Bu cenazelerde hep bildiğimiz görüntüler, bilinen acılar ve malum hüzünler yine yaşandı. “Ateş düştüğü yeri yakar” sözleri, bir kez daha, Türkiye’deki bazı evlerin gündemine oturdu. Fakat bu gündeme oturma, sadece olaydan mağdur olan insanlar ve yakınlarının çevresinde kalmaktadır. O nedenle ülkemizde, bir kez daha gerçekten, ateş düştüğü yeri yakmıştır.
Aslında bu pozisyon, ülkesinin kaderiyle doğrudan ve bilinçli olarak ilgilenmeyen insanlar için, ibret verici bir durumdur. Ülkesinin sorunlarını, sadece mahalle veya kahvehanelerdeki konuşmalardan ya da benzeri tavırlardan öte götüremeyen bir anlayışın, bilinç düzeyinden beslenen insanların başlarına, böylesi bir durum gelince, olay daha da vahim hale gelmektedir.
Onlar, birden bire evlat ya da kardeş acısıyla, ateşin içersine düşünce, feryadı figana ya da göz yaşına boğuluyor ve yürekleri ateşler içersinde korlaşan bir yumak haline gelmeye başlıyor. Bu korlaşan ateşi yüreğinde hissedenler, kendilerinden çok daha önceleri, bu yola düşürülmüş olanların acısıyla, hüznüyle, artık kolaylıkla karşılaşıp, onlarla aynı acıların düzlemlerinde bütünleşebilmektedirler. Acıyı bal etmeye çalışan bu insanların çocukları, artık başka diyarlardadır. Duydukları acı ve ıstırap tarifsizdir ve bu acı içlerine, iliklerine öyle bir sinmiştir ki, ölene kadar da, bu acı ve hüznü yaşayacaklardır.
Acaba, yakınları şehit düşenlerden hangisi, Boğazlıyan Kaymakamı Şehit Kemal Bey’in adını duymuştu? Şehit acılarını, şimdi yüreklerinde duyanlardan kaçta kaçı, Türklük uğruna bu topraklarda kanlarını, 1980 öncesinde oluk oluk döken genç insanları hatırlıyordu? Canlarını Türklük uğruna kaybeden gençleri hatırlayanlar varsa, bu konuda ne yapmışlardı?
Ayrıca PKK kurşunlarına, sadece Türkiye Cumhuriyeti mensubu oldukları ve görevlerini yerine getirdikleri için öldürülen Türk askerleri, öğretmenleri, mühendisleri ve benzerleri hakkında, her hangi bir yerde, ne tür mücadele vermişlerdir veya vermiş olanlara destek olmuşlar mıdır?
Yine aynı zamanda, böylesi benzer acıları, şu an için içlerinde duymayanlar, hissetmeyenler hazır olsunlar ve sanmasınlar ki, bu ve benzer acılar kendilerinin başlarına gelmeyebilir.
Biliyorsunuz bazılarının Türk devletine nazire yaparcasına sık sık kullandıkları bir sılogan vardır. Biz de muhtemel ve potansiyel konumları da hesaba katarak, Türk insanına o sıloganı şu şekilde hatırlatıyoruz: “Susma sustukça sıra sana, yakınlarına ya da çocuklarına da gelecek!” Eğer bu gün susarsan, yarın yanında, saflarında konuşacak, yürüyecek adam bulamazsın. Onun için şimdiden uyan!
Ölümü, yeni bir doğum olarak kabul edenler için ölüm, son derece doğaldır. Bizim ve bizler gibilerin acıları ise, bu dünyadan suçsuz yere ve görevi uğrunda mücadele ederken, aramızdan Türklük açısından bilinçsiz bir şekilde yaşayarak ayrılan bir insanın, eksilmesinin acısı olmaktadır.
