Gezi

 

Banu Erkmen  

İpek gibi bir şehir; Ödemiş


Kuzey Afrikalı seyyah İbni Batuta’nın ayrı bir yazı konusu olan Birgi’yi seyahat edip, Ödemişi anlatmadığı gibi, pirîmiz Evliya Çelebi’de seyahatnamesinde Ödemiş’ten bahsetmez. Ama bizler Ödemiş’i hep beraber gezeceğiz. Küçücük sevimli evleri ne kadar deforme olursa olsun, arka sokaklara saklansalar da her tarafı parklarla süslü, geniş caddeleri olan planlı bir kentte gezdiğimizi asla unutmamalıyız.

Meydanları, parkları, geniş caddeleri, pırıl pırıl sokakları ile şirin beldemiz, küçücük bir kentimiz Ödemiş’teyiz. Doğanın sonsuz lütufkâr olduğu, Anadolu’nun Anadolu, kadınının kadın, erkeğinin efe, çocuklarının meydanlarını Atatürk, Hürriyet, Ulus, Mithat Paşa, Saraçoğlu diye adlandırdığı tarihi kentimiz “Sevgi Yolu” Ödemiş’teyiz.
Dağları, yalçın kayaları, serin yaylaları, yeşilin gümbür gümbür coştuğu ormanları, berrak göl ve akarsuları, üç yüz yıl, beş yüz yıl önceden unutulup kalmış sandığımız köyleri ile zeytin ağaçlarının, üzüm bağlarının, bademlerin, bin bir çeşit şifâlı otların, kayaların dahi üzerinde biten dünyada eşi olmayan bitkilerin sahibi olmak için tarih boyunca kimler gelip kimler geçmedi ki?
M.Ö. III binden önceki yıllardan beri yerleşim merkezi olan Ödemiş Lydialılara, Hititlililere, Kimmerlere, Perslere, Makedonyalılara, Bergama Krallığına, Roma ve Bizans İmparatorluklarına ev sahipliği yapmış. Ödemiş 1071 yılından itibaren Türk akıncılarıyla tanışmıştır. 1302 yılında Aydınoğullarının bölgeye hâkimiyeti ile Türklerin eline geçen Ödemiş ve havalisi günümüze kadar ata yurdu, anayurdu olarak başı dimdik Bozdağlarla kucak kucağa yaşamakta. Bunca akınlardan, el değiştirmelerden, depremlerden, salgın hastalıklardan, doğal afetlerden hiç şikayet etmedi ne Ödemiş ne de Bozdağları. Mermer cevherlerini, şifalı bitkilerini, engin ormanlarını, pırıl pırıl göllerini ve akarsularını insanlarının hizmetine cömertçe sundu.
Konar-göçer Türkmen “Ödemiş” diğer bir deyişle “Ötemiş” aşireti Sivas’taki yaylaklarını ve kışlaklarını Şam’dan gelen Yabaneri ahalisine kaptırınca bölgeden göç ederler ve adlarını verdikleri Ödemiş ve havzasına 1684 yılında yerleşirler.
16. yy. ın birinci yarısında itibaren Ödemiş, Birgi ve civar köylerin geliri Mekke hassı arasına alınır. Bölgeden alınan vergiler Mekke Şerifine yollanmaktadır. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra ise bölgeye gelen Kırım Türkleri şimdiki Kırımlı sokağını satın alarak karşılıklı evler inşa edip, sokağın iki başını da büyük kapılarla kapatarak kendi hinterlantlarını kurmuşlardır.
1 Haziran 1919 da Yunanlılar tarafından işgâl edilen Ödemiş, 3 Eylül 1922 de Yunanlılar çekilmek zorunda kalıncaya kadar Rumlardan her türlü işkence ve eziyeti gördüler. Ama yılmadılar. Kuvay-i Milliye birlikleri kurarak, Bozdağlar tepelerinde ise efeleri silâhlanarak düşmana karşı mücadele ettiler. Geçen yüzyıllar içinde nice istilâlar görmüş ve diyetlerini ödemişlerdi. Ödeyecek can borçlarından başka bir şeyleri yoktu ki. Şimdiki İlk kurşun köyü mevkiinde Yüzbaşı Tahir Bey ve Ali Orhan Bey komutasındaki Ödemişlilerden kurulu “Yiğit Ordusu” Yunanlılara karşı başlattıkları mücadeleyi işgalciler kenti terk edene kadar sürdürdüler.
Kuzey Afrikalı seyyah İbni Batuta’nın ayrı bir yazı konusu olan Birgi’yi seyahat edip, Ödemişi anlatmadığı gibi, pirîmiz Evliya Çelebi’de seyahatnamesinde Ödemiş’ten bahsetmez. Ama bizler Ödemiş’i hep beraber gezeceğiz.
Küçücük sevimli evleri ne kadar deforme olursa olsun, arka sokaklara saklansalar da her tarafı parklarla süslü, geniş caddeleri olan planlı bir kentte gezdiğimizi asla unutmamalıyız.
