Gerçek

 

Özdemir Özsoy  

Ne yapmalı?


Hegel de devleti tanrılaştırırken herhalde kişilikleri belirginleşmiş, olgunlaşmış gerçek insanların meydana getirdiği bir organizasyonu kastediyordu. Birbirine destek olan, birbirini tamamlayan insanları... Yoksa vurgun (üç kağıt diyenler de var) ekonomisi sayesinde palazlanmış ya da hep olduğu gibi yine kendi adamları tarafından “kurtarıcı” kürsüsüne çıkarılmış sermayedarları değil.

“Benlik” dediğimiz ögeyi meydana getiren düşünce, coşku, sevinç, elem ve haz gibi ruhsal olayların ancak sosyal ilişkilerin ürünü olarak ortaya çıkacağını –Budizmin temel görüşleri şeklinde- çok eski çağlarda da dile getirenler vardı. Eflatun da bir bakıma “devletin” bel kemiğini, insanoğlunun beşeri faaliyetlerinin meydana getirdiğini belirtmeye çalışmıştır.
Pozitivizmin ilmihalini yazmış olan tanınmış bir Fransız filozofu da sosyal olayların teolojik ve metafizik metotlardan arındırılarak bilimsel bir şekilde araştırılması gerektiğini söylerken aslında toplumsal ilişkilere verdiği önemi vurgulamaktadır.
Tarih boyunca pazarların (ya da pazar yerlerinin) belirlenmesi yine bazı sosyal ve özellikle siyasi amaçlara hizmet edecek şekilde olmuştur. İşgallerin, istilâların temelinde bu emel yatmaktadır. Her zaman insanoğlunun zayıf tarafı olarak görünen “benlik”, kendi ekonomik gücünü artırmak arzusunu ve zorunluluğunu doğurmuştur. Ancak bu bilinçli yaratığın görgüsü az olanında bile başkalarının hakkını yememek içgüdüsünden bir kırıntı bulunur. Çünkü adaletsizlik, insan ahlâkına ve fıtratına (yaradılışına, tabiatına) ters düşen bir eğilimdir. Yalnız burada gözden kaçırılmaması gereken husus, gerçek mânâda insanlık duygusu aşılayan iyi bir çevrede yetişmiş olma şartıdır.
Hegel de devleti tanrılaştırırken herhalde kişilikleri belirginleşmiş, olgunlaşmış gerçek insanların meydana getirdiği bir organizasyonu kastediyordu. Birbirine destek olan, birbirini tamamlayan insanları... Yoksa vurgun (üç kağıt diyenler de var) ekonomisi sayesinde palazlanmış ya da hep olduğu gibi yine kendi adamları tarafından “kurtarıcı” kürsüsüne çıkarılmış sermayedarları değil.
İnsan zihnini gerçeklerden koparan sistem şöyle çalışır: Hiçbir beceri ve birikime dayanmayan bir servet, bunun sayesinde ele geçirilen kirli bir medya ve bu medya aracılığıyla beyni yıkanan zavallı kitleler. Bu yığınlar o hale getirilir ki kendisini ezenlerin yanında yer alacak kadar kurnazlaşırlar (!) ve aşağılanırlar.
Basın yayın organlarını ele geçirebilmiş olanlar, hem ortaya koydukları ekonomik düzenin ayakta tutulması için hem de bu yığınları rahatça yönlendirebilmek için lüks araçları insanın varoluş amacı gibi gösterip böylece “özgürlüğün” tanımını bile değiştirmişlerdir.
Modern insanın özgür davranış biçimleriymiş!..
Hangi özgürlük?.. Bunun adına çağdaş sömürgecilik derler. Beyinler işgal edilmişse ülkenin işgaline ne gerek var? Asker göndermeye, dahası misyoner göndermeye ne gerek var? O alanda artık misyonerin işlevini kiralık, kirli medya üstlenmiştir. Ne yazık ki dar bir açıdan bakan bu sığ görüşlü adamlar aracılığıyla eğitimsiz yığınlar güdülebilmektedir.
