Bütün bunlar AB’nin halk nazarında zayıfladığını, gevşediğini aşikârca gösteriyor. Ama buradan hareketle “AB dağılacak“ demek şu an için gerçekçi bir öngörü değildir. Nitekim Şirak ve Şöreder her zamankinden daha fazla AB’ye sarılmış gözüküyor. Ancak bu tavırları bile AB’nin zayıfladığının başka bir göstergesidir.
Bilhassa Fransa referandumunda Türkiye faktörünün etkili olduğu biliniyor. Fransa, mazide İslam memleketlerini sömürdüğü için yoğun bir Müslüman nüfus barındırıyor. Şu anda 60 milyon civarındaki Fransa nüfusunun takriben 10’da biri, yani 5-6 milyonu Müslümandır. Müslümanlar sadece göçmen Fransa vatandaşlarından ibaret değildir. Coğrafi yakınlığıyla da İslam din ve kültürüyle temas halinde olan Fransada Müslümanlık gittikçe yayılmaktadır. Müslümanlığın su katılmamış bir Tanrı kavramına sahip olması, tek kutsal kitaba malik olması, ruhani sınıfın olmaması, insanı doğuştan günahsız sayması, bütün peygamberleri tanıması, barışçı olması, Fransızların Müslümanlığı benimsemesinde rol oynamaktadır. Türkiye girdiği takdirde Fransız kimliğinin tehlikeye düşeceği fikri, Fransız vatandaşını ürkütmektedir. Neticede Fransanın Türkiyeyi istememesi kendi açısından çok da haksız değildir.
Almanyada yapılacak erken seçimlerden de Hıristiyan Demokratların galip çıkacağına kesin gözüyle bakılıyor. Hıristiyan Demokratlar Türkiyenin tam üyeliğine karşı olmalarıyla tanınıyor.
AB şu anda 25 ülkeden oluşmaktadır. Romanya, Bulgaristan, Hırvatistanla 28 üye olacaktır. AB, üye olmak istediğini beyan eden Ukrayna, üye olma ihtimali kuvvetli olan Sırbistan-Karadağ Devlet Birliği ve Makedonyayı da aldığı takdirde 31 üyeye ulaşacaktır. Bosna-Hersek, Anavutluk gibi Müslüman ülkelerin girmesi de mümkündür (3-5 milyon Müslümanın AB’de olması, denize mürekkep şişesini boşaltmaktan farksızdır). Farzımuhal Türkiye de üye olursa sayı 34’e yükselecektir (Sadece Norveç, İsviçre, Beyaz Rusya ve Rusya Federasyonu AB dışında kalmış olacaktır).
Bu durumda AB zirveye ulaşacaktır. Ancak unutulmamalıdır ki, zirveler duraklama ve aynı zamanda gerileme noktalarıdır. AB’nin zayıf tarafı büyümesindedir. Bir birlik (müessese) ne kadar büyürse, o kadar küçülme riskine maruz demektir. Öyle bir halde AB dağılmasa bile eski AB olmayacaktır. Şu andaki vakıalar da bunu göstermektedir. Özetle Türkiyenin “beni alın“ diye diz çöküp sürünmesine gerek yoktur.
Avrupa kıtasıyla organik (toprak) bağı olmayan İngiltere, büyümüş yavrusu ABD’yle dayanışarak AB’ye her fırsatta çomak sokmaktadır. France Soir gazetesinin “İngiltere ’böl ve yönet’ politikası izliyor“ demesi yabana atılacak bir tesbit değildir (Hürriyet, 8 haziran 2005, 18. s.).
MÜHİM NOT : AB, Hürriyet, insan haklarına riayet ve ve ekonomik refah demektir. Ancak batı Türkiyeye karşı haçlı zihniyetinden bir türlü kurtulamadığı için (oysa Türkiye tersi zihniyeti çoktan terketmiştir) Türkiyeyi sonu belirsiz bir yolda sürekli oyalamakta ve sömürmektedir. AB’nin Türkiyeyi tam üye yapacağına, Türkiye hakkında iyi niyetli olduğuna ve olacağına inansak, biz de AB taraftarı olurduk. Bunu daha önce de yazdık (Bakınız Ufuk Ötesi, ekim 2004).
BOP ve ılımlı İslam
Amerikanın Kuzey Afrika ve Genişletilmiş büyük Ortadoğu purojesinin evveliyatının 2. Dünya savaşına kadar indiğini yazmıştık. O zaman baş rolde İngiltere vardı ve purojenin adı Ortadoğu paktıydı. Sadık ve kıraldan fazla kıralcı müttefik Türkiye, İngilterenin hemen sağ yanı başındaydı. Türkiye o zaman Yunanistan hariç, bütün komşularıyla, Arap ve Üçüncü Dünya ülkeleriyle İngiltere ve batı adına bozuşmuştu.
