Gezi

 

Banu Erkmen  

Güzelliğin aynası İznik


Osmanlı camilerinin ve hamamlarının ve diğer yapılarının müstesna süsleme eserleri olan İznik çinilerine bugün dahi paha biçilemez. Dünyanın her yerinde tanınmış olan bu çinilerin kalitesini ve özellikle mavi ile kırmızı rengini bugün dahi günümüz teknolojisi ile ustalar yapamamaktadırlar. Yapılan kazılarda bölgede Milet işi olarak bilinen basit, kırmızı hamurlu, mavi, firuze, mor renkli, basit bezemeli çanak ve çömlekler üretiliyordu. 15. yy’da birden beyaz hamurlu ve porselen kalitesinde sırlı, hayretler uyandırıcı kalitede eserler üretilmeye başlandı. Bu değişimdeki en büyük etken İpek yolunun üzerinde bulunan İznik’ten geçen kervanlardaki Çin porselenleri idi. Daha iyisini, daha güzelini ve daha bezemeli olanları yapmak o günlerin ustaları için bir yaşam şartı olmuştu.

Yabancı sanat tarihçilerinin, arkeologlarının özellikle rehberlerinin anlatırken öyle bir Nikaia portresi vardır ki, yüzlerce film yapımcısı bir araya gelse o dekoru hazırlayamazlar. Sanki binlerce yıldır orada yaşayan ölümsüzlerdir. En sonunda konuyu getirip Osmanlıya bağlarlar, 1922 Türk-Yunan savaşında şehrin nasıl mahvolduğunu, Yunanlıların yakıp yıktığı, talan ettiği şehri, Türkler yapmış gibi anlatarak, olaya Birleşmiş Milletlerin, Unesko’nun, AB Komisyonlarının ve Dünya Kiliseler Birliğinin el koyması gerektiğini, yeniden yapılandırılıp müze şehir olarak koruma altına alınması gerektiğini söylerler. Böylece onlara göre, şimdiki hali ile mezbele olan viran İznik biraz olsun eski havasına kavuşacak, Hz. İsa da, havarileri de, hıristiyan ataları da memnun olacaklardır. Halbuki ziyaretçilerinin çoğunluğunu hıristiyan din adamlarının oluşturduğu İznik, etrafı dağlarla çevrili sakin gölünün kıyısında, yemyeşil zeytin ağaçları ile kaplı bir vadide, balıkçılık ve çiftçilik yapan dingin insanları ile yüzyıllardır olduğu gibi bugün de çok hoş bir Türk yerleşim birimi.
Bölgeye ilk yerleşenlerin Bithnialılar ve onların kurduğu krallık olduğu bilinmekte. Fakat bu bölgede Makedonyalı İskender’in ölümünden sonra çıkan karşıklıklarda, İskender’in generallerinden, kendini Küçük Asya’nın kralı ilan eden Antigonos Monophtalmos (tek gözlü Antigonos) burada bir kent kurarak kendi adını verdi. Antigoneia. 301 yılında İskender’in bir başka generali Lysimakhos, Antigonos’u yenerek batı ve orta Anadolu’ya egemen oldu. Antigoneia’yı genişletti ve karısının anısına onun adını verdi –Nikaia. Antigonos ve Lysimakhos’un kurduğu kent, birbirini kesen ve surlardaki dört giriş kapısında sonlanan iki ana caddeden ibaret biçimini bugün halen korumakta. Nikaia’nın en büyük ürünü, kırmızı böceğiyle boyanan kırmızı renkte kumaştı ve bu, o zamanlar ve Roma dönemi boyunca kârlı bir ticaret oldu. Nikaia, bu kumaş ve çevresindeki bereketli topraklar sayesinde gelişirken yüzyıllar sonra bu sefer kırmızı renk Türk çinilerinde ortaya çıktı. Dünya tarihine de damgasını bu çinilerle vurdu.