Milli değerleri hafife almak ve bu değerlerin modasının geçtiğini telkin etmek bahis konusu kişilerin değişmez görevi haline gelmiştir. Onun için milli ekonomiden bahsettiğinizde bunu katı bir devletçi politika gibi gösterme oyununu sahneye koyarlar. Gelişmiş ülkelerde devletin ekonomiden el çektiği yalanını ileri sürerler. Bu gerçekten apaçık bir yalandır. Her ne kadar büyük firmalar, devleti etki altına almışlarsa da gerçek demokrasilerde yine de devletin (dolayısıyla milletin) murakabesi altındadırlar. Kredi kuruluşları başıboş bırakılıp, istedikleri gibi davranarak yolsuzluklarının ceremesini kendi halklarına çektirmezler. Her türlü kurum o devletin ekonomik programları doğrultusunda hareket etmek zorunluluğunu duyar. Aksine davrananlar hoş görülmez ve ayakta kalamaz.
Ayrıca hayatî önemi olan sektörlerde devletin desteği ve hatta müdahalesi hiç yadırganmaz.
Bizim “devlet” diye burada vurguladığımız “düzen” bu konulara hakim olabilecek bilgi, beceri ve yetenekteki elemanların meydana getirdiği bir mekanizmadır. Yoksa mali gücü sayesinde hükümetleri yönlendiren gayri milli unsurların, ortalıkta at oynattığı bir ucube değil.
Her gün “para piyasaları” adı altında kimselerin bilemediği, esrarengiz bir konuyu işliyormuş havasıyla sunulan göstermelik programlar spekülatörlerin, tefecilerin göz boyama operasyonlarından başka bir şey değildir.
Bu para piyasalarında, ekonomiye hiçbir katkıda bulunmadan, devamlı olarak paradan para kazananlar kimlerdir? Bu para hareketleri gelişmekte olan hangi ülkenin ekonomik gücüne katkıda bulunmuştur? Tamamen aksine bir gecede batırdığı ülkeler varken bu aldatmacaya bel bağlamak akıllıca bir davranış mıdır? Bu para piyasalarını kontrol edebilen güçlere, bu art niyetli kuruluşlara güvenmek caiz midir? Borç ve faiz sarmalına tutulmuş bir devlet bunlarla başa çıkabilecek sağlıklı bir bünyeye kavuşabilir mi?
Bu piyasalardaki hareketin, aslında kalkınmanın temeli olan yatırım ve üretimi dolaylı olarak baltaladığını gözden kaçırmamalıyız.
Küresel ekonomiden asıl maksatları yoksul kitlelerin, servetlerinden pay istemelerini önleyecek bir hegemonya kurmaktır. Bu ahlâk dışı sistemin uygulayıcılarının en büyük korkusu, insanların artık uyanarak, bu gidişe dur diyecek milli ekonomilerinin canlandırmalarıdır.
Sömürücü bir ekonomi , bunu yürürlüğe koyacak dev gibi askeri güç ve yine bunu sağlaması gereken ekonominin kaçınılmaz çöküşü, yeniden işgaller ve servetlerin gasp edilmesi ve tekrar konvansiyon dışı (kural tanımayan) bir askeri güce ihtiyaç duyulması. Görülüyor ki çöküşten kaçınılamaz. Dolardaki düşmenin planlı ve bilinçliymiş gibi gösterilmesi bir çeşit kamuflajdır. Tehlike çanlarının sesini kısma gayretidir.
Geri kalmış ülkelere sermaye ihtiyacı, kendi bünyesinde işçilik ve sosyal güvenlik giderlerinin karşılanamayacak düzeyde olması sebebiyle ucuz ırgat arama düzenbazlığıdır. Giren paraya karşılık nelerin çıkarıldığı bilinmezse bir takım sürprizlerle karşılaşılabilir.
Küreselliğin, asıl adıyla emperyalizmin yumuşak karnı, sömürülen ülkelerde milli ekonomilerin güçlenerek hilekârlığa dirsek çevirmeleridir. Korkunun kaynağı buradadır. Bunu önlemek için kuklaları konuşturarak kafaları karıştırırlar.