Büyük Ortadoğu purojesinin amacı ABD-İsrail ve AB sermayesinin Ortadoğu ülkelerini iktisadi-kültürel yönden hakimiyeti altına almasıdır. Çünkü kuvvetli olan onlardır. Tabii ki bunun için serbestlik, yani demokrasi lazımdır.
ABD eski dış işleri bakanı Kolin Pavıl (Colin Powell), geçen yıl Türkiye için bir İslam cumhuriyeti ifadesinde bulunmuş, tepkiler üzerine bunu tashih etmişti.
Pavılın ifadesi tesadüfi veya dil sürçmesi değildi. Bilinçli olarak söylenmişti. Sebebi ABD’nin Türkiyeye Ortadoğuda öncü rolü biçmesiydi.
Meşhur Hantington’un (Samuel Huntington) 27 mayıs 2005 tarihli gazetelerde yer alan demeci de bu rolün kabul ettirilmeye çalışıldığının devamı sayılabilir. Hantington, Türkiye için üç seçenek görüyor. 1. AB 2. İslam dünyasına liderlik 3. Kendi yoluna gitmek.
Huntington, Türkiyenin AB’ye alınmayacağını söylüyor. O zaman geriye iki yol kalıyor. İslam dünyasına liderlik ve kendi yoluna gitme.
Hantington’un İslam dünyasına liderlikten kastı, BOP’u gerçekleştirmek için Türkiyeyi öne sürmekten başka bir şey değildir (Bizim görüşümüz Türkiyenin herkesle iyi, güzel, barışçı ilişkiler kurarak kendi yoluna gitmesidir. Tabii ki bunu Hantington söylediği için yazmıyoruz. Yeri geldiği için yazıyoruz. Daha önce de yazmıştık. Görüşümüz eskiden beri bu yöndedir).
Ancak Türkiyenin şu anki rejimiyle Ortadoğuda rol alması kabil değil. Bunu ABD de, Türkiye de biliyor. Yani Türkiye bu vaziyetiyle Ortadoğuya model olarak gösterilemez. O halde şu anki mevcut aşırı laik rejimden daha ılımlı bir rejime geçmesi lazım ki Arap ve gayri Arap ülkeleri nezdinde bir rol oynayabilsin. İşte ABD’nin Türkiye için ılımlı İslam modelini öne sürmesinin sebebi budur.
ABD, “BOP’u gerçekleştirebilir” diye İslami yönü ağır basan AKP iktidarını biçilmiş kaftan olarak gördü ve destekledi. Ancak ABD’nin bu konudaki beklentisi tam manasıyla gerçekleşmedi.
Birincisi AKP, şu ana değin ABD’nin taleplerini ya yerine getirmedi (birinci tezkere olayı) ya da isteksiz şekilde yerine getirdi (İncirlik üssünün kullanılmasının uzatılması olayı). ABD’yi idare eden İsrail ile bozuştu. Ancak kahve sohbetleriyle devlet idare edilemeyeceği için İsraille ilişkileri düzeltmek mecburiyetinde kaldı. Hem Gül, hem Erdoğan İsraili ziyaret etti (İsraille bozuşmak o kadar kolay değildir. Ecevitin Şaronu eleştirdikten sonra dört kere özür dilediğini unutmayalım).
İkincisi Türkiye de Ortadoğu ülkelerinin demokratikleşmesini desteklemekle birlikte, hem ABD’nin anladığı ve Arap ülkelerinin kabul edebileceği manada model olmadığı ve olamayacağı için, hem de 1950’lerin piyon politikasını uygulamamak için haklı olarak bundan kaçındı ve kaçınıyor. Yani 1950’lerdeki gibi dış politika sahasında tuzağa düşmüyor.
Esasına bakılırsa Ortadoğu ülkelerinin demokratikleşmesi iyi bir düşüncedir. Bugün artık demokratik rejim dışında bir rejim insan haysiyetine uygun olmadığı gibi, dünya konjonktürüne de uygun değildir. Bir ülke hür değilse, o ülkeden hiç bir ilerleme beklenemez. Yani iktisadi, sınai, ticari, ilmî, askerî, fikrî olarak kalkınmak için hürriyet şarttır. Lakin demokratik rejimin bir ülkenin eliyle veyahut zorla empoze edilmesi de doğru değildir. Demokrasinin olması ve gelişmesi için sosyo-kültürel ve sosyo-iktisadi alt yapının olması gerekir. Ortadoğu ülkeleri ise şimdilik buna hazır değildir. İlaveten Irakın işgali, kendi pilanına ABD’nin bizzat vurduğu en büyük darbedir.
