Milli Sıtrateji

 

Dr. Alptürk Ünlü  

“KIÇ” ÜSTÜNDEKİ ÜLKE...


Demokrasi havarisi olan bazı yazar ve çizerlerin, bu ülkedeki her yaklaşımlarında Türk milliyetçiliğini öcü olarak gösterip suçlama yapmaları da, olağan yaklaşımlarındandır. Aynı zamanda toplumsal boyuttaki olayların da, hezeyana dayanan bir yaklaşımla değerlendirmesi ve bu değerlendirme de özellikle her şeyin vebali olarak Türk milliyetçiliğinin gösterilmesi de başka bir çarpıklıktır. Bu çeşit sözde yazar ve aydınların, kıç gösterme anlayış ve yaklaşımına karşı ses çıkarmaması da, olayın bir başka vahim boyutu değil midir?

Gemicilerin kendilerine özgü terimlerinin olduğu söylenir.Başüstü, başaltı, kıçüstü kıçaltı gibi...Bu terimler,onların gemilerinin yönünü de bize verir. Bu anlamda “kıç” kelimesi, sadece geminin geri tarafını tarif eder...“Kıç” kelimesi, Türkçe’nin farklı coğrafyalarında, farklı anlamları da içermektedir. Örneğin Azerbaycan Türkçe’sinde bu kelime, Türkiye, Türkçe’sindeki anlamı içermez. Şöyle ki, şahit olduğumuz bir örneği, size anlatmak istiyorum. Bir ayile meclisinde oturuyoruz. Söz açıldı ve de sonunda döndü dolaştı, sağlık konusuna geldi. Azerbaycanlı bir tanıdık, ıstıraplı bir şekilde anlatıyordu. “Kıçım çok ağrıyor.” O görüşmede bulunan bir yurttaşımız da, Azerbaycan Türkçe’sine tam anlamıyla hakim olmadığı için, ilgi ve şaşkınlıkla dinliyor ve gelişmeleri izliyordu. Azerbaycanlı yakınımız anlatmaya devam ediyor ve özellikle kıçının ağrıdığını belirtiyordu. Bunu belirtirken de, sürekli dizinin aşağı taraflarını tutuyordu.Yurttaşımız ise, Azerbaycanlı Türk’ün anlattıklarını yine şaşkınlıkla dinlemeye devam ediyordu. Fakat bir şey de soramıyor, belki de ayıp olur endişesini özünde taşıyordu. “Kıçım ağrıyor” diyen şahıs ise, ellerini bir türlü dizinin aşağısından çekmiyordu..Sonunda dayanamadım. Olayı şaşkınlıkla izleyen yurttaşımızı, bir fırsatını bulunca, bir kenara çektim:
“Bak kardeş! Yanlış anlama! Azerbaycanlı Türk, “kıçım ağrıyor” derken, dizinin altını kastediyor. Onların Türkçe’sindeki “kıç” kelimesi, bizim anladığımız manada değil. Vücudun başka bir bölgesinin karşılığı anlamındadır. O nedenle yanlış anlama! Şahıs, sabahtan beri sana, bu anlamda acılar çektiğini anlatmaya çalışıyordu. Artık ne diyeyim? İki Türk topluluğunun Türkçe kelimeleri kullanma konusunda, yüzyılları bulan ayrılık süreçleri içersinde, böyle ilginç farklılıklar oluşmuştur. Bu farklılıklar bazen böylesine hat safhalardaki anlam farklılaşmasına varmışsa da, o farkları da bu örnekteki gibi açıklayıp çözmeliyiz” dedim. Ve hep birden gülüştük...