Şehit olan üç kişinin son durumu, Türkiye’deki kaç köşe yazarının gündemine oturmuştur. Demek ki, vatan uğruna görev yaparken insanların hayatını kaybetmesi, bu ülkenin böğrüne oturup, çanta çanta para kazanan bazı yazarları pek ilgilendirmiyor?
Onların çoğunun vatan kavramı, beyinlerinde un ufak olalı çok yıllar olmuştur. Onlar vatansızlığı benimsemek konusunda, kendi açılarından belki de haklıdırlar. Onlardan bazıları, belki de etnik kimliklerinin esiridirler. Onlar için varsa yoksa, her şeyin başı para ya da makam ve unvan demektir...
Evet, şehit olanlar ve yakınları, acıları daha yeni yaşadılar; acaba bu şehit yakınlarının bu acıları yaşadıktan sonra, dünyaya bakış açıları değişti mi? Kendilerinin dışındaki bir ortamda da, hayin ve organize bir güç odağının var olduğu gerçeğini algılayabildiler mi?
Bu şehit yakınları, aynı zamanda bu ülkede, sözde aydın olarak geçinen bazı yazılı basınla, görsel medyanın, şehitlere sahip çıkmamaları ya da ilgi göstermemeleri konusundaki gerçeği anlayabildiler mi? Aynı şekilde, politikanın kaygan basamaklarını kullanıp, iktidarlara talip olanların, şehitler diye bir derdi var mıdır, diye düşünebildiler mi?
Şehit yakınları eğer, bu durumu anladıysalar, kendilerine sahip çıkmayan bu çeşit kuruluşların, kendileri gibi insanlar eliyle beslendiğinin ve bu kaynaktan beslenen kuruluş ve kişilerin beslendikleri kaynaklara ilgisiz kaldıklarını, görebildiler mi ya da görebilecekler mi?
Ağıtları, acıları her zaman olduğu gibi, sadece kendi beyinlerinin üzüntüyü idrak eden bölümlerinde, bireysel olarak mı muhafaza edecekler? Belki de evlerindeki, odalarındaki, köşelerinde kendi kendilerine göz yaşı dökeceklerdir. Genel anlamda kınayı, özel anlamda ampulleri yakanlar ve eylemci olarak Susurluk ve benzeri bahanelerle ışıkları/ışıklarımızı söndürenler, bu ülkeyi ve yüreklerimizi yakanlar, yine yüreklerimizi yakacaklar ve beyinlerimizi yine dağlayacaklardır. Adı geçen yerlerimizi, o malum güçler, kuruluşlar ve kişiler niçin yakacaklar ve niçin dağlayacaklardır? Onun da sebebini, Türküm diyen, Türk olup da Türklüğünü bilmeyen herkes düşünsün! Türk milletine düşman olanlara karşı bilgisizliğin ilgisizliğinde olanlar, yarınki günlerde bireysel acıları yaşadıklarında, belki kendileri için de çok geç olabilir...
Bizim insanımızı günümüz sürecinde uyuşturmuş ve uyutmuş olanlar, her zaman olduğu gibi bıyık altından gülecekler ve zil takıp oynayacaklardır. Böylesi güçler, bu durumun fırsatındaki ortamı da bahane ederek, uyuşmuş ve uyutulmuş nesillerin çocukları eliyle her zaman olduğu gibi acımıza veya acılarımıza sözcüklerin palavrası anlamında, kilo kilo tuz basacaklar ve bizleri yine bağırtıp ağlatacaklardır... Zehirlerini, zemberekten boşaltırcasına, ellerindeki medya silahı ve köşe başındaki sözde yazar geçinen adamlarının eliyle, beyinlerimize kusacaklardır. Bu olumsuz durum, aynı zamanda potansiyel şehit yakınlarına da uyarı yönündedir. İnsanımız bu gerçeği anlarsa, kendi yakınlarının geleceğini de bir ölçü de kurtarmış olabilir. Acaba insanlarımız, gerçekten bu durumu görebilecek mi? Ya da göremedilerse, birileri onlara bu tabloyu gösterecek mi? Daha doğrusu bu gerçekleri gösterme görevini, bu bağlamda yapanlar var mıdır?
