Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkökün 20 Nisan 2005’te Harp Akademilerinde yaptığı konuşma çok tartışıldı. Her zaman olduğu gibi askerlerin konuşma yapması ne kadar doğru gibi eleştiriler yapılsa da, konuşma muğlak ve karanlık kalan bazı hususların vuzuha kavuşturulması bakımından önemli ve belki de gerekliydi.
Genelkurmay başkanımızı Kıbrıs meselesinde eleştirmiş olmamıza rağmen, MGK’nın sivilleşmesinde gösterdiği demokratik tutumla takdir ettiğimizi belirtmek mecburiyetindeyiz. 20 nisan tarihli konuşmasında takdir ve teşekkürü hak eden bir kaç husus var, lakin şaşırtıcı ve beklediğimiz halde yer almayan hususlar da var.
Birinci husus: Ordu da AB’ye girme taraftarı
Kanaatimizce konuşmanın en mühim noktası ordunun AB’ye girme taraftarı olduğunun, bizzat ordunun en üst komutanı tarafından açıklanmış olmasıdır. Sayın Özkök aynen şöyle demiştir:
“...AB Türkiye’nin büyük ticari, ekonomik ve askeri ortağıdır. Bu yıllardır böyledir. Biz, Batının değerlerini kendi değerlerimizle uyumlu bulan bir ülke olarak devamlı onlarla birlikte olmayı, benzer değerlere göre hareket etmeyi amaçladık. Batının yıllar süren bir süreç içinde oluşturduğu ekonomik ve siyasi birliğine biz yıllar önce talip olduk. Şimdi AB’nin askeri birliğinin de oluşmakta olduğunu izliyor ve ona da katılmayı arzu ediyoruz. (...)
Ancak tekrar ediyorum ki, doğru olan ve arzu ettiğimiz, başımız dik ve gönlümüz rahat olarak AB’ye tam üye olmaktır.”
İsterseniz sağlamlaştırıcı ve pekiştirici bir örnek de devletin birinci adamının ağzından verelim: Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, 7 mayıs Avrupa günü dolayısıyla yayınladığı mesajda sayın Özkökü şöyle takviye etti:
“Türkiye, cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Atatürkün gösterdiği yolda ilerleyerek çağdaş Avrupanın ayrılmaz parçası olma ereğini dış politikasının temel ögesi haline getirmiştir. AB’ye üyeliğimiz bu hedefin gerçekleşmesi yönünde önemli bir dönüm noktasını oluşturacaktır.” (D.B. Tercüman, 9 mayıs 2005, 11. s.).
Biraz mürekkep yalamış, hasbelkader eline kalem almış, isminin önüne unvan katmış, devleti mit haline getirmiş, kendini aydın! saymış, içlerinde en üst derece bürokratlık yapmış yüzlerce, binlerce milliyetçi sağ (ve sol) şahıs, yıllardan beri AB’ye diz çöken hükümetlere veryansın ederken, bunun devlet politikası olduğunu bilmiyor, anlayamıyor, sürekli hükümetleri eleştiriyor, ordunun AB’ye karşı olduğunu sanıyor, orduyu göreve davet edip duruyordu. Biz ise AB’nin devlet politikası olduğunu, bunun 1938’den beri böyle süregeldiğini ve böyle süregideceğini, bunu değiştirmenin imkânsız değilse de çok zor olduğunu, değiştirmenin tek yolunun demokratik baskı olabileceğini gazetemizde yazıyor, televizyonlarda söyleyip duruyorduk. Hatta Türk sağı AB’nin devlet politikası olduğunu Ufuk Ötesinden öğrenmişti.
Şimdi genelkurmayın birinci adamının ve devletin zirvesinin (cumhurbaşkanının) ağzından “AB’ye tam üye olmak” kararının açıklanması, umarız yeteri kadar bilgili olmayan arkadaş ve vatandaşları aydınlatmıştır.
Demokrasiden nasipleri olmayan, ezberledikleri suloganlarla yazarlık yapan, orduyu sürekli göreve davet eden ve kendini aydın! sayan sağcı ve solcu Hacivatlar oturup biraz okusunlar, sonra yine okusunlar, sonra yine okusunlar; sonra düşünsünler, sonra yine düşünsünler, sonra yine düşünsünler, ondan sonra yazmaya cesaretleri varsa yazsınlar...
Sayın Özköke AB’ye girmeyi açıkça telaffuz edip vatandaşı aydınlattığı için teşekkür ederiz.