Hıristiyan âleminde Nikaia ve diğer Bithnyia kentlerine İncili öğreten Roma Cumhuriyeti yönetimi altında iken Aziz Petros’un kardeşi Aziz Andreas olduğu şeklinde bir inanç vardır. Birkaç yıl sonra, Aziz Paulos, arkadaşlarıyle birlikte komşu Mysia’dan (İzmir ile Marmara Denizi arasında kalan bölge) buraya gelmek istedi, fakat hıristiyan inancına göre, “İsa’nın ruhu, onlara izin vermedi.” 300 yıl sonra Nikaia hıristiyan dünyasında çok önemli bir konuma kavuştu. Çünkü erken hıristiyanlığın oldukça önemli iki büyük konsili burada toplandı. 787 yılında ikinci konsilin Ayasofya Kilisesindeki toplantısından sonra Roma Katolik Kilisesi ile Doğu Ortodoks Kilisesi tamamen birbirlerinden ayrıldılar. İşte bu tarih ve bu konsil toplantısı sonrası İznik, hıristiyanlarca kutsal sayıldı.
Bizanslıların 1071 yılında Malazgirt savaşında yenilmesiyle Türkler akın akın Anadoluya gelmeye başladılar. Selçuklular 1081’de İznik’i ele geçirdiler. Bizanslılar I. Haçlı ordusunun yardımı ile 1097’ de geri aldılar. Tam 234 yıl sonra, 2 Mart 1331’de Orhan Gazi, uzun bir kuşatma sonucu Nikaia’yı feth etti. Bu tarihten itibaren kentin adı Türkçeleştirilip İznik oldu. Kuzey Afrikalı Arap gezgin İbn-i Batuta, Osmanlı fethinden kısa bir süre sonra İznik’i ziyaret ettiğinde, “kenti harabe halinde bulduğunu ve Sultan’ın bir kaç hizmetlisinden başka kimsenin yaşamadığını” söyler. Söyler de, İznik’i başkent yapan Orhan Gazi’dir, kenti bir kaç cami, medrese, han, hamam, çeşme ve konutlarla donatan yine Orhan Gazi’dir. Timurlenk’in Anadolu’yu istilası sırasında Moğollarca en çok yağmalanan, yakılıp yıkılan kent de yine İznik’tir. Ama Türkler, Moğollar çekildikten sonra çok kısa bir zamanda kenti yeniden imar etmişlerdir. Zaten bu imar hareketi sırasında İznik’te çini fırınları da açılmaya başlar. Tam 300 yıl özellikle Osmanlı camilerinin ve hamamlarının ve diğer yapılarının müstesna süsleme eserleri olan İznik çinilerine bugün dahi paha biçilemez. Dünyanın her yerinde tanınmış olan bu çinilerin kalitesini ve özellikle mavi ile kırmızı rengini bugün dahi günümüz teknolojisi ile ustalar yapamamaktadırlar. Yapılan kazılarda bölgede Milet işi olarak bilinen basit, kırmızı hamurlu, mavi, firuze, mor renkli, basit bezemeli çanak ve çömlekler üretiliyordu. 15. yy’da birden beyaz hamurlu ve porselen kalitesinde sırlı, hayretler uyandırıcı kalitede eserler üretilmeye başlandı. Bu değişimdeki en büyük etken İpek yolunun üzerinde bulunan İznik’ten geçen kervanlardaki Çin porselenleri idi. Daha iyisini, daha güzelini ve daha bezemeli olanları yapmak o günlerin ustaları için bir yaşam şartı olmuştu.
Devrin en eski çinilerini ise yapımı 1391 yılında tamamlanan İznik Yeşil Cami minaresinde görmekteyiz. Daha sonraki yıllarda 24x24 ebadında 2-3 cm kalınlığında kareler halinde yapılan çiniler Yeşil Cami minaresinde dikdörgen, kare, eşkenar şeklinde tuğlalar halindedir. 