Görüldüğü gibi, “kıç” kelimesi, Azerbaycan’da, bambaşka bir anlamda kullanılmaktadır. Bizim Türkçe’mizdeki, “Kıçı kırık sandalye” gibi deyimlerde, Azerbaycan Türkçe’sindeki anlamın bir etkisi var mıdır? İnceleme konusu olabilir...“Kıç” kelimesine yönelik açıklamalarımıza rağmen, bu yazıdaki başlığımız, acaba, terbiye sınırlarını zorluyor mu? Yoksa, bu ülkedeki bir gerçeği mi ortaya koyuyor? “Kıç Üstündeki Ülke” derken, kastımız sizce nedir? Bizim buradaki kastımızdan da öte, televizyonlarda her gece, başka bir boyutta “kıç”ını gösterenleri, topluma sürekli yansıtarak gösterenlerin, amacı ve hedefi neyle belirlenebilir? Tüm bunlara rağmen, günümüzdeki siyasal iktidarın, demokrasi anlayışı ve özellikle bu konuya yönelik demokrasisi nedir? Bu ülkenin şu andaki serdümeni, Recep Tayyip Erdoğan değil midir? Recep Tayyip’in yönetimindeki bu ülke, kıç üstündeki seyrini gün be gün ekranlararası arenada, kıran kırana yaparken, durum hangi ahvaldedir? Bu durum karşısında, Recep Tayyip Erdoğan, hangi haldedir? Türkçe’mizin biliyorsunuz, beş hali vardır...Recep Tayyip Efendi hangi haldedir? Yani, yalın mı, “e” mi, “i” mi, “de” mi yoksa “den” hali mi? Belki de hiç birisi değil! Ya da Recep Tayyip Efendi, başka bir hal de bulmuş olabilir... Nerede bulmuş olabilir? Amerika’da mı,Yunanistan’da mı, Almanya’da mı ya da hal de mi? Bence “hal” de bulmuştur. Hangi “hal” de, yani Yenikapı da mı, yoksa Rami’de mi? Kanımca Yenikapı’daki balık halinde değil de, Rami’deki meyve ve sebze halinde bulmuştur. Çünkü mevsim yaz, ibre meyve ve sebzeye yönelik. İşte o nedenle, Türkçe’nin beş haline sığamayan Tayyip Efendi, mevsim gereği sebze ve meyve haline sığınabilir.Belki de bu nedenle, birden bire Diyarbakır’da da ortaya çıkmış olabilir.
Yine yanlış anlaşılmasın, biz yazılarımızda şapkalı aksanları kullanmadığımız için, o “hali” nasıl isterseniz öyle okuyun, keyif sizindir.İster Rami civarını kastederek okuyun,isterseniz çocukluğumuzun ilkokullarında olduğu gibi “hal ve gidiş” açısından okuyun.Keyif sizindir. Ekranları, pek çok açılardan sahibinin sesi olma adına, tekelci bir ses haline getirmiş olan siyasal iktidarın, kıç göstermeye tepki göstermemesi, son derece manidar değil midir?“Kıç Üstündeki Ülke” benzetmesi, size göre neyin anlayışıdır? Uyutmanın mı, yönlendirmenin mi, yoksa asparagaslığın mı? Belki de, doyumsuz bir toplumun, bu şekilde doyurulmasının bir sonucu mudur? Malum kanalların ekranları akşamları, adeta yarışıyor. Onlardan birisi, “biz falancanın, bikinili pozisyonunu yakaladık” diyor, öteki de, “biz daha iyi yakaladık”diye bağırıyor. Acaba yakalanan nedir? Bir kuş mu, bir fare mi, yoksa başka bir şey mi? Aralarında sürekli yarışıyorlar: “Sibel Can’ı balkonda mayolu görüntüledik” ya da “Hülya Avşar’ı yatta bikiniyle yakaladık” diye...Ne kadar hazin bir tablo!..Sanki, bu ülkede her şey, Sibel Can’la başlıyor ya da Hülya Avşar’la...Sorulması gereken nokta, bu kadınların tahsilleri nedir? Bilgi birikimlerinin boyutları ve derinlikleri, bu toplumun geleceği adına, ne kazandırabilir? Fakat, bizim anlı şanlı demokrat medyamız (!) bu konulara, hiç ama hiç girer mi? Niçin girsin ki? Girerse eğer, kendisi bu girdabın içinde boğulmaz mı? O zaman, onlar da, şöyle mi düşünüyor? “Biz boğulacağımıza, bu millet boğulsun!”