Türk Ekonomisi

 

İ.Orkun Atalay  

ON YILIN SULTANI


Her on yılda bir Türkiye’de veya Türkiye’yi ilgilendiren bir siyasal-ekonomik gelişme olur. 1946’dan beri her on yılda bir devalüasyon yapılarak ödemeler dengesi açığı kapatılmaya çalışırken Lira’ya da altmış yılda altı sıfır eklendi. 1960’tan itibaren her on yılda bir askeri müdahaleler oldu.

28 Şubatı da buraya dahil ettiğimi hemen ifade edeyim. Çünkü, “bir” paşa hukuk tanımaz şekilde devletin askeri, siyasi ve ekonomik politikalarına yön vermeye kalkışmış, bunu da Atatürkçülük ve laiklikle kamufle etmiştir. Yine, 1964’ten bu yana her on yılda bir Avrupa ile siyasal-ekonomik ilişki tazeledik. Daha doğrusu bize uzatılan havuç bittikçe yenisini uzattılar! 17 Aralık 2004 tarihi itibariyle AB’ye üyelik müzakerelerinin başlaması için 3 Ekim 2005 tarihi üzerinde uzlaşıldı. Bu, sonu ne olacağı meçhul macerayı AKP büyük başarı diye lanse etti. Daha önce, 1986 yılında ANAP hükümeti AET’ye tam üyelik başvurusu 1989’da reddedilmişti. On yıl sonra 1996 yılının Ocak ayında Gümrük Birliği’ne girdiğimizde, dönemin hükümeti DYP-CHP olayı AB’ye girdik diye lanse etmişlerdi. Şimdi de “Avrupalı” olmak yolunda büyük bir adım atıldığı şeklinde lanse edilmektedir. Oysa ki eskiye nazaran değişen nedir anlamak mümkün değildir. Değişenlerin yanında değişmeyenlerin de görülmesi gerekir. Aksi taktirde sağlıklı bir analiz yapılamayacaktır.

Bir deyiş vardır; yapana değil yaptıran bak diye…Türkiye’nin AB’ye üye olmasını kim istiyor, Türkiye üye olmak istiyor mu? Yoksa AB üzerinden Türkiye’ye dayatmalar mı yapılıyor? TBMM “uyum yasaları” adı altında paket kanunlar çıkarttı. Başından beri bunların AB’ye değil başka bir şeye uyum olduğunu söylemişimdir. Küresel Siyonist sermaye doğrudan doğruya ABD üzerinden Türkiye’ye yaptıramadıklarını AB üzerinden yaptırmaktadır. Zira, ABD üzerinden gelecek talepler “emperyalist” olarak adlandırılarak, sert tepkiye maruz bırakılacağı ve reddedileceği aşikardır. Bunun yerine AB üzerinden “demokrasi” ve “insan hakları” gibi göze ve kulağa hoş gelen ambalajlar içinde sunulduğu zaman az tepki göreceği de aşikardır. Karşı çıkanlar “faşist, komünist, irticacı” gibi yakıştırmalarla bastırılarak, düşünce ve ifade hürriyetlerini kullanmaları engellenerek, planı bozmaları kolayca önlenebilecekti. Böylece, Türk milleti uyutulurken, Avrupalı ortaklarıyla Türkiye’yi soyan asalaklar zenginliklerine zenginlik katabileceklerdi. Türkiye’de AB’ye üyeliği savunanlara bir bakın kimlerdir bunlar! Ya gizli örgüt üyesidir, ya istihbarat servislerinin maaşlı memurlarıdır, ya kendini bilim adamı sanan cahil, para için on takla atan ayaktakımıdır, ya işadamı diye lanse edilen ayağı kokan, konuşmasını beceremeyen tiplerdir, ya zulümden kaçıp kapağı Türkiye’ye attıktan sonra gruplaşıp Türklere ayrımcılık yapan göçmenlerdir, ya da daha çok hürriyet beklentisiyle AB’ye bel bağlamış tarikatlardır. Bunlar sadece kendi menfaatlerini düşünür, milletin ekonomik, sağlık, eğitim vs. durumuyla hiç ilgilenmezler. Bunların AB’ye üyelikten beklentileri hazır para gelmesidir. Oysa ki, yine kendileri millete her şeyi devletten beklememeleri yönünde telkinde bulunmaktadır. Yani devlet imkanları sadece onlara kullanılsın, millet mahrum kalsın. Sahtekarlığın büyüğü böyle olur. Atatürk bunların olacağını biliyordu. Onun için dogmatik bir öğreti kitabı bırakmadı. Bu millet ne kadar hain üretse de bir o kadar da akıllı, bilinçli ve cesur insan da üretmektedir. Birbirlerini elbette dengelerdi…

Amaçlanan nihai hedef Türkiye’nin AB’ye üye olacağı beklentisiyle hukukunda, ekonomisinde, sosyal yapısında, siyasi yapısında değişiklik gerçekleştirmektir. Türk devletini yeniden yapılandırarak, Türklük vasfını ortadan kaldırmak ve kültürel bölünmeye gitmektir. Sözde kamu reformu kanun tasarısı bir federal yapı öngörmektedir. Bu yönüyle, hem Anayasa’ya hem de idare hukukunun ilkelerine aykırılık arzetmektedir. Üniter devlet, idarenin bütünlüğü, yetki genişliği, kamu hizmetinin genelliği ve yeknesaklığı, kamu hizmetinin etkinliği ve verimliliği ile sürekliliği vb. ilkeler ihlal edilmektedir. Kaldı ki, yerelleşmenin beraberinde etnik ve tarikat yapılaşmasını da getireceği muhakkaktır. Bu da Anayasa’nın laiklik ve eşitlik ilkelerinin ihlali olacaktır. Federalizm tüm dünyada siyasal-ekonomik ünitelerin bütünleşmesi olarak yaşanırken, Türkiye’de etnik ve dini köken itibariyle bölünme olarak cereyan etmesi arzulanmaktadır. Yani federalizmin teorisi ve uygulamasına aykırı bir özel durum sözkonusudur. Türkiye parçalanarak bölgede etkinliği yok edilip, İsrail’in güvenliğini sağlaması ve genişlemesi için fırsat yaratılması amaçlanmaktadır. Türkiye AB’ye üye yapılsa dahi yine de aynı durum sözkonusudur. Zira, AB üyesi olarak bölgeyle ilişkileri koparılacak, egemenliğini kaybedecek ve böylece toprakları ve nüfusu üzerinde etkisi kalmayacak; bu durumda mesela Anadolu’nun parçalanarak AB sınırları dışında bırakılması söz konusu olabilecektir. Türkiye AB’den çıksa bile artık bir ülkesi bulunmayabilecektir. Kaldı ki, yeni AB Anayasası’na göre Birlikten ayrılan bir Üye ayrıldıktan sonra da bağını koparamamakta ve AB’nin menfaatlerine aykırı hareket edememektedir. Türkiye 3 Ekim 2005’te alacağı tarihten sonra yapacağı müzakerelerle Cumhuriyetin kazanımlarından daha çok tavizler vererek sonunda ortada da kalabilir. Sonu belli olmayan maceralara ciddi devletler girmez.


www.ufukotesi.com - 12 / 2004  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.