BOP’un gerçekleşmesi için daha uzun bir müddet gerekiyor.
Yabancılara toprak satışına izin veren kanunun iptali
Anayasa mahkemesi 14 mart 2005 günü yabancılara toprak satışına izin veren kanunu iptal etti. Gerekçe olarak milli menfaatlerin yeteri kadar korunmaması gösterildi ve bu kararın yabancılara toprak satışını tamamiyle ortadan kaldıran bir karar olmadığı, bilhassa vurgulandı. Yani daha sağlam bir kanun çıkarsa, iptal edilmeyecektir. 1987’de anayasaya aykırı olan kanun 18 sene sonra anayasaya aykırı olmayabiliyor.
Yabancılara toprak satışına izin veren kanun bir önceki hükümetin iktidarında, 1 ağustos 2002’de çıkarılmıştı. 2003’te AKP hükümeti tarafından genişletilmişti. Toprak satışıyla tepkiler başlamış, gittikçe yoğunlaşmıştı. İptal için Anayasa mahkemesine yapılan itiraz, uzun bir zaman sonra nihayet görüşülebilmiş ve karara bağlanmıştır. Anlaşılan siyasi irade veya hukuki irade, 17 aralık 2004’ü, yani Türkiyenin AB’den tarih almasını beklemiştir. Ucu açık tarih alındıktan (!) sonra davaya bakılmış, kanun lütfen iptal edilmiştir. Radikal mevkutesinin 15 mart tarihli manşeti gayet manidar ve gayet doğruydu. Gazete “Anayasa mahkemesinin en mahcup kararı” olarak başlık atmıştı. Başkanın ifadeleri de kanunun Anayasaya aykırı olduğunu, ancak kamu oyu ve Avrupa baskısı karşısında mahcubiyet duyulduğunu gösteriyor. Şayet kanun yoğun bir muhalefetle karşılasmasa idi, galip ihtimalle böyle bir karar alınmayacaktı. Çünkü iptal baş vurusunun üzerinden iki yıla yakın bir zaman geçmişti.
Neyse, yine de hiç yoktan iyi bir karar!..
Bu arada Erdoğan Erikçi isimli vatandaşımızın yabancılara toprak satışını purotesto etmek için şubat-mart aylarında Gaziantepten Çanakkalenin Lapseki ilçesine yaptığı yürüyüşü anmadan geçmeyelim. Sayın Erikçinin zorlukları göze alışını teslim edelim, cesareti için tebrik edelim ve bu hareketin diğer vatandaşlarımıza örnek olmasını da temenni edelim.
NOT 1: Yazıyı yazdıktan sonra gazeteler Anayasa Mahkemesinin iptaline rağmen toprakların satılmaya devam edildiğini yazdı. Rahşan Ecevit, aynen misyonerlik meselesinde olduğu gibi yabancılara toprak satışına “vatan satılıyor” feryadıyla karşı çıktı (Yeniçağ, 15 mayıs 2005, 1. s.). Oysa kanun, kocasının başbakanlığında çıkarılmıştı.
NOT 2 : Yazıyı mart ayında yazmıştık. Yer yokluğundan şimdi yayımlayabiliyoruz.
Sümerbank davasında verilen ceza
2 haziran 2005 tarihli gazeteler Sümerbankı zarara uğratmakla yargılanan Hayyam Garipoğlunun 27 yıl 3 ay 15 gün hapse ve yüklü bir para cezasına mahkum olduğunu yazdılar. Ceza dolandırıcılık ve zimmet suçlarından dolayı verildi. Ancak Hayyam Garipoğlu o günden bu güne dek hâlâ yakalanamadı.
Aynı günlü Hürriyet gazetesinin yazdığı gibi bu karar yolsuzluk davalarında şimdiye değin verilen ikinci yüksek cezadır. Daha önce Ali Balkaner, İnterbankı zarara uğratmaktan ağır bir cezaya çarptırılmıştı.
Mahkemenin kararı çok anlamlıdır. Yolsuzlukların üzerine böyle gidildiği takdirde bir yere varılabilir. Şimdiye kadar olduğu gibi “yapanın yanına kar kalsın” mantığıyla gidilirse, ortaya bugünkü Türkiye tablosu çıkar. Bilindiği gibi daha evvelki yolsuzluk davalarında kişiler ceza evi yerine hastanede yatıyor, bir kaç ay sonra elini kolunu sallaya sallaya aramıza karışıyordu. Güya bununla yolsuzluk önlenmeye, sosyal ve hukuk devleti gerçekleştirilmeye çalışılıyordu?!.
