Evet, ‘Seksen Yıl Sonra’ başlığı size neyi hatırlattı? Sanırım pek çoğunuz, bu konu doğrudan Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşumuyla ilgili bir şey diyecektir. Bazılarınız belki de, dini çıkarları gereği kullanan ve her zaman cumhuriyetimizi küçük düşürmeğe çalışan bazı ahmakların yaptığı gibi, dönüşüm yıllarını (Ellinci Yıl, Yetmiş beşinci yıl vs.) istismar edeceğimizi düşündünüz...Örneğin; 80 yıllık zulüm vs. ibarelerini sayıklayanlar gibi...Bizim için böyle bir durum elbette söz konusu olamaz. Bizim Türk’le, Türk’ün devleti ile hiçbir derdimiz söz konusu değildir. Bizim derdimiz olsa olsa Türk’ün devletini,Türk’e rağmen ele geçirip, kendi menfaatleri için kullanan asalaklara karşı olabilir... Bu her zamanda bu şekilde olacaktır. Ne zamana kadar? O hainler, o asalaklar, o satılmışlar, bu ülkede etkisiz ve de tesirsiz bırakılıncaya kadar...
Biz bu yazımızda cumhuriyeti işlemeyeceğiz. Biz bu yazımızda, Türk dünyasının gelmiş-geçmiş en önemli düşünce adamlarından birisi olan Ziya Gökalp’i anma ve hatırlatma adına bu konuyu kaleme alıyorum.
Malumunuz Gökalp merhum bundan seksen yıl önce 25 Ekim 1924 tarihinde vefat etmişti. Onun ölümünden bu yana seksen yıl geçti. Bu kadar yıl sonra onun düşünceleri hangi aşamaya geldi? Ne kadar taraftara sahip oldu? Bu taraftarlardan ne kadarı gerçekten Ziya Gökalp ve düşüncelerini anlayabildi? Bunlar hep tartışılabilecek ve üzerinde kalem oynatılıp söz üretilmesi mümkün olan konulardır. Fakat Türkiye üzerine 1980 yılından itibaren örülen örümcek ağları ve göklere serilen karabulutlar ve beyinlere yerleştirilen tüketim hastalığı ve ilgisizlik anlayışına, elbette Gökalp’te kurban edilmiş olan değerlerimizdendir.
Nice çapsızın ülkemizde –milliyetçilik anlayış dahil olmak üzere-cirit attığı bu ortamda, elbette Gökalp ve Gökalp gibilere kapılar zor aralanmaktadır.
Gökalp Diyarbakır’ın bünyesinden çıkmış çok önemli bir düşünce adamıdır… Bu insan ki, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Türk dünyasını düşünceleriyle ışıl ışıl aydınlatmaya çalışmıştır. Onun hakkında Ali Nüzhet Göksel şöyle der:
“O, bir çoban yıldızı gibi memleketin uzak ufkunda doğmuş, fakat tesir sahası bütün memleketi kaplamıştı.” Ne kadar doğru bir tespit…
Ya bugün, Ziya Gökalp’in Diyarbakır’ı nerededir? Kaç dönemdir, belediye başkanlığını kimler almaktadır? Mesut Yılmazların, R.T.Erdoğanların istediği Diyarbakır, nasıl bir Diyarbakır olacaktır? Ah! Ziya Gökalp büyüğüm neredesin?
Bize Behçesaray,Adakale, Şumnu, Vidin, Manastır, Üsküp, Selanik, Hanya, Rodos, Sakız, Midilli, Halep nasıl unutturulduysa; şimdi, Diyarbakırlar, Urfalar, Ahlatlar, Malabadiler de unutturuluyor ve bizden uzaklaştırılıyor. Bu süreçte Ziya Gökalp gibilerin düşünceleri, hafızalarımıza bir bozkurt gibi kazınacağı yerde, itlerin, çakalların, sırtlanların görüş ve düşünceleri kazınıyor…Ne acı bir durum!
23 Mart 1876 tarihinde doğmuş olan Ziya Gökalp, mahalli ortamda kendisini yetiştirmiş ve II.Meşrutiyet sonrasındaki “1911-1919 tarihleri arasında uyanan milli şuurun ışığı altında, İktisat,Terbiye,Hukuk, Ahlak, Tarihtelakkisi dil ve edebiyat meseleleri üzerinde Gökalp’in hakim tesirleri görülür.”
