Beyinlerimizin dumura uğraması, düşünmez hale gelmesi, çalışmaması durumunu yaşıyoruz. Dıştan bakıldığında her şey güllük gülistanlık görünüyor. Ama içte durum felaket. Pırıl pırıl gözüken beyinler, kalemler, tam bir örümcek yuvası. Parasını kim ödüyorsa onun borusunu çalan zavallılar. Birilerinin maşası olmuş bir güruh. Peki vatanını milletini seven, beyninin kıvrımlarında yabancı toz zerrelerine bile tahammülü olmayanlar? Sizce onların durumu ne? |
Onları bence iki hastalık kemiriyor. Birincisi bir başka yazıda söz etmeyi düşündüğüm nemelazımcılık; benden başkası yapsa, şu anda ben yapmazsam olmaz mı hastalığı. İkincisi ise bilmeyi öğrenmeyi istememek, daha çok bilmeye isteksizlik, bilir gibi gözükerek bilmediğini gizlemek, bilmediğini öğrenmemek için ısrar etmektir.
Bir konuyu bütün ayrıntılarıyla bilmek bir emek işidir. Öncelikle bu emeği gösterebilecek ciddiyet ve kararlılığımız yok. Çabucak bıkıyoruz, sonuna kadar bilgiyi takip etmiyoruz. Bildiğimiz konular aslında bilmediğimiz konular. En çok bildiğimiz konuda bile çok derinleşmiş değiliz. Sığda yüzüyoruz. Aksi olsaydı, bunca önemli meseleyi gerçekten bilen kişilerimiz olsaydı bu durumda olur muyduk? En azından, her gün konumuzla ilgili bir cümle öğrensek ömür boyu nerelere yükselirdik! Tabi beynin çalışması ve derinleşme için okuma alışkanlığı olması lazım. Bir yazarın bütün eserlerini okumuş kaç kişi vardır? Ya da bir konudaki bütün kitapları, makaleleri okumuş olan?
Okuma alışkanlığı olmadığı için okuduğunu derinleştirme ve bir meselenin aslına vakıf olma dirayetini de taşıyamıyoruz. Ne oluyor? Bilmediğimizi biliyormuş gibi yapıyoruz. Bu kabil insanların cirit attığı ilim, fikir ve siyaset hayatında hiç bir ciddi çözüm, ciddi eser üretilemiyor.
Bir örnek verelim; güzel olan şeylerin neden güzel, çirkin olan şeylerin de neden çirkin olduğunu hiç düşündünüz mü? Çok çabuk bir hüküm koyup o konuda kararımızı veriyoruz. Ama bu hüküm doğru mu, değil mi bakmıyoruz. Baktığımız zaman birçok konuda bildiğimizi sandığımız şeyleri bilmiyoruz. Hükümlerimizin ne kadar gelip geçici olduğunu bir görebilsek. Bir toprakta uzun süreli kalabilmenin, oraya tutunmamın tek bir yolu var; üzerinde durduğunuz zemini iyi tanımak ve ona sahip çıkmak. Biz ne yazık ki zeminimizi gözden kaçırmış durumdayız. Nerede neyimiz var ve neden önemlidir bilmiyoruz. Öyle körü körüne gidiyoruz. Önümüzü görmek, uzun vadeli planlama yapmak, gelecek yüzyılları görmek bir yana biz yarınımızı göremez olduk. Tabii olarak, daha çok okuyan, bir konuda derinlemesine araştırma yapan milletler rakiplerini geride bırakıyorlar. Bizim en iyi bildiğimizi sandığımız konular (Irak, Kafkasya, Orta Asya) aslında bilmediğimiz ortaya çıkmıştır. Ki bizden fersah fersah ilerden gidiyor, bizimle kıytırık aşiret ağalarını muhatap edebiliyorlar. Ya onlar bizi aldatıyorlardı "siz biliyorsunuz, sizin uzmanlığınıza ihtiyacımız var" diyerek yahut da biz kendimizi aldatıyorduk. Batıda uzmanlık alanlarının nasıl olduğuna bakmak birçok konuyu çözer diye düşünüyorum.
Biz doğru dürüst bir şey bilmediğimizi göremez, bilmediğimizi biliyormuş gibi davranırsak bu canhıraş mücadeleyi baştan kaybederiz. Hazırlanmak, bilmek, araştırmak, araştırma merkezleri kurmak, sivil toplum kuruluşlarını uzmanlaştırmak, her alanda daha çok bilen insanı yetiştirmektir. Kazanmanın tek yolu bilmektir. Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu? Bu topraklarda bir hayat memat mücadelesi verilecekse bu bilme ve öğrenme ile başlamalıdır. Hala çok önemli, etrafımızı çepeçevre kuşatan konuları bilme ve öğrenme yönünde bir gayret göstermiyoruz. Benim burada bahsettiğim uzmanların bilmesinden çok, önderlerin, kanaat önderlerinin, halkın kendisini ilgilendiren konuları bilmesidir. En yukarıdakinden en aşağıdakine bilmesi, nereye gittiğimizi görmesidir. Olup biten hiç bir şeyle ilgilenmeyen halkımızın, milletimizin durup düşünmesi, bakması ve görmesidir. Gördüklerini eldeki bilgilerle yoğurmasıdır. Hayatını manalandırmasıdır. Başka türlü nasıl koca hayat bir derinlik kazanabilir? “Su akar deli bakar” vaziyeti olursa korkarım geleceğimiz karanlıktır. Allah sonumuzu hayretsin.
|