... O nedenle mi palavranın gölünü ve denizini, gözlerimizin önünde oluşturup, insanlarımızı oraya adeta atıyorlar ya da daldırıyorlar?Oysa, tutarlı ve gerçekten demokrat olan bir medyanın, Sibel Can, Hülya Avşar, Gülben Ergen ya da Seda Sayan ve benzerlerinin mayolarının boyutlarından ziyade, beyinlerinin içinin röntgenini çekip, toplumun önüne koyması gerekmez mi? Elbette bu gerekir. Fakat onlar bunu yaparlarsa, kendi beslenme kaynaklarını kurutacaklarını da biliyorlar...Onun için Hülya Avşar’ın bindiği yatın ekonomik boyutunu tahlil etmekten ziyade, bikinisinin ve kalçalarının yağlı mı ya da yağsız mı olduğu hususunda, görüş belirtiyorlar... Duyarsız ve de bilinçsiz ve daha da vahimi ilgisiz bir toplumdaki şahısların başına, böylesi şapkalar iyi oturuyor. Arada ne yazık ki, sizler ve bizler gibiler, kuru gürültüye gidiyoruz...Kıç göstermek, bayrak ya da sancak göstermeye de benzemez. Kıç göstermek, bir arkadaşınıza, bir komşunuza ya da bir yakınınıza, herhangi bir eşyanızı göstermeye de benzemez? Kıç göstermekteki maksat, gemicilik tabiriyle ifade edilen, her hangi bir geminin kıçı değildir. Bizim buradaki kastettiğimiz “kıç” bildiğimiz, insan kıçı, daha doğrusu, insanların bir anlamda yarısını oluşturan kadınların-bayanların, yani onların bir kısmının et olarak, toplumun önüne para karşılığında sürekli sunulması olayıdır. 2005 Türkiye’sinin yaz sezonunda, ne yazık ki, “Kıç Üstündeki Ülke” anlayış ve yaklaşımı, almış başını gidiyor...“Ulusal Kanallar” adı altında toplanmış olan Tv kanalları, sözde yayın yapma adına, işlerini güçlerini bırakmışlar ve elemanlarını, kadrolarını oluşturmuşlar, şu magazin, bu magazin palavrası altındaki yayınlarında, sabah-akşam bazı kadınların, malum yerlerini sürekli göstermeği, bir marifetmiş gibi topluma sunmaktadırlar...
Malum kanalların, günlük purogram ilanlarına bakınız ve o zaman sorunu çok iyi teşhis edebilirsiniz. O kanalların, bu konuda birbirleriyle kıran kıran rekabetini de fark edebilirsiniz. Türkiye’deki kanalların haftalık yayın listelerine bir göz gezdirin, şu listeyi oluşturabilirsiniz: Sıtar Layıf, Paparazzi, Yaz Güneşi, Renkli Hayatlar,Süper Magazin, Elifnağme, Uçan Kuş, Pazar Keyfi, Mikrofon Sende, Pazar Magazin, Tele Vole, Acun Firarda, Pazar Süprizi, Kanal D Magazin,Canlı Canlı, Genç Magazin, Haber Magazin, Tap Sekret, Magazin Dünyası, Magazin Gündemi, Renkli Hayatlar, A Magazin, Magazin Keyfi, Özel Hat bu liste üstelik eksik, daha da eklemeler yapabilirsiniz. İşte 2005 Türkiye’sinin durumu bu! Ülkemizde bu magazin yayınlarını sürekli görebilme şansınız söz konusudur! Artık, bu şans mıdır, yoksa başka bir şey midir, onu da siz takdir ediniz?!
