Gezi

 

Banu Erkmen  

Bir pazar Sabahı İstanbul’da Boğaz Turu (II)


Geçen ay kaldığımız yerden İstanbul boğazında gezimizi yapmaya devam ediyoruz. Belki tüm ülkeleri ve onların şehirlerini, kasabalarını, kıyılarını gezmedim ama rahatlıkla söyleyebilirim ki benim için dünyada daha güzel bir yer yok.

Gece ay ışığında ışıl ışıl binalarının suya yansımaları ile başka bir masal; gündüz martıları, dalgaları, bin bir çeşit mavisi ile ayrı masal ve o şahane kıyıları seriyor kendini seyredenlerin gözlerine. En güzel manzara ise gece vapurla karşıya geçerken parıldayan Süleymaniye, Ayasofya, Sultanahmet camilerinin minareleri ve Topkapı sarayının eski İstanbul eteklerine kurulu rengarenk ışıklarla bezeli binalarıdır.
Biz şimdi İstanbul’un güzel hisarlarından yola çıkıp püfür püfür esen rüzgârla gezimize devam ediyoruz. Artık karşılıklı olarak Sarıyer ve Beykoz ilçelerinin kıyılarındayız. Sağ tarafımızda şehrimizin yoğurt ile özdeşleşen semti Kanlıca iskelesine yanaşacağız. İskeleden yukarı baktığımızda tarihi Mihrabat korusunun yeşillikleri karşılıyor bizi. Yahya Kemal’in içinde yalnız dolanıp şiirlerine ilham olan korunun arka tepeleri Kavacık ve Otağtepe’dir. İskelenin hemen yanında ise yüzyıllar boyu Kanlıcalılara gurur kaynağı olan ve Mimar Sinan’ın yaptığı bilinen İskender Paşa camisi ve türbesi yer alır. Vapurdaki “Kanlıca yoğurduuuu” seslerinden yavaş yavaş ayrılırken, Kanlıca isminin Anadolu’dan kağnılarla gelen Türklerden kalan kağnılıcadan geldiğini söylememiz gerek.
Kanlıcadan sonra Boğazın kuzeyine doğru Çubuklu adlı bir inci semt daha vardır. II. Beyazıt oğlu Şehzade Selim'i Trabzon'dan İstanbul'a getirttikten sonra Çubuklu'da gezerken öfkelenir ve elindeki kızılcık çubuğu ile Selim'e 8 defa vurur. Selim o zaman bu çubuğu toprağa dikerek tutması için dua eder. Çubuk tutar ve yemiş verir. Bu sebepten Selim Çubuklu-Bahçe’yi, bugünkü adıyla Çubuklu'yu padişah olduktan ve Mısır seferinden döndükten sonra güzelleştirir. Eski İstanbul halkının yaz akşamları bülbül dinlemeye geldiği Çubuklu, birbirinden ince işçilikli sanat eseri niteliğindeki köşklerle doluydu. Maalesef bunlar orijinal şekilde günümüze ulaşamamışlardır. Osmanlı cam işçiliğinin en güzel örneği olan çeşmibülbüller de Çubukluda Çeşmibülbül çeşmesi yakınındaki bir imalathanede yapılmaya başlanmıştır.
Güneş ışığında çevrilen bir zümrüdün renk değiştirdiği zaman saçtığı yeşil ışıklarla bezenmiş gibi duran Boğazın korularının ardında bu sefer Çubuklunun üstünde kulesi ile her yerden görünen Hidiv kasrı bulunuyor. Abbas Hilmi Paşa tarafından II. Abdülhamit zamanında yaptırılmıştır. Abbas Hilmi Paşa bunun ikizini ise Nil Nehri kıyısına inşa ettirmiştir. Kasır baştan aşağıya mermer kristal ve altın yaldız ile kaplıdır. İstanbul’un en zarif köşkü zamanında 150 bin altına mal olmuştur.
Anadolu kıyılarından Avrupa tarafına doğru baktığımızda Emirgân’ı göreceğiz. “Boğazda bir çay içmeye gidelim” denilince ilk olarak akıllara gelen çınar gölgesi Emirgân’ dadır kuşkusuz. Erivan valisi prens Emirg kentini IV. Murat’a teslim edince, Boğazda kendisine bir saray verilmiş ve prens de ismini bu yolla semte vermiştir. İskelenin hemen yanı başında 1781 tarihli Emirgan camisi ve 1783 tarihli çeşmesi bulunmaktadır.
Artık yavaş yavaş Karadeniz’e doğru yaklaşıyoruz. Boğazın en geniş ve içe doğru derinleşmiş limanı İstinye. Bu sebeple İstinye koyu irili ufaklı teknelerle yatlarla doludur her zaman. Yeni denizden çekilmiş balık kokusu, teknelerin salınması, burnunuza iyot ve tuzun yakıcılığıyla birlikte gelir. Bir akşam vakti İstinye’de bu şehirde doğduğunuz veya olduğunuz için şükredersiniz. İstanbul boğazını gezmek bir ömre bedeldir.
Tekrar karşı kıyıdayız. Beykoz’a doğru Paşabahçe’den geçeceğiz. Osmanlı döneminden kalma 300 yıllık depolar bugün restoran olarak kullanılmakta. Ama kesinlikle Paşabahçe denince akla şişe cam fabrikası ve Türk cam sanatının en incelikli kristalleri, opalleri, çeşmibülbülleri geliyor.