İkinci husus: Kıbrıs
5 Nisan 2004 günü toplanan MGK, sonuç bildirisinde Kıbrısta Annan Pilanına destek vermiş ve çok eleştirilmişti. 20 nisan 2005 konuşmasında Sayın Özkök, geçen yıla nisbeten milli menfaatlere biraz daha yakın ve müsbet bir noktaya gelindiğini göstermiştir. Konuşmada Kıbrısla ilgili ifadeler ve hacimce Kıbrısa verilen yer bunu göstermektedir. En azından Kıbrısın sıtratejik değerinin bitmediği, İngilterenin adadaki iki üssünü bilhassa koruduğu belirtilmiştir. Bilindiği gibi bir sipor kulübüyle yakından alakalı olan emekli bir amiral ve başka emekli generaller, Kıbrısın sıtratejik ehemmiyetinin kalmadığını “uzman görüşü” olarak söyleyip durmuşlardı (Ama sayın Necati Özgen gibi Kıbrıs davasını samimiyetle savunan emekli generaller de vardı).
Bu vesileyle bir daha belirtelim ki, Türkiyenin Kıbrıs politikası temelinden yanlıştır. Lakin düzeltme şansı hâlâ mevcuttur. Yapılacak iş bağımsızlık yönünde bir politika belirlemek ve uygulamaya koymaktır. Karşı taraf güya demokrat, aslında pirimitif milliyetçi, şövenist bir devlet ve millet olduğu ve anlaşmadan kaçındığı için zaman ve zemin tamamem lehimizdedir. Bu fırsatı kullanamazsak, sayın Özkökün tasavvur ettiği birleşik Kıbrıs devletindeki Türk unsurunun musavver kalacağına eminiz, evet eminiz. Sözümüzü “Kıbrısta En Uygun Çözüm Nedir?” isimli kitabımızın devlet yetkilileri tarafından okunmasını tavsiyeyle bitireceğiz.
Üçüncü husus: Yolsuzluk
Orgeneral Özkök, haklı olarak Türkiyedeki yolsuzluklara da dokunmuştur. Yolsuzluk Türkiyenin her kesiminde mevcuttur. Yolsuzluk olayları manevi değerlerin yıpranmasıyla son 35 yılda geometrik olarak artmıştır. Ancak sayın Özköke teşekkür edeceğimiz bir noktayı es geçmeyelim. Sayın Özkök yıllardır kapalı kutu olan TSK’daki yolsuzluk olaylarının kamu oyuna açık mahkemelerde yargılanmasına izin vermekle takdir ve teşekküre layık bir tasarrufta bulunmuştur. Ancak bunların göstermelik olmaması, suçlu varsa cezalandırılması gerekir. Aynı şey siviller için de uygulanmalıdır. Bir zamanlar banka soyanların ceza evleri yerine hastanelerde yatırıldığı, “tanınıyor” diye ellerine kelepçe vurulmadığı şeklinde yanlış tatbikatlar yapılmıştır. Yolsuzluk, üzerine hep beraber samimi bir şekilde gidilirse, yolsuzluk önlenir. Aksi halde yerimizde sayar, sosyal hukuk devletini de gerçekleştiremeyiz.
Dördüncü nokta: Milli kültür ve Türkçe
Orgeneral Özkök konuşmasında beşinci kol faaliyetlerine, milli kültürün bozulmasına, Türkçenin tahrip edilmesine de dokunmuştur. Söylediklerinde çok haklıdır. Orgeneral Özkök özetle şu hususların altını çizmiştir:
“Rakip devlet ve medeniyetler”, “beşinci kol faaliyetleri” ile “kitle iletim vasıtalarındaki purogramlarla” “milli kültürden uzaklaşmayı”, “sosyo-kültürel yozlaşmayı tetiklemekte”, “halkın kıyafetini”, “tutum ve davranışını değiştirmekte”, “milli kültürünü”, “örf ve adetini”, “değer yargılarını erozyona uğratmakta”, “ahlaki ve kültürel çöküntüye sebep olmakta”, “güzel Türkçemizi aşırı bozmakta”, “ etrafımızın yabancı isimli alış veriş merkezleriyle dolmasına” sebep olmaktadır.
Tamamen doğru. Yalnız bir iki şey ilave etmemiz gerekecek.
Türkçenin bozulması bu gidişle lisanımızın İngilizce imlayla yazılır hale gelmesi, İngilizce kelimelerle dolması ve melez bir dil haline gelmesi neticesini doğuracaktır.