Bu ülkede, çocuk ölümlerinin kuvözlerde, hastanelerde Edirne’den, Manisa’ya oradan da Kayseri’ye kadar ayyuka çıktığı bir dönemde; şehit cenazelerinin peşi sıra kaldırıldığı bir ortamda, “Kıç Üstündeki Ülke”nin bu anlamda reyting pirimi, ne yazık ki yine yükselmekte ya da özellikle yükseltilmektedir. Toplumu uyuşturma anlamında, uyutma anlamında, birileri de buradan müthiş paralar kazanmaktadır. Para kazanmanın, kendilerince en güzel yöntemlerinden birini sağladıklarını düşünen o şahısların, her akşam Antalya-Bodrum-Çeşme muhabbetleri, daha doğrusu bu muhabbetlerin altında “Kıç Üstündeki Ülke” imajı ile sürekli meşgul kılınması ve o ekranlara bakmaya mahkum edilen toplumun, bu anlamda yönlendirilmesi, ne kadar hazin bir durum!Tüm bu faaliyetleri yazmaya çalıştığımızda, demokrasi kisvesinin yumuşak karnına saklanacak olan bir sürü parazitin, itliğe özenerek havlamasını da duyar gibi olmaktayız.Demokrasi havarisi olan bazı yazar ve çizerlerin, bu ülkedeki her yaklaşımlarında Türk milliyetçiliğini öcü olarak gösterip suçlama yapmaları da, olağan yaklaşımlarındandır. Aynı zamanda toplumsal boyuttaki olayların da, hezeyana dayanan bir yaklaşımla değerlendirmesi ve bu değerlendirme de özellikle her şeyin vebali olarak Türk milliyetçiliğinin gösterilmesi de başka bir çarpıklıktır. Bu çeşit sözde yazar ve aydınların, kıç gösterme anlayış ve yaklaşımına karşı ses çıkarmaması da, olayın bir başka vahim boyutu değil midir?
Örneğin Can Dündar, Etyen Mahçupyan, Kürşat Bumin, Murat Belge,Oral Çalışlar gibi zat ve benzerlerinin köşe yazılarına göre gerçek ana hedeflerinin Türk milliyetçiliği olduğu yazılarında kolaylıkla görülmektedir. Özellikle bunlar ve bunlar gibi, geçmişlerinde Marksist yaklaşımı topluma pompalamış olarak, bazı zavallı insanların beynini esir alanların, sürekli burjuva-puroleterya makasında lak lak yapmış bulunanlarına bakınız! Böylesi şahısların günümüzde düştükleri çıkmaza ve bu çıkmazdaki komediyi de iyi gözlemleyiniz!..Aslında, özünde insan yüzü ve sıfatında insanlık onuru taşıyanların, düşüncelerinin yanlışlığından dolayı tövbe edip, Türk milliyetçiliğinden özür dileyecekleri yerde, böylesi şahısların, Amerikan doları ya da karşılığı boyutunda, para toplayan okullar, üniversiteler açıp, bir de oradaki gençlerin beyinlerini de kendi düşüncelerinin boyutunda esir almaları da çok enteresan olmaktadır. Üstelik Murat Belge gibiler, yani geçmişlerinde burjuva düşmanlığından beslenerek günümüze gelenler, özel üniversitelerinde burjuvanın çocuklarıyla parasal anlamda sürekli birlik olunca, neyin zevk ve mutluluğunu alıyorlar, siz tasavvur ediniz! Böylesi bir geçmişi olanların, şu anki medyada da köşe bulup, yazı yazmaları da, son derece ilginçtir. İşte bu yazılı medyanın elbette ki, görüntülü kısmının da belirli bir kafada olması doğaldır.Yani dün dolara ya da burjuvaya küfredenlerin, ceplerinde, cüzdanlarında, ya da yastık altlarında dolar ya da saflarında burjuva toplamaları, ne kadar çıkmaz bir sokak gibi görünüyorsa da, böylesi bir akımın görsel medyasının da “Kıç Üstündeki Ülke” üzerinden, dolar değilse bile lira toplaması ve para kazanması da doğal, gibi görünmektedir Peki doğal olmayan nedir? Doğal olmayan, Türk milliyetçisi olup da, şu anda bu ülkenin meydanlarının; gazete köşelerinin, özel üniversitelerinin, eski Marksist kalıntılarına bırakılması ve bu anlamda ciddi bir tavır konulamaması ve bu konularda çözüm anlamında pilan yapılamamış olmasıdır.Yine Türkiye de seçimlerin sonuçlarında, ortaya çıkmış olan milliyetçilik bazındaki, milyonlarla ifade edilen oy potansiyellerinin ise, sadece ve sadece kuru gürültü pozisyonuna düşürülmüş bulunmasıdır. Bu o kadar acı bir durumdur ki, Kerkük’ten, Kıbrıs’a, bu ülkenin iç ve dış politikasında, yanlış adımlar atmanın, zevkini en üst düzeyde yaşayarak, beslenenlere karşı da, tavır alınma becerisinin gösterilememesi de, olayın bir başka hazin yönünü oluşturmaktadır.