Gökalp, düşüncelerinin teoriden pratiğe geçmesi uğruna İttihat ve Terakki Cemiyet’ne girmiş ve Merkezi Umumi üyesi de olmuştur. Burada bulunmasını kendisi şöyle izah eder: “Eğer cemiyete girmeseydim fikirlerimi hükümete kabul ettiremezdim” sözü, o oluşumda niçin yer aldığını bize gösteriyor. Oysa İttihat ve Terakki, Gökalp’in varlığına rağmen her türlü anlayışın at oynattığı ya da oynatmaya çalıştığı bir parkuru andırıyordu. İçinde Çingene Talat’ların, dönme Cavitlerin, Dr. Nâzımların, Çerkez Reşitler ve benzerlerinin dışında, maceracı Yakup Cemillerin rol aldığı bir yer değil miydi? O dönemde Ermeni Dış işleri mensupları dahi yok muydu?
Diyarbakır’dan Ziya Gökalp’i tanıyan Ali Nüzhet Göksel onun için, “Pos bıyıklı, şişmanca, dalgın, rüyalı bakışlı, güler yüzlü” bir insandı der. Meselâ yine o, “Bir kış günü idi, okula giderken, çarşıda ona rastladım. Başında beyaz bir fes vardı. Bütün oradaki insanlar hayretle ona bakıyorlardı. O, etrafıyla alâkadar değildi, dalgın dalgın yürüyordu. Okula gidince bir hocama bunun sebebini sordum. O da: ‘Bizim giydiğimiz fes, memlekette yapılır, fakat boyamak için Avusturya’ya gönderilir. O sırada Avusturya, Bosna-Hersek’i bizden gasp ettiği için Ziya Bey Avusturya’ya boykot makamında beyaz fes giymiş’ dedi.”
Ziya Gökalp büyük düşünür olmasının yanında son derece onurlu, ahlâklı ve her şeyde Türk milletini merkezine alan bir insandı. Onun bu durumuna aşağıda anlatacağım olay çok güzel bir örnektir. Bazı şerefsizlere, ceplerini ve işkembelerini iki misli doldurmayı bir şey sananlara ithaf olunur:
“Birinci Dünya Savaşı yıllarında idi. Z.Gökalp hastalanmış evinde yatıyordu. Zaten midesinden hasta olan Gökalp’in yediği kepek ve süpürge çöpünden yapılan ekmekler büsbütün midesini harap etmişti. Hastalığını tedavi etmeğe çalışan Dr. Musa Kazım durumu Talat Paşa’ya söyledi. Talat Paşa bir gece Z.Gökalp’i ziyarete geldi. Gökalp, o zamanlar Cerrahpaşa’da harap bir evde oturuyordu. Talat Paşa içeri girerken sofanın, odaların sönük birer kandil ışığı ile aydınlatılmağa çalışıldığını görünce acı acı gülerek:
‘Ziya Bey burası bir türbeye dönmüş, niçin bizden petrol istemediniz?
Gökalp-‘Paşam, memlekette bir çok aileler bugün bu durumdadırlar. Bizde onlar gibi olmağa mecburuz.’
‘Ama siz ilim adamısınız, okumağa, çalışmağa bu türlü iptidai vasıtalar kâfi gelmez değil mi?
Size, biz petrol ışığı verelim, siz de bize ilim nurunu veriniz. Böylece bir mübadele yapalım olmaz mı? Hem midenizde hastadır, niçin fırancala istemiyorsunuz?
Gökalp-‘Benim gibi hasta mideli olanlar pek çoktur. Bizde onlar gibi bu muameleye tabi olmalıyız değil mi Paşam?’
Gözleri yaşaran Talat Paşa babacan tavrı ile Gökalp’e yaklaştı, elini elleri içine alarak okşadı.
‘Siz, bize ve memlekete lâzımsınız Ziya Bey’ dedi.
Gökalp- ‘Harp içindeyiz, memleket vardır, millet vardır.’ Gökalp gülerek, ‘ben sen yokuz biz varız Paşam’ diye cevap verdi.”
Türk dünyasının büyük düşünce adamı Ziya Gökalp’in onurlu kişiliğine örnek bir olayı da şu şekilde aktaracağım:
“Arada bir, Sultan Reşat İttihat ve Terakki Merkezi Umumi idare heyeti azalarını saraya davet ederdi. Gene böyle bir davet sırasında Padişah, şiirlerini okuyup beğendiği Ziya Gökalp’i Talat Paşa’dan sorar, onunla görüşmek istediğini söyler. Talat Paşa’da, başka bir ziyaretinde onu getireceğini vaat eder.