Mustafa Kemal yeni ve çağdaş kentler kurdurmak için Alman mimar Jensen’i Türkiye getirttiğinde önce tatil yapması ve Anadolu’yu da tanıması için Ödemiş’te konaklatır. Ödemiş halkı ile kısa zamanda kaynaşan Alman mimar halkın talebini kırmayarak bir kent planı da Ödemiş için çizer. Plan uygulamaya konur ve sonunda kentin beş ayrı noktasına kurulmuş pazarları ile ( Patates Pazarı, Ekin Pazarı, Peynir Pazarı Sebze Pazarı, Hayvan Pazarı) çocuk bahçeleri, içinden yapay dereler akan Tayyare Parkı, Türk Hava Kurumu binası, Halkevi ortaya çıkar.
Her gittiğimiz kentin Arastasına uğramak boynumuzun borcu olduğundan Ödemiş’inde Arastasına giderek gezimizi başlatıyoruz. Ödemiş Arastasının daracık sokaklarında gezmeye başlayınca tek tük dahi kalsa yaşayan el sanatlarımızı görmek bizi sevindiriyor. Fabrikasyon ayakkabı ve terlikçilerin çoğunlukta olduğu, hatta plastiklerinin bol bol bulunduğu ayakkabıcıların, sayacıların, keçecilerin, saraçların sıralandığı sokaklarda yavaş yavaş adımlarla ilerlerken dekoratif malzeme olarak kullanmak için keçe kilimler, at bocukları, koşum takımları alırken esnafla sohbet ediyor ve ikrâm edilen demli çaylarımızı içiyoruz… Zamanın biraz geçmesini pazarın tam olarak kurulmasını bekliyoruz. Kadınlarımızın kendi el emeği, göz nuru olan emeklerini sattıkları El sanatları Pazarının açılmasını bekliyoruz. Pazarı ziyaretten sonra amacımız bir doğa harikası ile buluşmak. Hem pazarı gezip, hem alış veriş ederken hanımlarla burada da sohbet etmekten vazgeçemiyoruz. Öylesine konuşkan ve tatlı dilliler ki, insanın onları bırakıp ayrılası gelmiyor. Bizler çığlık çığlığa o el işinden bu el işine atlarken, eski Ödemiş bezi üzerine hesap işleri örtüler ararken gülümseyerek bizi seyrediyorlar;
- Kalmadı artık o eski el dokumaları, bendekiler de sandığımda kızıma ayırdım, yeni dokumalardan örtüler var ama, diyerek bizleri hayıflandırıyorlar ama bütün Pazar sanki dağ taş dantel, oya envai çeşit örtüler, pırıl pırıl Ödemiş ipeği örtülerle dolu. Pazarın bir diğer köşesinde ise gülümseyerek kadınlarımız tulum peyniri, tereyağı ve yoğurt satmak için bekliyorlar. İşte; kilolarla alıp, döndüğünüzde “Bize ne getirdin?” diyecek olanlara “ağza tat, boğaza feryat misâli” zevk için bir dilim verilecek olan dünyada eşi olmayan o tulum peynirinin satıldığı Pazar da aynı zamanda burası. ..
Güneş iyice yükselmeden tekrar yola çıkıyoruz. Zeytinliklerin içinden geçerek dağa tırmanıyoruz. Muhteşem Bozdağların coşmuş doğasını hayranlıkla seyrederek tepeleri aşıyoruz. Ve son tepeyi de aşınca çığlık çığlığa bağırıyoruz.
-Aman Allahım! Bu ne muhteşem bir göl ve kenarında bir köy diye. Bu güzelliğin karşısında diz çökmemek elde değil.
Bazılarımız ise “Aaaa” diye bağırıyorlar. Zaten aştığımız tepenin adı bu nedenle “Aaaa tepesi”. Görenlerin çoğu böylesine tepki verdiği için adı kalmış yadigâr. Kenarındaki minicik Gölcük köyü onlarca yıl öncesinden bizi selamlıyor. Denizden 1050 metre yükseklikteki, krater gölünü çepçevre çam ormanları sarmış. Ağaçlarla kaplı olan köyün tepeden baktığınız zaman sadece damlarını görebiliyorsunuz. Ağaçların arasından köye ilerlerken ceylanların bir anda önünüze çıkacağını, kestane ağaçlarının gölgesinde Osmanlı şehzadelerinin ders çalıştığını hayal ediniz. Velihatlar şehri iken Manisa saray halkı yazın boğucu sıcaklarından kurtulmak için Gölcük yaylasına çıkar, yazı burada geçirirmiş.
- İşte burası! Yıllardır aradığım bu! Şimdiden sonra şehzade olacağım zaten yok ama bu köyde sıradan bir çoban olarak bile yaşarım. Kışları kayak sporu yaparak Bozdağları aşarım, etraftaki saklanmış köyleri keşfeder, gezgin ruhumu hoşnut ederim; diyorsanız; buyurun Gölcük yaylası sizleri bağrına basacaktır.
Fakat şunu unutmayınız ki; Anadolu sürprizlerle doludur. Önümüzdeki aylarda bir başka köşemizi okuyup, “Aaaa” da diyebilirsiniz.


www.ufukotesi.com - 04 / 2005  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.