Türk örf ve ahlakına aykırı bir çok yargı ve anlayışlar, halkın kıyafetinin değiştirilmesi, değer yargılarının erozyona uğratılması biraz da milli eğitimin yanında manevi eğitimin verilmesiyle mümkündür. Aksi halde “çağdaşlık” adı altında yürütülen bu tür faaliyetler devam edecektir. Demokrasilerde kimseye zorlamada bulunulamaz. Şahıs ve toplumlar davranışlarını ancak eğitim ve kendilerini kontrolle düzenleyebilir. İcap eden terbiye verilemezse, yakınmaktan başka bir şey yapamayız.
Sayın başkanım! Size göre bir İslam ülkesi dahi olmayan Türkiyede şikâyet ettiğiniz bu hususları İslamsız, maneviyatsız nasıl düzelteceğiz?
Beşinci husus: BOP
Son yıllarda ABD’nin ortaya attığı BOP, daha 2. Dünya harbi sırasında İngilizler tarafından düşünülmüştü. Çörçil, 30 ocak-1 şubat 1943’teki Adana mülakatında İnönüyle görüştüğü günlerde, Yenice istasyonunda sekreterine özetle şunları yazdırmıştı:
“Osmanlı imparatorluğunu parçalamakla hata ettik. Ortadoğuda kuvvetli bir Türkiye lazımdı. Acaba şimdi gene ve Türkiyenin kuvvetli bir çekirdek teşkil edeceği bir birliği, bu topraklarda kuramaz mıyız?” (Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, Remzi k., İstanbul 1967, 2. c, 163. s.).
Çörçil bu düşüncelerine “sabah düşünceleri” adını vermiştir. Çörçilin “Osmanlı imparatorluğunu parçalamakla hata ettik” demesi sadece bir düşüncedir. 1938’den sonraki Türkiye politikasının İngilterenin sadık müttefiki şeklinde olması, Çörçilin böyle bir düşünce eskizinde bulunmasına yol açmıştır (Biz de bazen inandığımız değerlerden şüphe eder, “acaba doğru düşünüyor muyuz” diye kendi kendimize sormaz mıyız?).
BOP, İngiltere tarafından savaştan sonra gerçekleştirilmek istendi. İngilterenin buna verdiği isim Ortadoğu paktıydı. Türkiye NATO’ya girmek istediği ve dediğimiz gibi o zamanlar da İngilterenin sadık müttefiki olduğu için Arap ülkelerine karşı piyon olarak ileri sürüldü. acı olan Türkiyenin bu rolü gönüllü kabul etmesidir. 1954 yılında Türk büyükelçisinin Mısırdan sınır dışı edilmesinin en önemli sebeplerinden biri, Türkiyenin İngiliz pilanını “kıraldan fazla kıralcı” savunması ve bu hususta saldırgan davranmasıydı.
Orgeneral Özkök BOP hakkında şöyle demiştir:
“Bölge ülkelerinin demokratikleşmedeki başarısının, dışarıdan yapılacak dayatmalardan ziyade, ülkelerin bunu kendiliklerinden yapmalarına verilecek yardım ve teşviklerle mümkün olacağı değerlendirilmektedir. (...) Türkiyeyi model olarak göstererek; nüfusun büyük bir bölümü Müslüman olan ülkelerin kolaylıkla demokratik bir yapıya dönüşebileceği sonucunu çıkarmak yanıltıcı olabilir.”
Büyük Ortadoğu Purojesiyle ilgili olarak söylenen bu sözler pek doğrudur. Türkiyenin aşırı laik yapısıyla İslam ülkelerine örnek olamayacağını bir kaç kere biz de yazdık. Türkiyenin mevcut resmi ideolojisinde ve siyasetinde İslam din olarak yoktur, çünkü devlet laiktir. Ancak Türkiyenin mevcut resmi ideolojisinde ve siyasetinde İslam kültür olarak da yoktur ve esas puroblem buradadır.
Altıncı husus: Şaşırdığımız bir ifade
Genelkurmay başkanının konuşmasında şaşırtıcı bir ifade de görüldü. Bunlardan birisinden çok söz edildi. Sayın Başkan şöyle dedi:
“Türkiyenin nüfusunun yüzde 99’a yakın bölümü Müslümandır ancak Türkiye; laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devletidir. Türkiye ne bir İslam devleti, ne de İslam ülkesidir.”
Bu hükmün ikinci kısmına şaşırdığımızı saklamayacağız.
