-

 

Ahmet Özdemir  

İstanbul ve Fatih


“Asker yürüyüş gününü öğrenince, pazartesi günü abdest alıp temiz çamaşır ve esvaplarını giydiler, vasiyetnamelerini yazdırıp gaza niyetine hazır durdular. Akşam olunca Orduyu Humâyunda dahi şenlikler oldu. Bütün asker çadırlarının önünde meşaleler yanıp her köşede tehlil ve tekbir âvâzı göklere direk direk yükseldi.

552 yıl önce, 1453 Mayısının yirmisekizinci Pazartesi gününü Salı gününe ulaştıran geceyi Tacizâde Tuğrayı Cafer Çelebi’nin “Mahsurese-i İstanbul Fetihnâmesi”nden aynen aktarıyorum:
“Asker yürüyüş gününü öğrenince, pazartesi günü abdest alıp temiz çamaşır ve esvaplarını giydiler, vasiyetnamelerini yazdırıp gaza niyetine hazır durdular. Akşam olunca Orduyu Humâyunda dahi şenlikler oldu. Bütün asker çadırlarının önünde meşaleler yanıp her köşede tehlil ve tekbir âvâzı göklere direk direk yükseldi. Bir zaman sonra şenliğe nihayet verilip ordu halkı uykuya vardı. Gecenin üçte ikisi geçip, üçte biri kalmıştı ki, her kişi kalkıp gaza niyetine silahlarını kuşandı. Sultan Mehmet dahi o mübarek vakitte kalkıp abdest alıp iki rekat namaz kıldı. Cenab-ı Hakka tazarruda bulundu:
“İlâhi, elimden geldikçe sana lâyık amelde bulunmaya çalıştım. İrade senin, kudret senin, kuvvet senin! Benden talep, senden tevfik ve rıza!” deyip müracaatını “Fanurna alelkavmilkâfirun” ayetiyle bitirdi. Sabah namazını kıldıktan sonra, gaza niyetine silahlarını kuşandı. Kale fethi kastına eline bir altun şeşper alup, atına bindi. Sancağı çekildi. Sancaklar çözüldü. Tabıl ve nekkareler döğüldü. Gaziler, dilâverler hazır oldu. Padişah emretti ki asker yürüye. “Taşı ve toprağı, silah ve cephanesi bana, geri kalan ne varsa gazilere yağma” dedi. Evvela toplar gürledi. O zulmet içinde, güllelerin ardından gaziler yürüdü. Aşağıdan yukarıdan harbiler, ejderhalar gibi birbirine düştü. Oklar yağardı, kılıçlar çatışırdı. Davullar, zurnalar, nekkareler gürler, askeri tahrik ederdi. ...” Fethin hikâyesi böyle sürüp gidiyor.
Burada sözü Yahya Kemal’e bırakalım:
“Vur pençei Alî’deki şemşîr aşkına
Gülbangi âsmânı tutan pîr aşkına

Ey leşkeri müfettihu’l- ebvab, vur bugün
Fethi mübîni zâmin o tebşir aşkına.

Vur! deyr-i küfrün üstüne rekz-i hilâl için
Gelmiş o şehsüvâr-ı cihangîr aşkına.

Düşsün çelengi Rûm’un, eğilsün ser-i Frenk,
Vur Türk’ü gönderen yed-i takdîr aşkına.

Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar,
Fecr-i hücûm içindeki Tekbîr aşkına.

Türk askerleri, kapılara, burçlara geçit yerlerine hücumda mucizeler gösteriyordu. Kostantin ve Jüstinyen de şehri savunmak için var güçleri ile uğraşıyorlardı. Kıran kırana mücadele sürüyordu.
Kahraman bir yeniçeri olan Ulubatlı, yanındaki otuz kadar arkadaşıyla surlara tırmanırken en ilerideydi. Hasan, yaralı olduğu halde surun ilk kademe setlerine atladı. Şimdi Oğuz Kazım Atok’un mısralarından Ulubatlı’yı seyrediyoruz:
“Sur sur üstüne / Zincir zincir üstüne, / Uykusuzdu Bizans, / Keskin atıcıları, / Baştaydı. / Sönmeyen ateşleri dışta, / Çelik ordusu içteydi, / Yedi tepenin varlığı, / Her çetin saldırışı kıracak / Güçteydi. / Yalnız Ulubatlı Hasan’a dayanamadı, / Koca Bizans. / Fatih’in o eşsiz eri, / Sardı şehrin beline çemberi, / ...”
Dündür Akünal ise Orhan Seyfi Orhon’a ithaf ettiği “İstanbul’a Girerken” adlı destanının sonunda Ulubatlı’yı hatırlatıyor:
“....
Allah’a uzanmış yedi dağdan yedi tekbir,
Dağ taş dolaşıp şartladı İstanbul’u bir bir
Ürperdi alevler gibi gözlerdeki sırlar,
Fethin erişilmez heyecanıyla asırlar!
Hey! Bizdik o erler ki ufuklar boyu hızla,
Beş kıtaya nam saldık o gün atalarımızla!
Bizdik, biz o: Allah’a giden yolda kanatlı,
Bir hatıradır gökte o günden Ulubatlı...
...”
Fetih gerçekleşmiştir. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’a Topkapı’sından 29 Mayıs Salı, bir rivayete göre de Çarşamba günü öğleye doğru ihtişamlı bir alayla girer. Şehrin büyük caddelerinden geçerek Ayasofya’ya doğru ilerler.
Kilisenin tunç kapıları önünde atından iner. Hemen secde-i şükrana kapanır. Yerden bir avuç toprak alarak başındaki tülbentin arasına serper. Saygılı ve ağır adımlarla bu ibadethanenin içine girer, iki rekat namaz kılar.
Fatih, Bizanslılara hoşgörülü yaklaştı. Herkesin canından ve malından emin olacağını söyledi. Kente girişle, doğal olarak oluşan karışıklıkların giderilmesi, huzurun, dinginliğin sağlanması için uğraştı. Her tarafta güvenliği sağladıktan sonra, dördüncü gün görkemli bir alayla şehre girdi.
Ali Fuat Azgur’un mısralarındayız :
“Gökler eğilip dağlara “kimdir?” diye sordu,
Kimdir bu gelen, gözleri şimşekleniyordu...