Ben deniz kenarındaki odamda,
Pencereye hiç bakmadan,
Dışarıdan geçen kayıkların
Karpuz yüklü olduğunu bilirim.
Deniz, benim eskiden yaptığım gibi,
Aynasını odamın tavanında dolaştırıp beni kızdırmaktan hoşlanır.
Yosun kokusu
ve sahile çekilmiş dalyan direkleri
sahilde yaşayan çocuklara
hiç bir şey hatırlatmaz.

1914 İshakağa yokuşu, numara dokuz. Aşı boyalı, üç katlı, sevimli, ahşap bir ev. Bu dizeler Beykoz’da bu evde doğan Orhan Veli’ye ait. Ve şimdi biz de Beykoz kıyılarındayız. Her zaman su sorunu yaşamış İstanbul’un, çeşmeleri, su yolları ile derdine deva olmuş Beykoz. Semtin simgesi kuşkusuz yalnızca Beykoz'u değil, İstanbul'u, hatta Türkiye'yi anlatan Türk yapı sanatının şaheserlerinden kabul edilen son çeşmelerdir. Bu çeşme Behruz Ağa tarafından yaptırılmış, fakat zamanla harap olmuş. Beykoz’un çayırları, mesire yerleri, paçası, sularından çıkan kılıç balıkları yüzyıllarca dillere destan olmuştur. Beykoz tepelerinde Hz Yuşa’nın türbesi de en az Beykoz kadar tanınır. Tam karşı kıyıya doğru baktığınızda ise Sarıyer sırtlarında Tellibaba türbesi yer alır. Özellikle evlenmek isteyen çeşitli yaştaki hanımların sene boyunca dua ve adak yeridir. Sarıyer isminin ilçe merkezindeki Sarıbaba türbesinden geldiği söylense de bölgede bulunan eski bir bakır madeni sebebi ile sarı ismi yakıştırılmıştır. Sarıyer’den bugün de İstanbul’a plaj olarak hizmet veren Altınkum, Kilyos gibi sahil bölgelerine ulaşılır ve tabii böreği meşhurdur. Murat IV’ün bir gezinti sırasında gördüğü, “Hadimül haremeyn olduğum halde, böyle bir ravza-i cenâna mãlik değilim” diye şaşkınlığını açıkladığı Çelebi Solak adıyla tanınmış bir kişinin bahçesi de Sarıyer’de imiş bir zamanlar. Tıpkı Beykoz gibi şehrin su deposudur. Çırçır, Fındık, Hünkâr, Kestane suları buradan kaynak bulmaktadır.
Artık Karadeniz’e doğru açılma zamanı. İki yakada da son duraklarımız Kavaklar olacak. Anadolu Kavağında 1834 yapımlı bir deniz feneri bulunur. İki tane kalesi vardır Stratejik önemi nedeni ile boğazın tam girişindedir ve askerî önem taşımaktadır. Tepede bulunan kale Yoros kalesidir. Daha önce yerinde bulunan kalenin devşirme malzemesi ile yapılmıştır. Yonca plânlı kaleden Karadeniz ile Boğazın birleşmesini izlemeye doyum olmaz. İkinci kale ise Riva kalesidir ve Yoros kalesinin güvenliği için inşa edildiği bilinmektedir. Geldik son durağımıza, yani Rumeli Kavağı ve Fenerine. İstanbul’un balık keyfi diyebiliriz buraya; hafta sonları kalabalığından ötürü hafta içi gitmenizi tavsiye ederim. Pek çok ufak balıkçı köyü vardır etrafında. Ve şehir yaşantısından kaçıp bir hayli farklı tatlar bulabilirsiniz.
Artık Boğaz turumuzu bitirdik ve geri dönme zamanı. Her yıl on binlerce insanı şarkısıyla kendine doğru çekip aşık eden İstanbul Boğazı. Her baktığımda bana “bu şehri gerçekten çok seviyorum” dedirtiyor. Ve iki bölüm halinde kısaca anlatmaya çalıştım. Üstüne yazılan sayısız kitabın, şiirin, şarkının yanı sıra bir kez daha sizi Boğaza çağırıyorum…
İyi geziler!


www.ufukotesi.com - 12 / 2004  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.