Gerçek

 

Özdemir Özsoy  

Zamanı Tanımak


Dünyamızın, önceleri çok sıcak halde iken bir atmosferinin olmayışı, soğudukça çeşitli gazlardan bir atmosfer oluşması, bunun da belirli bir süre sonra içinde yaşayabileceğimiz hale gelişi –tabir caiz ise- ilâhî bir projenin uygulanmasından başka ne olabilir? Sırlarının pek azını, izin verildiği kadarıyla çözebildiğimiz şu “evrenin yaratılışı, insanın yaratılışından kolay mı” sanılıyor? Kesinlikle belli ki yaratıcısını bilecek, sevecek, akıl ve irade sahibi bir yaratığın bu âleme gönderilmesi istenmiştir. Aksi halde bütün bu düşünülen ve üzerinde tartışılan olayların bir manası olur muydu?

“Tabu” denilince genellikle kutsallaştırılmış ve dokunulması yasaklanmış varlıklar akla gelir. Bir toplumun töresine ters düşen davranışları benimsediği halde kendilerine karşı çıkılamayan kişilerden “tabulaştırılmış” diye söz edilir. Yıpratılmaması gereken kişilikler için de bu tabu kelimesi kullanılır. Polinezya dilinden alınan bu kelime hemen hemen bütün dillere girmiştir.
Nedense insanlar, konumundan kendilerine de pay çıkarabilecekleri kimseleri tabu olarak görmek ve göstermek isterler. Böylece bu kişiler toplum içinde öncelik almış gibi görünürler.
İsterdik ki milletlerin tarihinde, kültür yapısında parmak izi bırakmış san’atçılar ve özellikle de büyük düşünürler böyle bir mertebede görülsün. İş bu noktaya geldiğinde, acaba san’atçı mı yoksa ilim adamı mı toplumun gelişmesinde daha önemli rol oynuyor sorusu akla takılmaktadır. Gerçekten bazen bakarsınız bir san’at eseri sizi alır çok ötelere götürür. Ufuklara doğru uçar gidersiniz, eğer o inceliği yakalamışsanız. Aynı şekilde bir âlimin kendini halka, insanlığa adayıp ömrünü hakikat uğruna harcaması -görebilenler için- hayranlık verici bir iştir. Aslında iç içedir san’at ve bilim. Estetik değerlerden yoksun olanlar, nakışlardaki incelikleri yakalayamayanlar (fark edemeyenler) bilimin derin ve karışık sokaklarında da yol alamazlar. Bu nakışları işleyen yüce varlığın nefesini hissetmeden yolun doğrusu bulunamaz ki. Ezelî nakkaş nedir? Düşünmek lâzım. Burada “kimdir?” diye sormak bile edebe aykırı düşüyor. Çünkü “kim” kelimesiyle konuyu beşeri varlığımıza indirgemiş gibi oluyoruz. Onun için “nedir?” diyerek, basitleşmekten kurtulmaya çalışıyoruz.
Evet, evrenin yaratılışına yalnız madde gözüyle değil de yürekten bakanlar orada “sonsuz ilim” sahibi olan âlimin ve en yüce san’atkârın eserini görürler. Üzerinde yaşamakta olduğumuz şu dünyamızda hayatın devamlılığı için ne gibi astrofizik kurallarının yürürlükte olduğunu pek düşünmüyoruz. Ortaokul öğrencisine dünyanın ekseninin kendi yörünge düzlemiyle kaç derece ve dakikalık bir açı yaptığını öğretiriz de bu eğimde birkaç derecelik değişme olduğunda yeryüzünde hayat kalmayacağını söylemek istemeyiz. Güneşe olan uzaklığımızın kaç milyon kilometre olduğunu – hatta metresine kadar- hesaplarız da bu mesafedeki küçük bir değişikliğin başımıza ne işler açacağını düşünmek bile istemeyiz. Yörüngemizin niye çember şeklinde değil de eliptik olduğunu bilemeyiz. Onun için de yaratıcı kudreti inkâr edebilecek tıynette insanlarla her zaman karşılaşabiliriz. Hem de bu “zavallı” insanlar bütün gelişmemiş toplumlarda “ilerici” sıfatını takınarak zuhur eder.
İçinden çıkamayacağımız kadar girift olan evrenin derinliklerini bir kenara bırakalım, şu üzerinde yaşadığımız dünyanın dengeleri bozulduğunda hep beraber (hiç değilse bu konuda hep birlikte) yok olacağımızı akıl edemeyen insanlar var. Peki, onlar bu dengeleri de değiştirebilirler mi?
Bunu da yapmak isteyenler olduğunu görüyoruz. Eline silah almış izansız bir insanın küçük bir çocuk karşısında efelenişi gibi şimdi bazı gafiller bu mavi dünyayı karartmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Küresel tehlikelere karşı devletlerini koruyor gibi görünenler aslında küresel sermaye tarafından yönlendirildiklerini görmek istemiyorlar. Bilinçaltı bir güdüyle gerçeği görmekten kaçıyorlar.
