Türk Ekonomisi

 

İ.Orkun Atalay  

NABZIMIZ KAÇ ATIYOR?


Eskiden Türkiye’ye seyrek uğrayan ABD’li devlet zevatı son 5-6 yıldır sıkça uğramaya başladı. Bill Clinton’la başladı, Bush’la devam etti ve en son Beyaz Saray’ın “Halle Berry’si” Condoleazza Rice uğradı. Eskiden “Chicago boys” tarafından yönetilen “good boy” olan Türkiye artık “bad boy” olmuştur. Çünkü, ABD kazık atanın bir tek kendisi olmadığını, kazık da yediğini fark etmeye başlamıştır.

Orta Doğu, Balkanlar ve Orta Asya coğrafyasında Türkiye’nin izin verdiği kadar hareket edebildiğini fark etmesi ABD derin devletini kızdırmaya başlamıştır. Rice’ın ziyaretinde sarf ettiği “susturun ABD karşıtlarını” gibi sözler bunun açık belirtisidir. Kurdukları stratejilerin işe yaramaması değerlendirme zafiyetlerini göstermiştir. Buna yanıtları, karşılıksız bir para olan Dolar’ın değeriyle oynayarak Türk ekonomisini bozmak olmuştur. Son numaraları ise Türkleri psikolojik olarak baskı altına almaktır. Metal fırtına, ateş topu, deprem bombası, seks bombası, “din elden gidiyor”, illuminati, tapınak şövalyeleri vb. saçmalıklarla bilinç altına korku yerleştirmektedirler.

ABD yıllarca hem içerideki küçük beslemeleri vasıtasıyla hem de dışarıdan bizzat Türk toplumunun nabzını tutmuştur. Yıllarca Türkiye’den ve KKTC’den devlet zevatı ve halkın değişik kesimlerinden temsilcileri ABD’ye ve Avrupa’da sermaye çevrelerinin buluşup bir koyup üç almak için “avlayacak keklik” aradıkları Davos gibi yerlerde, karşılarına da Rumları oturtup, kendisini de sözde arabulucu ilân ederek, aslında “deney ve gözlem” metodunu uygulamıştır. Türklerin değişen koşullara tepkisini ölçmüş ve bunun sonucunda elde ettiği verilere dayanarak stratejiler geliştirmiştir. Bu stratejilerin sonuncusu “Annan planı” olmuştur. ABD, Türklerin “evet”, Rumların “hayır” diyeceğini biliyordu. Önemli olan bağımsızlıktan ve egemenlikten vazgeçmiş bir KKTC ve buna razı bir TC varken, ABD’nin Orta Doğu’yu hâkimiyeti altına almasının kolay olmasıydı. Bu, Türkiye için büyük bir riskti. Ya Kıbrıs’ı tamamen kaybedecekti, ya da ikinci bir “kiralama” durumu olacaktı. Ancak ABD’nin planları da tam tutmadı. Zira, Türkiye Kıbrıs’ta eski statükoyu muhafaza edebildi. KKTC’deki hükümetin referandumdan önceki ve sonraki söylevlerindeki tutarsızlığa ve iktidardan inmesine bakılırsa bu sonuca ulaşılabilecektir. Ancak, bu sefer de Gümrük Birliği gerekçesiyle Rum Kesimi’nin tanınması şeklinde bir baskı gelmeye başladı. Gümrük Birliği’nin Türk dış ticaret açığını diğerleri lehine artırmaktan başka bir işlevi olmadığından “biz de çıkarız” diye rest çekebiliriz.

George W. Bush Türkiye’ye geldiğinde klişe laflarıyla ve şirinliğiyle! bazılarını ağlattı (!) Demokrasi meleği(!) olan, üniversiteye ve basına yuvalanmış, ne olduğu belirsiz ayak takımı “ABD ile birlikte Irak’a girelim yoksa sonumuz kötü olur” diye tempo tutmuştu. Hatta Irak’ın kuzeyinde Türk bayrakları yakılarak, bir takım baldırı çıplak, Siyonist kuklaların demeçleriyle ve Türkmenler kullanılarak kışkırtmalar yapılmıştı. Bugün, her ne kadar, Irak’ın Kuzeyi’nde Türkiye’ye karşı bir komplo kurulmakta ise de Irak’a girmemekle ne kadar doğru bir iş yapıldığı da aşikârdır. Tüm işi bizim üzerimize yıkıp çıkıp gideceklerdi, sonra da Irak’ın kuzeyinde kukla devleti bize kurdurup, besleteceklerdi. Bu reddedildiği zaman da Türkler malum devlette işgalcidir, soykırım yapıyorlar diyeceklerdi. Maalesef basından öğrendiğimiz kadarıyla emekli bir Koramiral “Irak’ın Kuzeyi’nde kurulması planlanan devlete Türkiye el uzatmalı” diyebilmiştir. Yanlış anlaşılmasın, bu şahıs ABD Deniz Kuvvetlerinden değil, Türk Deniz Kuvvetlerinden emeklidir. İyi ki de emekli edilmiş! Türkiye’nin askerî müdahale yapmaması ve Türkiye’yi üs olarak kullandırmaması Siyonistlerin bütün planlarını altüst etmiştir. Hareket kabiliyetleri sınırlanmıştır. Irak’a askerî bir müdahale gerekirse o zaman yapılır. Zaten Türkiye, Irak’ın kuzeyinde bir devletin kurulmasını savaş sebebi (casus belli) saydığını ilân etmiştir. Bush aradığı ilgiyi görmüş ama istediği sonucu alamadan Türkiye’yi terk etmişti.

Ancak bunlardan önce Bill Clinton’un ziyareti “nabza şerbet verme” operasyonu olarak önemliydi. Sanırım Türkiye’ye gelen en şirin(!) ABD başkanı oydu. Deprem bölgesinde kucağına bebeği alması “mütareke basını” tarafından pompalanarak halkın kendisinden biriymiş gibi görmesini sağlamıştı.
Sonra Yunanistan’a gittiğinde “kendimi Yunanlı hissediyorum” demişti! Ama bu bizim basında çok küçük bir haber olarak yer aldı. Eski Napolyon taktiği yine tutmuştu. Prens Charles’ın “gizli Müslüman” olduğu rivayeti de böyledir. İngiliz istihbaratı bilmiyor da bizim basın biliyor! Bu tür nabız tutmalara karşı her zaman uyanık, tavırlarımızda soğuk kanlı ve planlarında akıllı olmamız gerekmektedir.


www.ufukotesi.com - 02 / 2005  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.