Türkiyenin bir İslam devleti olmadığını biliyoruz. Devletimiz laiktir, hem de aşırı laiktir. Ancak Türkiyenin bir İslam ülkesi olmadığını doğrusu bilmiyorduk. Eğer Türkiye bir İslam ülkesi değilse, bir Hıristiyan ülkesi midir, bir Yahudi ülkesi midir, yoksa bir Budist ülkesi midir? Herhalde beşerî coğrafyacılar devletin etkili ve yetkili bir başkanının bu yargısını dikkate alıp haritalarda Türkiyeyi hangi dinin mensubu olarak göstermekte zorlanacak ve bu gidişle 50 sene, 100 sene sonra genelkurmay başkanımızın öngörüsü gerçekleşecektir. Ama o zaman başka şeyler de gerçekleşecektir?!.
Bir de “Türkiye laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir” ibaresi var. Her fırsatta söylenir durur. Laik ve demokratik olduğu doğrudur, ancak sosyal ve hukuk devleti olduğu tartışılır. Fakirlik ve yolsuzluklar sürdüğü müddetçe de tartışılacaktır.
Yedinci husus: Konuşmada yer almayan iki nokta
Beklediğimiz iki unsurun konuşmada tek kelimeyle ifade edilmemesi hayret verici ve manidardır. Birincisi askerî teknoloji konusunda tek bir laf edilmemiştir. Türkiye hâlâ İsrailden pilotsuz uçak almayı, ABD’den jetlerini modernize etmeyi beklemekte ve pilanlamaktadır. Yıllardır savunma fonuna kesilen paralar ile maalesef bir yere varılamamıştır. Türkiye, bütçesinin mühim bir kısmını yabancılara silah ve modernizasyon parası olarak ödemekle ne zaman ve ne kadar “sosyal bir hukuk devleti” olabilir? Büyüklerimizin Türkiyeyi silah teknolojisinde Afrika ülkeleri derekesinde tutmaktan gururları hiç incinmiyor mu ? 2216 senelik bir devletin mensubu olarak 57 senelik İsrail devleti yetkilileriyle bu konuları konuşurken hiç mahçup olmuyorlar mı?
İkinci beklediğimiz, lakin konuşmada olmayan unsur da misyonerlik faaliyetleri hakkında tek kelime olmamasıydı.
Sonuç ve Türkiyenin yeniden yapılanması
Sonuç itibariyle genelkurmay başkanımızın memleket ve dünya meselelerine dair hitabı faydalı olmuştur. Umarız bizim dokunduğumuz hususlar alakalı ve selahiyetlilerce dikkate alınır da Türkiye daha iyi bir noktaya gelir. Çünkü Türkiyenin toplumsal uzlaşmayla siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, askeri teknolojik, kültürel yönden yeni bir yapılanmaya gitmesi kaçınılmazdır.
Mersin, Trabzon, Sakarya, Gönen olayları
Nevruz günü Mersinde meydana gelen bayrak yakma teşebbüsü, nisan ayında husule gelen Trabzonda TAYAD’lı öğrencilerin kovalanması, Trabzon olayının Sakaryada tekrarlanması ve Gönendeki olaylar kamu oyunu epey meşgul etti.
Olaylar Türk insanının türlü sebeplerle artık boğazına kadar dolduğunu gösteriyor. Bu, bir tesbit ve sonuçtur. Sebepler ise çok çeşitlidir. Başlıca sebep kuronik iktisadi meseleler, yani yoksulluk, yoksunluk, işsizliktir. Siyasilerin AB, Kıbrıs, Kerkük, Ermeni, patrikhane ve sair mevzularda verdiği tavizler ile medyanın tek yanlı ve yabancı menfaatlerine uygun yayın yapması, vatandaşın sabrını taşırmıştır. Yine medyada yer alan gayri milli filim, dizi, yayınlar işin tuzu biberi olmuştur.
Yazılarımızı okuyanlar demokratik olmayan hiç bir yolu teklif ve tavsiye etmediğimizi bilir. Biz her şeyin kanun zemininde yapılmasından yanayız ve hiç bir zaman kanun dışılığı teşvik etmedik, etmeyiz. Bir fiske vurmayı bile anti demokratiklik görürüz.