Aslında bu da yaratılışın bir sırrıdır. Onlar da kendilerine verilen zamanı yine kendilerine verilen iş için harcarlar. Görünürde “büyük” adamdırlar. Ansiklopedilerde biyografileri yazılıdır. Ama gerçek manada ne san’atla ne de ilimle meşgul olduklarını gören yoktur.
Bazen kendi kendimize sorduğumuz olmuştur. Bilim adamlarının “büyük patlama” adını verdikleri olay nedir?
Şimdi bakıyoruz, görüyoruz ve diyoruz ki bu evrenin yaratıldığı sıfır anından, milyarda bir saniye sonra bütün elementler ortaya çıktı. Demek ki ölçülemeyecek kadar küçük bir zaman diliminde hepsi var oldu. Peki, bunu biliyorsak yaratıcı bir gücün irade ve emri ile varlık âleminin meydana geldiği nasıl inkâr edilir?
Yine önemli bir konu, bizim ömrümüz boyunca gökyüzüne bakıp da “yerinde duruyor” dediğimiz ve adlarını “sabit yıldız” koyduğumuz gök cisimlerinin korkunç bir hızla birbirlerinden uzaklaşmakta oluşu.
Yirminci asrın başlarında, izafiyet teorisinin (görecelik kuramı) ortaya atıldığı yıllarda, yıldızların birbirinden uzaklaşmakta oluşu yani evrenin sürekli genişlemekte oluşu henüz bilinmiyordu. Halbuki bu genişleme olayı çok önemlidir. Ne zamana kadar devam edeceği düşüncesine yol açar. Milyarlarca yıl önce başladığı söylenen bu hareketin kendi fizik-ömrü boyunca ne gibi bir serüven yaşadığı tam bilinse bile “büyük patlama” denilen olaydan önce neler olduğunu bilmek yine de mümkün değildir. Onun için, her şeyin sınırlı bir akıl ile çözülemeyeceği fakat sezgi denilen sınırsız bir yetenek ile bazı şeylerin görülebileceği öne sürülmüştür.
Akıl denilince burada elbette insanoğlunun cüz’i aklından bahsediyoruz. Yoksa “akl-ı küll” sahibi Yüce Yaratıcı için evreni yaratmanın zor olmadığına, hatta O’na “yorgunluk vermediğine” inanıyoruz. En büyük san’atçının da O olduğunu biliyoruz, görüyoruz. Bilim adamlarının asıl aradığı şeyin “zamanın başlangıcı” olduğu açıkça söylenebilmelidir. Bunu kabul edebilseler “yaratıcı kudrete” iman etmiş olacaklar. Çünkü dolaylı olarak “zaman”ın da bir “yaratık” olduğu kabul edilmiş olacak. Böylece her varlık için belirli (sınırlı) bir hayat süresi (ömür) olduğu ortaya çıkacak. Bu ömür nerede sürülecek? Bu madde âleminde yani fizik dünyasında. Zaten fizik ve matematik dünyasına gören gözle baktığımızda her işin/işlemin zaman faktörüne bağlı olduğunu görürüz. Demek ki “zaman” yokken canlı/cansız madde de yoktu diye düşünmek yanlış olmaz. O halde evrenin varlığı “zaman”ın varlığına bağlıdır, denilebilir. Zaman olmasaydı bu varlık âlemi olmazdı, demek yanlış olmaz. Zaten bu görüşe, şimdiye kadar kimse açıkça karşı çıkmış değil.
Dünyamızın, önceleri çok sıcak halde iken bir atmosferinin olmayışı, soğudukça çeşitli gazlardan bir atmosfer oluşması, bunun da belirli bir süre sonra içinde yaşayabileceğimiz hale gelişi –tabir caiz ise- ilâhî bir projenin uygulanmasından başka ne olabilir? Sırlarının pek azını, izin verildiği kadarıyla çözebildiğimiz şu “evrenin yaratılışı, insanın yaratılışından kolay mı” sanılıyor?
Kesinlikle belli ki yaratıcısını bilecek, sevecek, akıl ve irade sahibi bir yaratığın bu âleme gönderilmesi istenmiştir. Aksi halde bütün bu düşünülen ve üzerinde tartışılan olayların bir manası olur muydu?
Bütün bunları tam tarifi yapılamayan bir “rastlantı” kavramıyla açıklamaya çalışmanın boşuna bir gayret oluşu, bu tezi savunanların temel unsur olarak gördükleri “maddenin” bilimsel analizi ile de ortaya çıkmaktadır.
Bugünkü bilimin açıkladığı gibi –normal şartlarda- elektronların atom çekirdeğinden olan uzaklıklarının, varlıklarından önce belirlendiği, aksi halde yörüngelerinde kalamayacakları bilinmektedir. Ayrıca dünyamızın kendi ekseni etrafında ve güneş etrafındaki dönme hızında küçük oranda bir değişiklik olması halinde yeryüzünde hayat kalmayacağı da bilinmektedir. Öyleyse bu harika düzenin varlığını tesadüfe bağlamak, sonsuz bir zekânın fark edilemediğini gösterir.
Aslında mesele sanıldığı kadar da karışık değildir. “Neden böyle olmuş?” sorusuna “başka türlü olamayacağını” söyleyip gösterebilmek en güvenilir çıkış yoludur.
“Müsbet ilim” sayesinde bu yol bulunmuş gibi görünüyor.


www.ufukotesi.com - 09 / 2005  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.