15 Nisan 2005 gecesi, televizyonda şehit yakınlarından birisinin ağzından yine o bildik sözler döküldü: “Vatan sağolsun!..” Bu sözleri söyleyen, acılı bir babaydı. Başka başka şeyler de söyleyebilirdi. Örneğin diyebilirdi ki: “ Bir zamanlar neredeyse her şey Diyarbakır’dan geçer demeye getiren Mesut Yılmaz’ın tosunları, Tansu Çiller’in Mert’i, Necmettin Erbakan’nın Fatih’i ya da benzerlerinin evlatları; Şırnak, Batman, Mardin gibi vatan topraklarında askerlik yaptılar mı?”
Şehit babası bununla da kalmaz ve şunları da diyebilirdi: “Adı geçen şahısların çocukları, bu bölgenin politik, ekonomik, sosyal ve kültürel gerçeğinden kaynaklanan ilişkileri içinde bulundular mı?” Şehit babası daha da devam edebilir ve başka başka şeyler de söyleyebilirdi:
Gerçekten düşündüğümüzde, Cem Boyner, Cem Hakko, Cefi Kahmi, İsmail Cem’in oğlu ve benzerlerinden birisinin çocuğunun güneydoğuda asker olarak hayatını feda etme olasılığı var mıdır? Bu bölgede şehit düşenler, nedense fakir insanlara mensup kaynaktan gelen, Türk çocuklarıdır. Günümüzdeki politikacıların ya da diğer eskimiş politikacıların, bu fakir ayilelere mensup Türk çocukları hakkındaki düşünce ve niyetleri nedir? Düşünceleri her zaman olduğu gibi, sadece laf kalabalıklığı arasında geçiştirilen kuru sıkı sözler midir?
Malumunuz bazı sözlerin de mimarı, Kürt asıllı olduğu söylenen Turgut Özal değil miydi? Neydi o sözler: ‘Kanı yerde kalmayacak!” Maddenin kimyası anlamında, hangi kan yerde kalmıştır ki? Yerlere dökülen o kanları, kimse, evet kimse kaldırmasa dahi, doğa gelir ve yağmur olarak, sel olarak ve mevsim dönünce de kar olarak alır götürür. Ya Turgut Özal ve şürekası, kanın yerde kalmasını, sadece maddenin kimyası anlamında mı düşünüyordu? Aslında, düşüncenin Türklük anlamında, bir beyin fırtınası yapılması hususunda, o olumsuz zevat ne yaptı? Elbette bir hiç!
Turgut Özal denilen şahıs, bugünkü medyadaki köşe başlarını tutanları, yerlerine tutkalla yapıştıran şahıs değil miydi? Onlarla dirsek, makam ve düşünce temasında bulunmadı mı? Vatan kavramı üzerinde olumlu yazı yazamayan, ‘Şehitler ölmez, vatan bölünmez!’ diyemeyen, dönekler, liboşlar ve içi boşlar tayfası, onun cenazesinden sonra köşelerinde methiye düzenler ve palavranın edebiyatını yapanlar değiller miydi? Bu tayfanın sürekli övgü yağdırdıkları kişilerin başında Turgut Özal gelmiyor muydu?
Acaba, Çetin, Ahmet ve Mehmet Altan, Cengiz Çandar, Mehmet Barlas, Mehmet Ali Birant, Cüneyt Ülsever gibiler. “Ne Mutlu Türküm” diyebilirler mi? Ayrıca bu ve benzerleri, Türk vatanı, Türk bayrağı, Türk milleti ve Türk devleti hakkında, hangi olumlu sözleri söylemişlerdir? Hiç duydunuz mu? Duyan varsa eğer, bize de göstersin!.. O şahısları çok seven ve bunlarla ve bunlar gibilerle yağ, bal olan Turgut Özal değil miydi? Turgut Özal’ın oğlu Malatya’da milletvekili olmayı becermiştir. Annelerine göre dikili ağacı dahi olmadığı basın tarafından tüm Türkiye’ye o yıllarda açıklanan Ahmet ve Efe denilen kişiler, doğu ve güneydoğu da şehit düşen Türk çocukları için ne yapmışlardır?