BİKİNİ Mİ, HAŞEMA MI, MAYOKİNİ Mİ, HAŞAKİNİ Mİ?
2005 Türkiye’sindeki, gizli mücadelelerden birisi de, bu boyutta yaşanmaktadır. Bikini adı verilen, batı patentli giysinin yanı sıra, yine kökeni Türkçe olmayan Haşema adlı giysinin de günümüzde sılıoganlaşıp, bayraklaşması, bu ülkede insan bedeniyle orantılı bir şekilde gündem oluşturmaktadır. Ayrıca dini kullanan sermaye sahiplerinin, doğal bir sonuç olarak kazançlarına paralel bir şekilde, tüketimde kendilerinin ve ayilelerinin de geniş bir yer sahibi olduklarını görüyoruz.. Bu aşamada, haşema kültürünün de oluşmasına imkan tanındığını da fark ediyoruz. Bunun sonucunda bu ülkede, yaz sezonunda yaklaşık yüz bin civarında tesettür mayosunun satıldığını öğreniyoruz. Yani şimdi, bir tarafta haşema, diğer tarafta bikini... Bunlar birilerinin istediği uç noktalardır. Bunlardan ötesi ve bunların orta noktası yok mudur?Aslında buradan kastımız, bazı farklı anlayışların kök bulduğu düşüncelerin boyutunda,Türk merkezli bir ortak nokta yok mudur? Eğer varsa, niçin bu toplum bu noktada buluşturulmuyor da, uç noktalara doğru,özellikle itiliyor ya da taşınıyor?Acaba bunu, birileri mi istiyor? Geçmişlerinde bayan eli sıkmayanların ya da yaşantılarında, haremlik-selamlık pozisyonunda yer alanların bazılarının, şu anda bu ülkede gelmiş oldukları yer itibariyle pozisyonları da, son derece ilginçtir. Fakat Türkiye’de bu konumda olup da, siyasal iktidarın tepe noktasında bulunanların, kendi kız ve hanımlarının giysilerine baktığımızda kendi anlayış ve düşüncelerinden vazgeçmediklerini görmemize rağmen, ekranlardaki “Kıç Gösterisi”ne yönelik yozlaşmaya ses çıkarmamaları da, son derece ibret alınması gereken bir nokta değil midir?Yoksa iktidar sahipleri, toplum veya yandaşları adına, takiye mi yapıyorlar? Ya da Türkiye’deki toplum, iyice yozlaşsın diye mi bekliyorlar?
