Aykırı Bakış

 

Dr. Yusuf Gedikli  

Türkiye AB’ye niçin girmek istiyor?


Batılıların Türkiyeye verip de tutmadıkları bir değil, bir kaç, değil, onlarca, yüzlerce değil, binlerce, on binlerce söz vardır ve bu normaldir. Ancak verilip de tutulmayan sözler halk oyuna açıklanmaz. Batıcılık (batılılık değil) namına hepsi sineye çekilir. Erdoğan’ın farkı verilen ve tutulmaması pek normal olan sözü safça dillendirmesidir. Hatırlayınız, temmuz 2004’te Fıransaya 1.5 milyar dolarlık Airbus jesti! yapmıştık ve biz bunu “tam bir şarklılık” örneği olarak vasıflandırmıştık (1980 başlarında da Kenan Evrene verilip tutulmayan bir Racırs sözü vardı).

Zaman zaman arkadaşlarla konuşurken kendisini aydın olarak niteleyen arkadaşlarımızın dahi Türkiyenin AB’ye niçin girmek istediğini bilmediklerini gördük. Aydınlar (elbette sağcı aydınlardan! bahsediyoruz, solcu aydınlar! bilir) Türkiyenin Avrupaya iktisadi kaygılardan, refah seviyesini yükseltmek hedefinden veya mecburiyetten dolayı girmek istediğini zannediyorlar ve tabii ki pek çok konuda olduğu gibi yanılıyorlar.
Türkiyenin AB’ye girmek istemesinin esas sebebi iktisadi gayeler, refah seviyesini yükseltmek filan değildir. Türkiyenin AB’ye girmek istemesinin esas sebebi, kabul ettiği tek çağdaş medeniyetin batıda yani Avrupada olması ve Türkiyenin coğrafi olarak Avrupaya bitişik olmasıdır (ABD’ye bitişik olsaydı herhalde NAFTA’ya girmek isterdi).
Türkiye AB’ye girdiği takdirde cumhuriyet devrinde hedeflediği batı medeniyetini tamamiyle benimsemiş olacak. Avrupa liginde oynayacak. Birinci sınıf devletler ve halklar arasında bulunacak. Laiklik kökleşecek. İrtica, şeriat tehlikesi kalmayacak. Kadınların başları açık olacak. Kısaca batı yaşam tarzı yerleşecek. Bu arada iktisadi olarak kalkınma olursa, bu ekıstıradan bir getiri olacak.
İşte Türkiyenin ne pahasına olursa olsun, evet ne pahasına olursa olsun AB’ye girmek istemesinin esas sebebi veya sebepleri bunlardır.
Türkiye bunu bir medeniyet purojesi olarak görüyor. İki yüz yıldan beri varmak isteyip de bir türlü varamadığı çağdaş medeniyete ulaşmak olarak görüyor. Bu yüzden AB’ye girmek devlet politikası olarak tesbit edilmesine rağmen cahil milliyetçi-sağcı aydınlar bunu hükümet politikası kabul ediyor. Hükümetleri topa tutarken devletin diğer kurumlarından imdat diliyor. Bunu anlayamamalarının esas sebebi, bilgisiz, vasıfsız, düşüncesiz, çapsız birer Hacivat olmalarıdır. Halbuki Yalçın Doğan, Oktay Ekşi, İlhan Selçuk, Mümtaz Soysal, Cengiz Çandar gibi bir çok liberal-marksist yazar, Türkiyenin giriş amacını açık açık yazmıştır. Bu, zaten gizli bir şey değil. Devlet adamları da her fırsatta bunu belirtiyor. Cumhuriyet tarihini biraz bilenler de bunu bilir, anlar. Ama bilginiz, çapınız, vasfınız olmazsa, söylense bile ne anlayacaksınız? Hep yaptığınız gibi patinaj yapıp duracaksınız. Hatta bundan bir kaç ay evvel Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinde bakanlık yapmış bir kişinin dahi Türkiyenin AB politikasından haberi olmadığını gördük ve doğrusunu isterseniz hayret etmedik.
Neyse, sağcı kesim AB’nin devlet politikası olduğunu Ufuk Ötesinden öğrenmişti. Böylece Türkiyenin AB’ye neden girmek istediğini de Ufuk Ötesinden öğrenmiş oluyor.
Özetle Türkiyenin AB’ye girmek istemesi 1938’de başlayan, 1949’da Avrupa Konseyi, 1952’de NATO’ya girmekle devam eden, 1959’da Ortak Pazara girme talebi ve 1963 Ankara anlaşmasıyla süregelen siyasetin ürünüdür.