Gelelim Siirt milletvekili olan ve eşinin Arap asıllı olduğu basında yazılan Recep Tayyip Erdoğan’ın çocukları ya da dünürlerinin çocuklarına… Acaba onların çocukları Hakkari’de mi askerlik yapacaklardır? Örneğin, Bilal Efendi babasına şöyle diyebilir mi? ”Babacığım, ben Hakkari’de, Şırnak’ta askerlik yapmak istiyorum! Boyum bosum da yerinde, komando olmak istiyorum. Babacığım sen beni evlendirdin. Şimdi de asker yap!” ABD’deki Mahdum Bilal, bunları gerçekten diyebilir mi? Ey Türk milleti! Asker ocağını görmeden, kadın kucağını görenler, vatan için ölüme kolay gidebilirler mi?
“Vatan Sağolsun!” sadece iki kelime... Bu iki kelime, neden hep garibanların dilinde? Ertuğrul Özkök, Nazlı Ilıcak, Fehmi Koru, Murat Belge, Hasan Cemal ve bilmem hangi demokrasi havarisinin günümüzde niçin “Vatan Sağolsun!” başlığını taşıyan bir yazısını okuyamıyoruz? Gerçekten de “Vatan Sağolsun!” demekle, vatan sağolur mu? Yaşamak anlamında, sağolmak önemlidir. Bu durum, canlı olmanın da gereğidir. Ya vatan nedir? Canlı mıdır ki? Niye sağ olsun deniliyor? Böyle bir temenni de bulunuluyor? Buna ihtiyaç var mıdır? Yoksa bir ağız alışkanlığı mıdır? Belki de insanımızın yetişme tarzının, böylesi durumlar da, dışa vurmuş olan bir tezahürüdür... Vatanı sevmeyen, devleti sever mi? Devleti sevmeyen milleti sever mi? Milleti sevmeyen bayrağı sever mi? Bayrağı sevmeyen neyi sever? İhaneti, demagojiyi, makamı, parayı, pulu, lüksü, batıyı ve batının tahakkümünü, dalkavukluğunu...
Türk vatanını, Türk bayrağını, Türk devletini, Türk milletini sevmeyenler kimlerdir? Bunların koro halindeki seslerinin, solo haline gelmesi nasıl olmaktadır? Hangilerinin sesi, hangi tonlarda ve makamlarda ve yüksek perdeden çıkmakta ve de tarihsel anlamda “Sahibinin Sesi” olmaktadır? Osmanlı Devleti’nin son döneminin ünlü şairlerinden birisi şu dizeleri yazmıştır:
“Kır köpekleri bile vatanperver
Vatanı sevmeyen acep ne sever?
Uyan Türk milleti uyan! Dönem yatma, uyuma devri değil! Dönem kanma ve kandırılma devri hiç değil! Bilmeden eğiliyorsan, bizi de eğme! Bilmeden bükülüyorsan biz de bükme! Bilmeden, dinlemeden yanlış adamların yoluna dökülüyorsan, bizleri ve geleceğini de feda etme ve de yanlış yola dökülme!
Geçen ay dediğim gibi: “Tanrı Türk’ün, akıllısını, çalışkanını, onurlusunu ve şereflisini korusun, yükseltsin ve yüceltsin!
İlgisiz, tembel, sorumsuz ve hayinliğe eğilimli olanlara, akıl versin ve yine de akıllanmıyorlarsa, layık oldukları cezayı versin!
|