Birkaç gün sonra Talat Paşa, Ziya Gökalp’a meseleyi anlattı. O da, önce resmi elbisesi olmadığını ileri sürerek bu işten sıyrılmak istedi. Fakat arkadaşları, Terzi Osman Zeki’ye, Gökalp için resmi bir elbise yaptırdılar. Nihayet ziyaret günü de gelip çattı. Talat Paşa, Gökalp’ı saraya götürmek istedikçe o, bu sefer rahatsızlığını ileri sürdü. Fakat fazla ısrar edildiğini görünce , hakiki maksadını açığa vurarak, ‘Ben saraya gidip saçak öpmem’ dedi ve daveti reddetti. ‘Fakat saraya gidecek ziyaretçilerin bildirilmiştir’ dendi. Gökalp, orada bulunan Bahattin Şakir Bey’i göstererek, ‘ O, benim yerime sizinle gelsin’ dedi. Artık daveti kabul etmediği kesin olarak anlaşılınca, çaresiz kaldılar ve Bahattin Şakir’i götürmeğe razı oldular.
Sultan Reşat, Ziya Gökalp için hazırlattığı bir altın saatle, kıymetli bir sigara tabakasını B.Şakir’e hediye etti. O da aldığı hediyeleri bir gün Merkezi Umumi’de Gökalp’e vermek istedi. Fakat Göklap kabul etmedi. Gülerek B.Şakir’e ‘Saçağı sen öptüğün için, bunlar senin hakkındır’ diyerek armağanları ona terk etti.”
Günümüzde ise bırakın saçak, etek öpmeyi, kim bilir daha başka nereleri öpüyorlar nereleri? Size bilgili, fedakâr, onurlu Gökalp örneklerinden başka bir de yönlendirici, yetiştirici, lider ve hoca Gökalp’ten bir örnek vermek istiyorum. Bu konuda kaynağım yine Ali Nüzhet Bey olacak:
“Babamla Ziya Bey’in dayısı Arif Efendi, dost idiler. Sık sık o, babama gelir, biz onlara giderdik. Bizim oraya gidişimiz Cuma günleri olurdu. O gün, onun selamlığı hayli kalabalık olurdu. Önce, şundan bundan konuşulurdu. Fakat bunların arasında bulunan bir genç adam konuşmaya başlayınca, dedikodu kesilir, artık memleket meseleleri de ele alınırdı. Bütün bu yaşlı hocalar, yüksek, yerli memurlar hep bu genç adamı hürmetle dinlerlerdi. Ondan neler sormazlardı? Dinlerden, mezheplerden ve ahlâk meselelerinden işe başlanır, memleket idaresine geçilirdi. Bu genç adam, batıda, doğudan misaller getirerek soruları cevaplandırırdı. Bazen hocalarla ilmi münakaşalara girişir, Muhiddin Arabi’den, İmamı Gazali’den söz açar elindeki Fransızca kitaptan parçalar tercüme ederek, bu insanları, söylediği fikirlere inandırırdı. O yaşlı insanların hayran hayran dinledikleri bu genç adam: Ziya Gökalp idi.”
Ziya Gökalp:
“Güzel dil Türkçe bize
Başka dil gece bize”
(…) “Arapçaya meyletme
İran’a da hiç gitme”
diyen insandı. Ve yine o:
“Yurt girince yat eline,
Ergenekon oldu yine!..
Çıkmaz mı bir ‘Börte Çine’?
Nurlanmaz mı çırağımız!” diyen adamdı...
Derken, yaşadığı o karanlık yılları tasvir eder. Bu karanlık tablonun ışığı olan Mustafa Kemal bir Bozkurt olarak yeni Ergenekon”dan Türk Milleti’ni çıkarır. Bunun üzerine Gökalp şunları yazar:
“Gazi Paşa! Gerçek fazla yoruldun,
İhtimal ki rahata da muhtaçsın…
İksir gibi bu millete ilaçsın...
Türk çocuktur, yaşayamaz babasız,
Karanlıkta kılavuzsuz,lambasız”
Evet Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu büyük lider Mustafa Kemal Atatürk’ü etkileyen insanların başında gelenlerden biri Ziya Gökalp’ti. Onun erken sayılabilecek bir yaşta ölümü Mustafa Kemal’i çok etkilemiştir. Atatürk Gökalp’in ölümü üzerine eşine taziye olarak şunları yazar:
“Muhterem zevciniz Ziya Gökalp Bey’in bütün Türk alemi için pek elim bir ziya teşkil eden gaybubeti ebediyesinden mütevellit hissiyatı taziyet ve Türk milletinin samimi teessüratı kalbiyesini zatı ismetanelerine arzeder ve Türk millet ve hükümetinin büyük mütefekkirin ailesi hakkındaki hissiyatı müşvikanesini temin ederim efendim.”
|