Yine Fransa

Fıransanın “Türkiye, Kıbrıs Rum yönetimini tanımadan müzakereler başlamaz” tarzındaki beyanı, bazı kalemleri çıldırttı. Hadi Uluengin, Ertuğrul Özkök, bazı hususlarda müsbet görüşler arzeden Oktay Ekşi ve daha bir çok kalem açtı ağzını yumdu gözünü. Ekşi, Şirağa “kalleş” dahi dedi (Hürriyet, 10 ağustos 2005). Fıransanın ne kadar kötü yönü varsa yazıldı. Neymiş efendim?! Fıransa Dominikteki Fıransızları kurtaran Amerikaya teşekkür etmemiş vs. vi.
Malum ve mahut gazete Hürriyet zaten daha önce ras le bol (artık boğazımıza kadar geldi) demişti (17 haziran 2005, 1. s.). Bu büyük gazete bünyesinde Murat Bardakçı isimli bir tarihçi barındırmasına rağmen rumi takvimi yıllardan beri yanlış olarak verir durur.
Başbakan Erdoğan da Fıransanın “Rumlar tanınmadan müzakereler başlamaz” açıklamasına üzüldüğünü, Şirağın geçen yıl kendisine “bu siyasi tanıma’ değildir” dediğini aktardı.
Biz ise Fıransanın tavrını normal karşılıyoruz. Fıransa kendi menfaatlerini koruyor, kolluyor. Fıransanın ne yapması bekleniyordu? 72 milyon Türke “gel Fıransada çalış, otur, evlen; Fıransaya serbest gir çık, gez toz; zaten 5 milyon Müslüman var, Müslümanların sayısını biraz daha arttır” mı demeliydi?
Hemen şöyle cevap verilecek: “Öyle düşünüyorsa söylesin.” Söylüyor işte. Daha önce de söyledi. Daha ne duymayı yahut duymamayı bekliyorsunuz. “Almayacağız” diyor, “iç politikaya oynuyor” diyorsunuz. Mecbur kalıp “alacağız” diyor, sonra ağız değiştirip hakiki çehresini gösterince “niye öyle yaptı?” diyorsunuz. Adam daha ne söylesin, daha ne yapsın? Menfaati öyle gerektiriyor. Türkiye gibi “ben AB’ye gireyim de ne olursa olsun” biçiminde düşünerek “Türkiye AB’ye girsin de ne olursa olsun” diyemez ya.
Ama bu tutum batının öteki yüzünü gösteriyor. Her şeyin olduğu gibi batının da iki yüzü vardır (Aslında her şeyin ve batının pek çok yüzü vardır ama şimdi felsefeye girmeyelim). Kıbrısla ilgili kitabımızda şöyle yazmıştık: “Şurasını iyi bilelim ki, diyalektik bir açıdan bakıldığında batılılık müsbet yönüyle zamanı değerlendirme, çalışkanlık, iş ciddiyeti ve araştırıcılık demekse; menfi yönüyle de Makyavelcilik, sosyal Darwincilik, oportünizm ve çifte sıtandart demektir.”
Batılıların Türkiyeye verip de tutmadıkları bir değil, bir kaç, değil, onlarca, yüzlerce değil, binlerce, on binlerce söz vardır ve bu normaldir. Ancak verilip de tutulmayan sözler halk oyuna açıklanmaz. Batıcılık (batılılık değil) namına hepsi sineye çekilir. Erdoğan’ın farkı verilen ve tutulmaması pek normal olan sözü safça dillendirmesidir. Hatırlayınız, temmuz 2004’te Fıransaya 1.5 milyar dolarlık Airbus jesti! yapmıştık ve biz bunu “tam bir şarklılık” örneği olarak vasıflandırmıştık (1980 başlarında da Kenan Evrene verilip tutulmayan bir Racırs sözü vardı).
Fıransanın 5 milyon Müslümana sahip olduğu, “Türkiye girerse kimliğim tehlikeye düşer” endişesi taşıdığı biliniyor. Fıransanın bu endişesine daha önce dokunmuştuk. Bu, esas ve birincil sebeptir. Lakin Fıransanın Türkiyeyi almak istememesinin tarihî bir sebebi daha vardır. O da Osmanlının ve cumhuriyetin Avrupadaki kültür merkezi olarak Fıransayı görmesi, fakat 2. Dünya harbinden sonra Türkiyenin Anglo-Sakson-Yahudi yörüngesine dahil olmasıdır. Fıransa bunu bir türlü hazmedememiştir. Degolün 1968’de yaptığı Türkiye ziyaretinden sonra Türkiye-Fıransa münasebetleri önce Ermeni faaliyetleri, sonra Kürt faaliyetleri neticesinde gittikçe gerilemiş ve halihazır noktaya gelmiştir.
Hep aynı ata oynarsanız böyle sürprizlerle karşılaşmanız doğaldır...
Fıransa şu an cihanın en itibarlı devletlerinden biridir. 2. Dünya harbinde fiilen mağlup olmasına rağmen Degolün sayesinde BM’de veto hakkını elde etmiş, harpten sonra Anglo-Sakson-Yahudi aleminin dümen suyundan gitmeyi sürekli olarak reddetmiş, 1966’da NATO’nun askerî kanadından çekilmiş (sonra dönmüş), İsraille ilişkilerini azaltmış, çekirdek silahlarına malik, kendi kültür ve kimliğini koruma ve yaymada aşırı kıskanç bir ülkedir. Son Irak savaşında Rusya ve Çinin dahi gösteremediği direnişi gösterip Amerikaya karşı çıkması kıredisini daha da yükseltmiştir.
Fıransa, İngilterenin AB’de Amerikanın Truva atı rolünü oynamasının, yani ABD’nin İngiltere ve Türkiyeyle Fransa-Almanya bulokunu dengeleme politikasının farkındadır. Ayrıca Fıransanın İngiltere, İngilterenin Fıransa alerjisi bilinmektedir. Temmuz 2005 başında Şirağın İngiltereyi iğneleyen sözleri hatırlardadır. Neticede Fıransanın Türkiyeyi istememesinin üçüncü bir sebebi de İngiltere ve ABD’nin, yani Anglo-Sakson-Yahudi dünyasının Fransa-Almanya eksenine karşı İngiltere-Türkiye tahtırevallisini oynama siyasetidir.