Bir kır atın üstünde ufuklar gibi mağrur,
İstanbul’a kartalca bakan gözleri kordu...

Birdenbire enginlere şahlandı küheylân
Birdenbire gök kubbesi deryalara vurdu...

Yol vermek için Marmara deprendi yerinden,
Yol vermek için Fatih’e rüzgar bile durdu...

Tekbir sesi aksetmede heybetle semâda,
Bir yepyeni çağ açmada bir dev gibi ordu...

Kaç yüz senelik köhne Bizans can veriyordu,
Rabbim, bu ne kuvvet, bu ne kudret, bu ne zordu...”

İstanbul’un taşı toprağı bu ulu zaferin tanığıdır. Yahya Kemal, bu ulu rü’yayı gören Üsküdar’ı anlatır. “Hangi şehir görmüştür bizim İstanbul’u fethettiğimiz mutlu günü?” diye sorar ve buradan karşıya bakarak bize o günlere götürür :
“..
Gürlemiş Topkapı’dan bir yeni şiddetle daha
Şanlı nâmıyle “Büyük Top” denilen ejderha.

Sarfedilmiş nice kol kuvveti gündüz ve gece,
Karadan sevkedilen yüz gemi geçmiş Haliç’e;

Son günün cengi olurken, şafakmış o şafak,
Üsküdar, gözleri dolmuş, tepelerden bakarak,

Görmüş İstanbul’a yüz bin meleğin uçtuğunu;
Saklamış durmuş, asırlarca, hayalinde bunu.”
İstanbul’un fethinin üzerinden 552 yıl geçti. Aradan geçen bunca zamana rağmen değişmeyen bir gerçeği Mithat Cemal Kuntay dile getiriyor :
“...
Halâ, fezâda dağlar aşar beş ezan sesi;
Kayserlerin ezan dolu Konstantıniyyesi.
...”
Şimdi bir süre Fetih olayından ayrılıp, Fatih’in iç dünyasına bakalım:
Fatih Sultan Mehmet’in askerî dehâsını, devlet adamlığını, çağlar kapayıp çağlar açan kudretini bir yana bırakalım. O, fikir ve sanat dünyasının önemli kişilerinde biridir. Derler ki, “Türk milletinin çobanından padişahına kadar şairdir.” İşte o padişahlardan biri de Fatih Sultan Mehmet’tir. Şiirlerinde Avnî imzasını kullanan Fatih, her zaman ince alçak gönüllü, sıcak ve içtendir. Kuvvetli bir lirizmle bizi sarıp kendisine hayran eder.
“Aşıka dünya-ü can terkeylemek âsân olur
Lîk cânân terkini etmek gelübdür câna güç..
diyen Fatih’e göre candan vazgeçmek kolaydır ama, sevgiliyi terk etmek mümkün değildir.
“Benim sen Şâh-ı mehrûya kul olmak iledir fahrum
Gedayı dilber olmak yeğ cihânın pâdişasından,” diyor.
“Sen ay yüzlüye, kul olmakla öğünüyorum. Sevgilinin kapısına fakir bir aşık olarak gönül bağlayıp kalmak, cihana padişah olmaktan daha iyidir.” Bunu söyleyen Fatih Sultan Mehmet gibi bir padişah, ünü dünyayı tutmuş, olağanüstü bir yaratılışta hükümdardır.
Fatih’in şiirlerinde; daha fetihten önce, Bizans surlarının arkasında varlığını hayal ettiği, sonradan kaşına gözüne methiyeler yazdığı yabancı dinden, yabancı dilden dilberler vardır. Beyoğlu güzeli için bir gün kendi kendine; “Sen İstanbul şahısın, o da Kalata şahıdır!” demişti. Onun gönlünü dolduran yine de Türk güzelleri olmuştur. Bir şiirinde “Gör ol Türk-i hatâi nûr kılmış câmı sahbayı” der ki, gönül ülkesini, Türk güzelinin nasıl yağmaladığını anlatır.


www.ufukotesi.com - 05 / 2005  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.