Demokratik ülkelerde siyasi partiler ve stö’i demokratik haklarını kullanarak yürüyüş, yığıncak (miting), nümayiş tertipler ve vatandaşın birikmiş enerjisini deşarz eder. Böylece vatandaş hem hakkını kullanıp fikrini ortaya kor, iktidarı uyarır, hem de demokratik ve medeni yoldan boşalıp rahatlar. Oysa Türkiye gibi demokratik olarak henüz gelişme aşamasında bulunan ülkelerde siyasi partiler ve stö’i sadece yatar. Dışarıdan destek alan gayri milli örgütler her şeyi yapar. Yıllarca süren bu faaliyetler vatandaşı canından bezdirir, kendiliğinden sokağa döker ve istenmeyen, müessif hadiseler çıkmasına yol açar. Bereket versin ki meydana gelen hadiselerin hiç birinde bir damla kan akmamış, kimsenin kılına bir halel gelmemiştir.
Vatandaş kendisini devletin yerine koymamalıdır. Devletin polisi, askeri, memuru vardır. Vatandaş bir tepki gösterecekse bunu demokratik yollarla, öteki vatandaşlarla karşı karşıya gelmeden, kendi başına, kendi yandaşlarıyla göstermelidir. Devlet de Trabzon olayında yaptığı hatayı yapmamalıdır (TAYAD’lı öğrencileri göz altına alırken, karşı çıkanlar hakkında her hangi bir işlemde bulunmaması, ikinci Trabzon olayının çıkmasına sebebiyet vermiştir). Halk kitle pisikolojisine kapıldı mı gözü hiç bir şey görmez. Her şeyi yapabilir. Böyle durumlarda mahalli amir ve yetkililer, halkı sakinleştirmek için toplumun üzerinde etkili olan kişilerden yararlanmalıdır. Erzurumda bir kaç sene evvel meydana gelen bir olayda merhum Naim Hoca halkın sakinleşip dağılmasında birincil derecede rol oynamıştır. Stö’i de halkın hassas olduğu hususlarda tahriklerden kaçınmalıdır (TAYAD’lıların Trabzona gitme kararı alması çok yanlış ve tahrik ediciydi). Ne iyi ki bundan vazgeçtiler.
Hulasa sakin olalım…
Almanyadaki Ermeni anıtları
Almanyanın Biremen (Bremen) ve Buronşvayk (Braunschweig) şehirlerinde birer Ermeni anıtı açıldığı haberini gazetelerde okuduk. (D.B. Tercüman, 28 nisan 2005, 11. s. // Milliyet, 2 mayıs 2005, 16. s.).
Buronşvaykdaki açılışa 70-80 Ermeni katıldı, 300 Türk gösteri yaptı. Polonya ve Rusyadan sonra Arjantin meclisi de Ermeni soykırım tasarısını kabul etti, Türkiyenin on beş gün sonra haberi oldu (5 mayıs 2005, tv’ler).
Türkiye Ermeni meselesinde yıllardır kafasını kuma gömdükten sonra nihayet 8 mart 2005’te TBMM’nin atağıyla kumdan çıkarttı. Şimdi Ermenilere “belgelerinle masaya gel” diyor, ama Ermeninin elinde bir şey yok ki, masaya gelsin.
Neyse mevzumuz Almanya. Almanyada şu gün üç milyondan fazla Türk var. Bunların takriben yedi yüz bini Alman vatandaşı. Almanyada Ermeni asıllı kişilerin toplamı ise 5 bin civarında bile değil. Yani Almanlar bunu oy kaygısıyla açamazlar. Ancak Haçlı zihniyetinden dolayı açabilirler. Sayı durumu böyleyken Biremen ve Buronşvaykta iki tane Ermeni anıtı açılıyor ve Ermeni soykırımı tasarısı Alman meclisinin gündeminde duruyor.
Şimdi tüm Türklere ve özellikle Almanyadaki Türklere sesleniyoruz. Biremendeki ve Buronşvayktaki Ermeni anıtları ve Alman meclisindeki Ermeni tasarısı orada duracak, siz de, biz de kendimize Türk deyip gezeceğiz; hele bir de tarihten gelen ama şu anda hiç olmayan büyük devlet şövenizmiyle gerine gerine, övüne övüne yürüyeceğiz öyle mi?
Şayet Biremen ve Buronşvayktaki Ermeni anıtları ve Alman meclisindeki Ermeni tasarısı orada kalırsa siz de, biz de kendimize Türk demeyelim. Ve demokratik yollardan, olmazsa yine demokratik yollardan o Ermeni anıtlarını ortadan kaldıramazsak, kaldırtamazsak, Türklükten istifa edip Almanlığa veya Ermeniliğe geçelim. Almanya Türkleri olarak siz bunu başaramazsanız, biz gelip halledip döneceğiz. Böyle bilin...
|