“Lozan 2005”

Bay Hadi Uluengin bir yazısında Lozanın 82. yıl dönümünün kutlanmasını garipsediğini, Rumenlerin Trianon, Yugoslavların Rapallo, Polonyalıların Rigaya “dokundurtmayız” demediklerini, kutlama yapmadıklarını, mesleği gereği uluslar arası politikayı yakından izlemesine rağmen bunu görmediğini, işitmediğini yazıyor (Hürriyet, 27 temmuz 2005, 24. s.).
Evvela şunu belirtelim: Bay Uluengin tarih bilmiyor ve uluslar arası politikayı yakından izlemiyor; tarih bilseydi ve uluslar arası politikayı yakından izleseydi böyle konuşamazdı.
Romanya, Yugoslavya, Polonya 1. Büyük harpten sonra 2. Büyük harpte tuzla buz olmuş, yeniden kurulmuş ve sınırları yeniden çizilmiştir. Yugoslavyanın sınırları 1992’de üçüncü defa çizilmiş, şimdiki hale gelmiştir. Sınırları iki değil, üç kere değişmiş bir devlet, mazide kalmış bir anlaşmayı niçin kutlasın?
İkincisi Polonya, Romanya, Yugoslavya (Güney Sılav) halkları ile Türkiyeyi nasıl karşılaştırırsınız? Türkler dünya tarihinde büyük rol oynamış Avrupayı titretmiş bir millettir. Müslümandır. Polonya, Romanya, Yugoslavya, Hıristiyan ve Avrupalı milletlerdir. Tarihte bir rolleri yoktur. Üçünün nüfusunu toplasan bir Türkiye etmez. Avrupa diye bir düşmanları yoktur. Yani “öteki”nden niye korksunlar?
Türklerin dünyadaki ve tarihteki rolü ile Rusya, Purusya, Avusturya arasında üç defa paylaşılan ve bir tampon olan Polonyanın; yine Avusturya, Rusya, Osmanlı arasında ezilip büzülen Romanyanın; yine Avusturya ile Osmanlı arasında çiğneme tahtasına dönen Yugoslavyanın durumu bir ve aynı tutulabilir mi? Bu ülkeler anlaşmalarına zamanında sahip çıksaydılar, hudutları iki yahut üç kere çizilmezdi.
Türkiye gibi Müslüman ve Türk olan, Avrupanın asırlardır yok etmeye çalıştığı bir devlet, aynı şeye maruz kalmadıysa, bu Avrupanın şefkat ve merhametinden değil, Türkiyenin şimdiye dek güçlü ve metin durmasındandır. “Bugüne kadar böyle oldu demek, bundan sonra da böyle olacak” demek değildir.
Türkiyenin yukarıdaki üç ülkeyle aynı kefeye konulması art niyetlilik değilse cahilliktir. Uluengin bundan sonra dünya politikasını uzaktan takip etmeli... Ayrıca Lozan da 24 temmuz 1923’te imzalanmıştır, 1924’te değil.
Bay Uluengini Türk kelimesinin Çinceden geldiğini yazan iyi bir gıri puropagandacı olarak zaten tanıyorduk.