Ama kuşku içindeyiz. Acaba bu kararlar tatbik edilebilecek mi?
Büyük şirketlerin satışı
Son zamanlarda ülkemizde büyük şirketlerin özelleştirme gerekçesiyle satışa çıkarıldığını görüyoruz. Bunların içinde Tüpraş, Ereğli Demir Çelik, Seydişehir, Telekom, Türksel (Turkcell) gibi dev ve sıtratejik diyebileceğimiz, devlete ve özel sektöre ait şirketler de var.
Özelleştirmenin gerekli olduğu bütün dünyaca kabul ediliyor. Tabii ki Türkiye de bunun dışında kalamaz. Ancak böyle dev ve sıtratejik şirketlerin yabancılara değil yine de yerli kişi ve kuruluşlara satılmasına dikkat edilmelidir. Hükümet şirketlerin yerli kişi ve kuruluşlara satılmasını teşvik edici ve kolaylaştırıcı uygulamalara gitmeli, yalnız bunları sağlam kayıt ve şartlara bağlanmalıdır. Aksi halde kıredi kullanıp banka satın alanların hem kırediyi ödememe, hem de bankayı batırma gibi çifte yolsuzluğuna maruz kalınabilir.
Bulgar Telekomunun ihaleyi iki kere kazanan Koç holdinge verilmemesi, sırf güvenlik sebebiyledir. Oysa Koç holdingden Bulgaristana bir zarar gelmezdi (Ama Bulgarlar bunu nereden bilecekti?).
Vaktiyle Mersindeki Ataş rafinerisinin Kıbrıstaki kırizler esnasında hemen vanalarını kapattığını hatırlatalım.
Sıtrateji kelimesinin tükenişi
Sovyetler yıkıldıktan sonra en çok kullanılan kelimelerden biri de sıtrateji oldu. Son bir kaç yılda ise sıtratejik araştırmalar tamlaması kulağı tırmalar hale geldi. Her yerde bir sıtratejik araştırmalar enstitüsü ! veyahut sıtratejik araştırmalar ! merkezi kuruldu.
Bir şirketin desteklediği ASAM (Avrasya sıtratejik araştırmalar merkezi), dış işleri bakanlığı, İÜ ve son olarak Erzurum AÜ’nün kurduğu üç SAM (sıtratejik araştırmalar merkezi), Cumhuriyet gazetesinin oluşturduğu TUSAM (Türkiye ulusal sıtratejik araştırmalar merkezi), son günlerde kurulması düşünülen TASAM (Türkiye Avrasya sıtratejik araştırmalar merkezi), sıtratejik! araştırmalar! yapan kuruluşlara örnek gösterilebilir (Sıtratejinin Osmanlı Türkçesinde karşılığı sevkülceyş idi).
İnsanın bütün bunlara bakarak Türkiyede güzel bir şeyler olduğunu düşüneceği geliyor. Oysa ortada hiç bir şey yok. Türkiyenin 31 yıldır Kıbrısta ne hallere geldiği malum. Avrupaya 1938, özellikle 1952’den sonra nasıl diz çöktüğü malum.
Bunlardan sadece ASAM bir kaç faydalı kitap yayımlamıştır. TUSAM’ın notunu yayın organı olan Cumhuriyet Stratejide yayımlanan “Türkiye bağımsız bir devlettir” (12 temmuz 2004) ve “Avrasyanın kaderini Türkiye belirleyecek” (19 temmuz 2004, 1. s.) başlıklarını okuyunca vermiştik (Sen kendini bağımsız sanmaya devam et. Türkiyenin ve Kıbrısın kaderini belirleyemiyorsun, kaldı ki Avrasyanın kaderini belirleyeceksin).
Diğerlerinin bir şeyini henüz görmedik.
Bizce Türkiyenin her alanda yeniden yapılanması gerekir. Bunun için de think tank denilen kuruluşlara şiddetle ihtiyaç vardır. Ancak bu, şu anda sıtratejik! kelimesini içeren kuruluşların işi değildir. Bu, yeni bir hedef, yeni bir vizyon, yeni bir bakış, aykırı bakışla çözülebilecek bir meseledir. Yoksa cafcaflı sıtratejik araştırmalar tamlamasıyla bir yere varılamaz. Netice olarak bizim düşündüğümüz tarzda bir kuruluşun adı kesinlikle sıtrateji kelimesini barındırmamalıdır. Bu kelime artık bitmiştir.
Yorumsuz
3 haziran günü tv’ler Telsimin 6.5 milyon abonesi olduğunu, devlete bunun 1.3. milyon adedinin bildirildiğini haber verdiler.
|