu “Constantinople” adını verdiği bir kitapta anlatmıştır. Bu kitap Purof. Beynun Akyavaş’ın güçlü kalemiyle çevrilip TTK ve Kültür Bakanlığı tarafından İstanbul adıyla basılmıştır. Yazar tarafsız, hatta bizden yana bir üslupla Türk evini ve Türk aile düzenini anlatmıştır. Gıpta ettiği bellidir. Gayrimüslim İstanbullular hakkındaki gözlemleri de ilgi çekicidir. Okunması gerekli bir kitap, sahaflarda bulunabilir. 20. yy. başından incecik bir anı kitabı, “Ankara Yazı”. Sovyet ressamı Yevgeni Lansere’nin gezi anıları ressam Ankara’ya Sovyet elçisi Aralov’un daveti üzerine Tırabzon ve İnebolu yoluyla gelmiş, tesadüf bu ya, Büyük Taarruz’un hemen öncesindeki günler ve İzmir’in Kurtuluşu. Bu kitap Millî Mücadeleyi küçümsemeye kalkışan bazılarına zorla okutulmalı. Belki o zaman halkın bu kutsal isyana nasıl fedakârlıkla katıldığını anlayabilirler. Bu çok değerli tanıklık Kaynak yayınlarından yeni çıktı.
Seyahatnameler pek çok ama biz ancak buraya sığabilecek bir kaç örnek seçtik. Türk Tarih Kurumu’nun bütün seyahatnameleri tanıtan kocaman bir kitabı var.
Gıravürlere gelince: Gıravürler fotoğrafın bilinmediği veya henüz emeklediği sıralarda geçmiş hakkında bize bilgi veren eşsiz hazineler, pek çok da gıravürcü var, yaptıkları çizimlerle Memaliki Osmanî’nin benzersiz sivil mimarisini, insanlarını, servilerini, camilerini, meydan çeşmelerini, mezarlıklarını, kayıklarını tasvir ettiler, bütün bu güzellikleri, masal şehirleri bir gün kaybedeceğimizi sanki bilerek. Bu gıravürlerin İstanbul ve Anadolu ile ilgili olanları birkaç cilt halinde Kültür Bakanlığı tarafından basıldı. Ama sınırlarımız dışında kalan şehirler içine alınmamış, komşularımız darılmasın diye mi acaba? Ama komşu katilleri saklıyor, kan örnekleri topluyor. Hem neden bir gıravür müzemiz yok? Bir müzemiz olsaydı Tomas Allom’un gıravürlerinden Beşiktaş’ta kocaman bir sahil sarayının varlığını, Yeniköy’deki ahşap yalıların ihtişamını, Manisa’daki bir Ortodoks kilisesinde papazlara adeta tapınan beyaz şalvarlı Hıristiyanları bir E. Flandin gıravüründen, İzmir’in muhteşem camilerinden Şadırvanaltı camisinin güzelliğini herkes görebilecekti (bu cami çok şükür halen sapasağlam duruyor). Ya J. Cook; Bursa’da Emir Sultan’ı başka kim öyle güzel tasvir edebilirdi? Bir de Antuvan Melling var neredeyse efsane olmuş bir isim, mimar ve ressam, 3. Selim’in kız kardeşi Hatice Sultan’ın yalısını tamir ederken birbirlerine âşık oldukları rivayet edilir. Bu gönül işi bir tarihi romana da konu olmuştu. Sonunda gözden düşen Melling Galata’dan yoksul bir Levanten kızıyla evlenip Fıransaya beş parasız dönmüş ve gıravürlerini satarak yaşamıştı.
İyi ki gıravürcü dostlarımız bu günleri görmedi, malûmunuz, 2. Meşrutiyet’ten itibaren biz o rüya şehirleri yol açma aşkına hızla yok ettik, Horsik, Kavafyan ve “benim işim Bizansla” diyen H. Prost gibi Osmanlı düşmanlarının ellerine teslim ederek ve sonra da bu işleri tezgahlayan belediye başkanlarıyla valilerin adlarını caddelere, kongre merkezlerine verdik.
Seyahatnameler ve gıravürler hakkında okuyucuda biraz olsun merak uyandırabildiysek ne mutlu!
|