Demokratik mücadelemiz

Sevgili okuyucular! Üç aylık sıcak bir yaz ve rehavet devresinden sonra eylül ayıyla birlikte çalışma ve okul mevsimine girmiş bulunuyoruz. Türkiyenin ne durumda olduğu zaten herkesin malumu.
Hep yazdığımız gibi vatandaş olarak bizlere çok görevler düşmektedir. Görevlerimizin en başta geleni hangi meslekten olursak olalım işimizi en iyi şekilde yapmaktır, yani meslek ahlakına sahip olmaktır. Herkes üzerine düşeni layıkıyla yerine getirirse, bulunduğumuz vaziyetten süratle sıyrılırız. Devlet memuru ve diğer ücretliler “az maaş alıyoruz” diye çalışmayı aksatmamalıdır. Aksatırsa en başta kendisinin zor vaziyeti devam edecek demektir. Kamu malını kendi malımız gibi korumalıyız, çünkü kamu malı hepimizin malıdır. Kamu malını korumazsak, meydana gelen tüketim zam olarak bize dönecektir (Biz memurken akşama kadar lüzumsuz yanan elektirikleri ve akan muslukları kapatırdık).
İkinci yapmamız gereken sorumlu ve aktif, katılımcı vatandaş olmamızdır. Her vatandaş ülkesinin meseleleriyle sadece lafta değil, fiiliyatta da ilgilenmelidir. Kendisiyle, köyüyle, mahallesiyle, müessesesiyle, memleket meseleleriyle alakalı mevzularda korkmadan, çekinmeden, kanun dahilinde hakkını hukukunu aramalı, talep ve teklif etmeli, isteğini belirtmelidir.
Memleket meseleleri hakkında düşünmeliyiz. Mesela terörü nasıl yok edebiliriz? Bu hususta herkes bir şey söylüyor. Başarılı olamadıkları terörün sürmesinden belli. Peki biz bu hususta ne düşünüyoruz? Çözüm yollarımız nelerdir? Düşünelim ve yazalım.
Geçmişte Kıbrıs meselesini “bağımsızlıkla çözelim” dediğimizde en kelli felli puroflarımız, hükümet adamlarımız, aydınlarımız!, “bu mesele 1974’te çözüldü” diyorlardı. Sonunda “çözülen” biz olduk.
Düşünmüyorsak, bir çözüm üretemiyorsak, şikâyet edip memleket meselelerini mevhum kuvvetlere havale ederek hali pür melalimizden şikâyet etmeye hakkımız yok.
Türkiyenin her sahada yeniden yapılanması hakkında kafa yoralım. Fikirlerimizi kaleme alalım. Biz bu hususta manifesto mahiyetinde bir yazı hazırlıyoruz. Başka arkadaşlar da hazırlamalı ki doğruyu bulalım.
Üstteki makalemizde naklettiğimiz “Şurasını iyi bilelim ki, diyalektik bir açıdan bakıldığında batılılık müsbet yönüyle zamanı değerlendirme, çalışkanlık, iş ciddiyeti ve araştırıcılık demekse; menfi yönüyle de Makyavelcilik, sosyal Darwincilik, oportünizm ve çifte sıtandart demektir” cümlesinin müsbet yanları olan “zamanı değerlendirme, çalışkanlık, iş ciddiyeti ve araştırıcılık” unsurlarına ehemmiyet verelim ve sahamızda en iyisi olmak için çok çalışalım.
Eski eserlerimizi de koruyalım. Şu günlerde eski eserlerimiz tamamen, bilinçli olarak yok edilmek istenmekte, nerede bir Yunan-Roma eseri varsa onarılmaktadır. Kanuni yollardan duruma müdahale edelim. 2863 sayılı “Kültür ve tabiat varlıklarını koruma kanunu”na muhalefette bulunanları TCK’nın 230. maddesi uyarınca “görevi ihmal”den mahkemeyle verme hakkımız vardır. Bunu bilelim.
Bir çok kez yazdık. Türkiye arenasında sadece küçük, çok küçük bir azınlığın sesi çıkmakta ve gündemi onlar tayin etmektedir. Halbuki biz milletin yüzde 99’uyuz, ama etkimiz sıfır. Artık bundan sonra gücümüzü gösterelim. Azerbaycanlılar “el gücü sel gücü” derler. Yeni çalışma yılında meslek teşkilatımızda, sivil teşkilatlarda da görev alalım. Sesimizi çıkaralım, duyuralım. Meslek teşkilatları çok önemlidir. Her ilin baro, tabipler birliği, diş hekimleri birliği, mühendis, mimar, elektirik mühendisleri odalarında, iş aleminin teşkilatlarında, gazeteciler cemiyetinde, sendikalarda, dernek ve hatta mahalli derneklerde vazife alalım. Sadece gündemi değil, memleketin kaderini biz belirleyelim.
Ülkeyi yönetenleri ancak bu yolla istediğimiz rotaya sokabiliriz.


www.ufukotesi.com - 09 / 2005  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.