17. yy’da İznik’i gezen Evliya Çelebi seyahatnamesinde İznik’te 340 fırın olduğunu, şehrin 9 mahallesinin halkının çini çanak çömlek imâl ederek geçimini sağladığını anlatır. Padişahlar yaptıracakları sarayların, köşklerin veya camilerin süslenmesi için yapılacak çiniler için İznik valisine emir verir, vali de çiniciler loncası başına söylermiş. Kaşici Başı denilen lonca başkanı hemen ustaları toplar, iş bölümü yapar ve çinilerin imâlatına başlarlarmış. Kaşici Başı denmesinin sebebi ise Buhara’nın Kaş kentinden gelmektedir. Bundan da çiniciliğin Buharalı Türkler tarafından 1071 Malazgirt Savaşından sonra Anadolu’ya taşındığını anlıyoruz. Çinicilik sanatının zirve olduğu 18. yy’a kadar devam eden 300 yıl boyunca da çok değerli olan çininin 24x24 olan bir karesi bir koyunun fiyatına eşdeğerdi. Hammaddesi işlenmesi çok zor olan yarı değerli taş kuvars olup, çiniye aynı zamanda göz akı rengini de veren kuvarstır. Bu renk çiniye derinlik veriyor, diğer renklerle uyum sağlıyor ve yansıyan ışıkların gözü yormasını da aynı zamanda engelliyor. Mavi, turkuaz, opak sarısı, mor, mercan kırmızısı ile öne çıkan İznik çinisi 1995 yılında kurulan İznik Eğitim ve Öğretim Vakfı sayesinde geleneksel yöntemlere sadık kalınarak tekrar canlandırılmaya çalışılıyor.
Surlarla çevrili olan şehre İstanbul kapısından giriyoruz. Roma Tşiyatrosunun kalıntısı, Ayasofya Kilisenin kalıntıları, Hacı Özbek Camisi, Süleyman Paşa Medresesi, Yeşil Cami, Nilüfer Hatun İmareti/Arkeoloji Müzesi, İsmail Bey Hamamı, Koimesis Kilisesi kalıntıları, II. Murat Hamamı, Mahmut Çelebi Camisi İznik’e gidince gezip görülmeden dönülmemesi gereken yerler. En son Abdülvahap Sancaktari’nin türbesine çıkıp hem ziyaretlerimizi tamamlamış hem de görmeden dönülmeyecek olan son yere de uğrayarak İznik gölünü tepeden seyretmiş oluyoruz. Buraya Bayraklı Baba veya Bayraklı Dede de deniyor. Abdülvahap Sancaktari, Battal Gazi komutasında Bizanslılara karşı savaşırken düşman tarafından kafasının kesilmesine rağmen savaşmaya devam eder. Bir arkadaşı ona “Kafan kesilmiş” der, o da kafasını koltuğunun altına alarak 7 adımda bu tepeye çıkar ve kendini oraya gömer. Hem ziyaret eder hem de göl manzarası seyrederken onun hakkında bir efsane de göl anlatır bize.
“Istanbul’da Hagia Sophia Kilisesi’nin kubbesi örülürken bir türlü tuğlaları birbirine tutturamayan mimarlar, Arabistan’a Müslüman meslektaşlarına elçiler göndererek yardım talep ederler. Hz. Muhammed, bir fındık kabuğuna tükürerek gelene verir.‘Bunu kullansınlar’ der. İstanbul’a yetiştirebilmek için hızla yol alan atlılar İznik’in yanından geçerken kabuğu yere düşürür ve içindeki sıvı dökülerek bu gölü oluşturur.” Bir efsane de halktan dinliyerek İznik’e veda ediyoruz.
“Bir felâketi göl bağırarak güya önceden haber vermektedir. Bir deprem, bir harp, bir sel felâketi öncesinde gölün bağırdığını, bunu duyduklarını anlatanlar var”. Aslında gölün altındaki büyük yarıklarda birden oluşan su kaçakları büyük gürültü ve yer sarsılıyormuş gibi uğultular oluşturmakta. Yunan istilâsı öncesinde de gölde büyük uğultular oluştuğu yaşlılarca anlatılmış, günümüzde çocuklarınca, torunlarınca anlatılmakta.Gölün bu özelliği dolayısıyla uzun yıllar halk, çocuklarının göle gitmemesi için “Göl sizi yutar’ şeklinde engellemiştir.


www.ufukotesi.com - 01 / 2005  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.