Evet, Antalya-Bodrum-Çeşme adları, size ne çağrışım yapmaktadır? Demokrasi çağrışımı mı? İnsan haklarının çağrışımı mı ya da hepsinden öte, toplumun uyutulmasının, uyuşturulmasının ninnisinin söylenmesinin, çağrışımı mı?Ben bu yaşıma kadar, ne Antalya’yı, ne Bodrum’u ne de Çeşme’yi gördüm. Hele bu şehir ve kasabalardaki yaşantının yazılı ve görsel basına yansıyan kısmıyla ilgimiz de zaten hiç olmadı. Olmasına da gerek yok...Fakat bu millete, altmış yıllık demokrasi masalı altında sürekli zenginleşecekleri, köşe olacakları anlayışını vermiş olanlar ve halen de verenler olmaktadır. Bunlar hepimizin malumudur.Yani: “Küçük Amerika olma”, “köşe dönme”, “bir koyup üç alma”, “bir araba”, “bir ev” anahtarlarına sahip olma anlamında...Elbette bazı insanların da, kısa yoldan emek harcamadan, zenginleşmeyi kendilerine hedef almış olmalarından dolayı, bunun cezasını yine onlar ve onlardan gelen nesiller çektiler...Kendilerine kurtarıcı olarak sunulan,Menderesleri,Demirelleri,Özalları,Yılmazları,Çillerleri, Erbakanları,Erdoğanları görerek ve onların nesillerinin zengin olduklarını öğrenerek çektiler ve de çekiyorlar...Yani bu hayatta kimse kimseye karşılıksız bir şey veremez, bu verme palavrası, bu ülkede oyun olarak yine oynanıyor. Şimdilerde bu palavra malumunuz, bilinen insanlar eliyle topluma aktarılıyor. Bu el neyi gösteriyor? Kısaca: “Olmayacak duaya amin” demeyi...Bu dua nedir? Avrupa Birliğine gireceğimiz ve girdiğimizde, insanlarımızın köşe olacağı hususudur. İşte böylesine anlayışlarla yönlendirilen bir toplumun, yaz sezonu da, Çeşme’de, Bodrum’da, Antalya’da “turist nasıl avlanır” ya da “falanca kadın nasıl tavlanır” palavrası altında, “Nataşa” ya da “batılı kadın” görüntüleri de ekrana bindirilerek, toplumun yönlendirilmesi, bir ölçüde uyutulması şeklinde sağlanmaktadır. Belki diyeceksiniz: “alan memnun, veren memnun, size ne?” İş, o kadar basit değil! O zaman her şeyi “alan memnun, veren memnun” edebiyatına sokarsak, ne düşünce üretmeye, ne köşe yazarı olmaya, ne de politikacı unvanını taşımaya gerek vardır. Yani her iş için o zaman kolayca dersiniz: “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!..”
Dikkat buyurun, bu sılogan batıdan kaynaklanmıştır. Fakat ne ekonomi, ne kültür, ne sanayi ne askeri, ne de siyasi anlamda aynı batı; ne “bırakınız yapsınlar” diyenlere geçit veriyor; ne de “bırakınız geçsinler” diyenlere izin veriyor...Bunun somut olarak yakın dönemdeki ispatı da: Irak gerçeğidir. O ülkenin insanları, kendi kaderini bile kendileri çizemiyor. Gerçi, dünkü süreçlerde de Ortadoğu hep böyle değil miydi? Elbette böyleydi...Bunun somut kanıtı için de, açın atlasları ve bakınız bazı ülkelerin masa üzerinde çizilmiş olan sınırlarına..Aynı zamanda bakınız tüketimin küreselleşmesine, fakat üretimin uluslarüstü anlamda tekelleşmesine...Ülkemizdeki küreselci tüketim, 2005 yılında haşemayla bikiniyi yarıştırıyor, göğüs göğüse...Ha bir taraf önde, ha diğer taraf...Peki öyleyse, ayaklar altında kalan kim? Eğilip bakınız göreceksiz1 Yerde yatanlar, ayaklar altında kalanlar, çiğnenenler, ezilenler ve geleceği kararanların hiç biri arasında, Türklüğe düşman olanlar yoktur.Onlar köşelerinde, kelimenin tam anlamıyla, “köşe” ya da “dört köşe” olmuşlar, belki sırtaki yapıyorlar, belki dans ediyorlar ve dans ederlerken üzerinizde adeta tepiniyorlar ya da tepinenlerin çanaklarını yalıyorlar. Öyleyse bu ayaklar altına düşürülenler kimlerdir derseniz?!.


www.ufukotesi.com - 09 / 2005  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.