Ünlem !

 

Asuman Özdemir  

Zararına satılık kelepir İstanbul


Bakmayın Göksu’nun şimdi ki haline! Cumhuriyetin ilk yıllarında ormanları, bahçeleri, derecikleri ile şipşirin bir köy imiş. Sevdalar da, gençler de bir başkaymış o zamanlar. Şimdiki gençlerin deyimiyle “yeni bir sevgili yaptım” şeklinde yaşanmazmış aşklar. Büyük aşkların yaşandığı o yıllarda Sevda Tepesi çok âşığı konuk etmiş. Vahit Bey ile Belkıs Hanım da sık sık misafir olmuşlar Sevda Tepesine.

O yıllarda Hollywood’un ünlüsü Rudolf Valentino benzerini arayan bizim Bâbıâli matbuatı hemen bir yarışma düzenlemiş. Kül rengi pelerini, gıcır gıcır çizmeleri, derin ve anlamlı bakışları ile semtin bütün kızlarının yüreğini hoplatan süvari teğmeni Vahit Bey de bu yarışmaya katılır ve kazanır. Bir anda meşhur olur ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin her tarafından yağmur gibi yağan “ben size meftûn oldum, talibiniz ve talihliniz olayım efendim” diyen genç kız mektuplarının altında ezilir. Yarışmaya girdiğine bin kere pişman olur ve ortalara çıkmamaya başlar. Sadece Belkıs Hanım ile Sevda Tepesi’nde buluşmakta, genç kızın ailesinin Vahit Bey’i istemeyişine çareler aramaktadırlar. Varlıklı bir kadın olan Belkıs Hanımın annesi Belediye Zabıta Komiseri Emin Beyin oğlu Vahit Bey’i kızına bir türlü yakıştıramamaktadır. Bu arada genç adamın tayini Bursa’ya çıkar. Çok kıskanç olan Vahit Bey Bursa’da görevde iken Galatasaray Kulübü’nde 35 yaşlarında bir adamın Belkıs Hanım ile ilgilendiğini duyar ve İstanbul’a o saat gelir. Gece Sevda Tepesi’nde buluşurlar. Buluşmada cinnet getiren Vahit Bey, Belkıs Hanım’ın kalbine iki el ateş eder, sonra da kendini vurur. İşte bu acı olaydan sonra İstanbul halkı bu tepeye Sevda Tepesi demeye başlar. Üzerinde Kandilli mezarlığının olduğu bu tepede halen iki âşık aynı mezarda yatmaktadır.
1984 yılında Suudi Arabistan Veliaht Prensi Abdullah bin Abdülaziz, Sevda Tepesi’ni almak üzere girişimlerde bulundu. 'Karşılıklılık ilkesi' gereği Suudi Arabistan ile Türkiye Cumhuriyeti arasında alım-satım imkânı yoktu. Dönemin Başbakanı Turgut Özal'ın girişimi ve Bakanlar Kurulu kararıyla Boğaz'ın bu güzel tepesine 21 Aralık 1984'te sahip oldu. “Sözü sözdü” Özal’ın, “imar izni çıkacaktı”. Bakanlar emrinde, belediye reisi emrinde iken çıkmamasına imkân mı vardı?
O yıllar İstanbul bu kadar kalabalık değil, gerçek İstanbullu ise bugüne nazaran baskın sayıda idi. İçlerinden kopan “Ah!”ı mezarlarında yatan âşıklar mı duydu yoksa Kandilli mezarlığında yatan diğer mevtalar da onlara mı katıldı bilinmez, bu yaz başında gazetelerde bir ilân top gibi patladı:
“Prens'ten zararına satılık kelepir Sevda Tepesi.”
Aradan geçen 21 yılda ne imar izni çıkmıştı, ne de Özal kalmıştı. Bedrettin Dalan ise mektep açmış çocuk okutuyordu! 27 milyon dolara satın aldığı Sevda Tepesi’ni Arap Prensi ise 20 milyon dolara satmaya hazırdı.
Ve yine o yıllar İstanbul sokaklarının Araplarla dolu olduğu yıllardı. Arabistan sokakları da bizimkilerle dolmuştu. İki kardeş münavebeli gidiyor, her akşamı bir Arabın sarayında geçiriyorlardı. Ziyaretlerde koltuklarının altından Kuran-ı Kerimi de düşürmeyen başbakan ve bakan kardeşler her görüşmesi öncesi “hayırlı olsun” eyyamında bir de “Yâsin” okurken dindarlıkları karşısında Arapları şaşkınlıktan felce uğratıyorlardı. İşte bu ulvî görüşmeler sonunda gene bir Bakanlar Kurulu Kararnamesi ile apar topar Al Baraka Türk ve Faysal Finansı kurdular.
O günden bu güne İstanbul’a göz diken bu ikinci Arap şeyhinin Abdullah bin Abdülaziz ile ne kadar yakınlığı var bilemem ama kaderde bir ortaklıkları olacağını söyleyenler hiç de az değil. Birincisinin hevesi Kandilli mezarlığının bitişiğine görkemli devâsa bir Arap sarayı ile turistik tesis yapmaktı. İkincisininki Zincirlikuyu mezarlığının karşısına dev gibi iki gökdelen dikmek. Onların da içi finans kurumları ve şirketlerle dolu olacakmış, İstanbul oralardan pazarlanıp satılacakmış! Türkiye demeye utandılar herhalde şimdilik İstanbul dediler. Ne demişti zaten baş nazır;
“- Yavaş yavaş, alıştıra alıştıra …….”
31 Mayıs 1995’te bir bahçe duvarı yapma ruhsatı ile Sarıyer ormanlarının içine Koç’lara koca bir üniversite kurduran kim?
İşgaliye harcıyla tam 300 yıllık tarihî Rami Kışlası’nı yıkan kim?
Kasımpaşa semti ile Şişli ve Beşiktaş ilçelerinin “gökdelenler ve iş merkezleri” olarak tasarlanıp nazım planları kaç yılında kimin başkanlığında geçirildiğini biliyor muydunuz?
Zincirlikuyu’da TMSF’nin tam arkasında bir arsa var. Gökdelen yapmak amacı ile şimdi o arazi kimde ve o ele geçene kadar başına gelenleri, ne amaçla elde tutulduğunu, eski sahiplerinin ne olduğunu biliyor muydunuz?
Sarayın has bahçesine otel yaptırtan zihniyet nerelerde peki?
İmza sahipleri ne haldeler?
Gökkafesin şimdiki sahipleri kim? Adı geçenler neredeler?
Sizi daha fazla merakta bırakmayayım!
Bir çırpıda aklıma gelen bu saydıklarımda RTE’nin “şehremini” olarak imzası vardı. Şimdi de baş nazır!
Bir aradan sıyrılan da bizim baş nazır!! Öyle mi?
Sakın öyle sanmayın!
Burası İstanbul!
“Ne havasına ne de kadınına güven olmaz!” derler eskiler…
Hele ki, toprağının altında yatanına, her birimize kendini başka şekilde hissettiren ruhuna asla güven olmaz!
Bekleyelim ve görelim!


www.ufukotesi.com - 11 / 2005  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.