Emperyalistlerin ekonomik çöküşünün hızlandırılması, insanlığa zarar vermelerini önlemek için tek çaredir. Bunun da yolu üretken milli ekonomilerdir.
Dünyayı borçlandıranların kıskacından kurtulmak ve ayağa kalkmak ancak bu sayede gerçekleşebilir. Bunu bildikleri için, savurganlığın ve teslimiyetçiliğin önlenmesini sağlayacak milli ekonomi taleplerini küçümseyen bir propagandayı papağanlarına sürekli olarak yaptırmaktadırlar. Asıl kurtuluş reçetesine “köhne devletçi anlayış” yaftasını yapıştırıp karşı görüştekileri sıkboğaz etmektedirler.
Çünkü bu küreselcilerin temel felsefesi, gelirler arası uçurumun artırılmasıdır. Çoğunluk sömürülse de, dünyamızda her konuda gelişme olup ileride bir gün (yaz gelince yonca bitecek ya) böylece herkes refaha kavuşacakmış. Kuşaklar boyunca ezip sıkıştırdığı insanlara artık bu tarz hayatı benimsetip gelecekte vereceği imkanları (verirse tabiî) bir lütuf gibi göstermek nasıl bir densizliktir. Güttüğü yığınlara da, kaptığının yanında kâr kalacağı düşüncesini afyon gibi aşılayıp ellerinde kalan tek servetleri olan ahlak ve törelerini de yok etmek suretiyle en büyük kötülüğü yapmak ne adi bir davranıştır.
Şimdi ne yapmalı? Tek kutupluluk masalıyla bütün dünyayı sömürge haline getirmeye çalışanların askeri harcamalarını, ele geçirdikleri ülkelerden sağlamalarını önlemenin tek yolu ancak bilgili ve namuslu yöneticileri işin başında tutabilmektir.
İşgalcinin diliyle ve zihniyetiyle yapılan bir eğitimin ürünlerini geriye çekmek lazımdır. Bunların söz sahibi olduğu yönetimlerden hiçbir zaman hayır gelmemiştir. Küresel hıyanete karşı olan aydınların birtakım provokasyonlarla gereksiz ve yanlış eylemlerden kaçınıp şuurlu olarak birbirine destek vermeleri, bir ortak paydada buluşmaları ve böylece istilacıların beslenme yollarını tıkamaları şarttır. “Milli devlet, milli ekonomi de neymiş; bunun bilimsel tanımı var mıymış?” diyen gafillere kulak asmamaları gerekir. Sömürücülerin korkulu rüyası “milli devlet” kavramıdır. Onlar avuçlarına aldıkları ülkelerde şirket devletleri kurup kendi imparatorluklarını bu görünmez ellerle yürütmek, ayakta tutmak yolunu seçmişlerdir. Dikkat edilirse -rejiminin adı ne olursa olsun- millî karakter gösteren hiçbir devlete söz geçiremedikleri görülür. Bu devletler için yumuşatma ve içten yıkma metotları geliştirmekte ve uygulamaktadırlar.
Demek ki “küresel güç” diye korku salan ve bazılarının maalesef hayranlığını çeken bu ahtapotun kolunu koparmak için onun sömürüsünü, beslenmesini doğrudan ve dolaylı olarak önlemek gerekiyor. Ancak ayakta durabilen hattâ çökmekte olan ekonomilerine hiçbir şekilde destek olmamak gerekiyor.
Belki böylece canavarın inine dönmesi sağlanabilir ve hiç değilse belli bir süre için insanlığa zarar vermesi önlenebilir.
Böyle bir çıkış yolu, beşeri ilişkileri gelişmiş, ahlak yapısı sağlam, insancıl kişilerin meydana getirdiği toplumlarda bulunabilir.
“Ne yapmalı?” sorusuna cevap verebiliyorsak “nasıl yapmalı?” konusunda da anlaşabiliriz.


www.ufukotesi.com - 03 / 2005  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.