Gezi

 

Banu Erkmen  

Aynalıkavak Kasrı


Bir İstanbuldu ki; her sokağında iki üç konak, her mahallesinde bir iki saray vardı. Camiler, hanlar, hamamlar, medreseseler, çarşılar, çeşmeler, kasırlar, köşkler, yalılar ve saraylarla donanmış ve bütün bunlar korularla, bahçelerle süslenmişti. Öyle bir devirdi ki, bahçeler miydi yarışan yoksa bahçelerde açan çiçekler miydi? Çiçeklerin padişahı lâle, Osmanlının ise III. Ahmet idi.

Sarı, kükürt sarısı, yumurta sarısı, kanarya sarısı, samanî, koyu krem, ebrulî, sarı ebrulî, yeşil ebrulî, kırmızı, al, gül-pembe, lâl, nohudî ile karışık açık al, tuğla kırmızısı, et rengi, kavuniçi, bronz, bakır, hünnabî, koyu erguvanî, mor, vanilya moru, leylâkımsı, düz-beyaz, kenarı kırmızı şeritli beyaz, beyaz üzerine pembe, esmerimsi, kurşunî, mavi, havaî mavi ve daha nice renkle bezenmiş gül, karanfil ve özellikle lâle bahçeleri ile süslenmiş İstanbul’da 26 Nisan 1720’de padişah III. Ahmet saray halkı ve Harem-i Humayundaki sultanlarla Beşiktaş’ta bir eşi benzeri olmayan denizdudağındaki bahçe içerisindeki Damat İbrahim Paşa sarayına konuk oldu. Bugün Çırağan Sarayı’nın yerinde olduğu tahmin edilen Damat İbrahim Paşa Sarayında çalgılar çalındı, şarkılar söylendi, şiirler okundu, renkli lâle tarhlarının arasına yerleştirilen prizma aynaların önlerine kandiller yakılarak geceleri renk cümbüşü içinde bir dünya yaratıldı. Bir hafta sonunda ayrılık vakti geldiğinde Sadrazam, Padişaha ve haremindeki sultanlara mücevherler ve altınlar verdi. Dört dörtlük donatılmış değerli atlar sundu. Ve daha başka sayılmaz armağanlarla ev sahipliğini gereği gibi gösterdi. Padişahın yanındaki bende ve hademelerinden, yerine ve şanına göre, armağan almayan kalmadı. Sonsuz ihsanlarla herkesin gönlü hoş oldu. Cümlesi dualar ederek ayrılırken, sarayında kalan Muşkaralı Helvacı Çırağı, Nevşehirli, önce Makbul sonrada Maktûl olan Damat İbrahim Paşa 1718 yılında padişahın mührü hümayununu koynuna koymuştu. O günkü tarihimize kadar devşirme değil, Türk olan bir kaç sadrazamdan biri idi. Sultan III. Ahmet’in kızı ile evlendiğinide o 52, gelin hanım ise 12 yaşındaydı. Muşkaralı İbrahim Paşa devletin ve Türk milletinin üstüne çökmüş olan karanlık ve kasveti atmak isterken, cihan imparatorluğuna lâyık bir başkentti de imar etmişti. İstanbul halkının büyük kısmının inim inim inlediği, kaymak tabakanın ise refah ve sefa içinde yaşadığı bir dönem değil, halktan herkesin kademe kademe refahtan nasibini aldığı bir döneme imzasını attı. Osmanlı payitahtına genel bir aydınlanmayı ve yükselmeyi getirdi. Mimarlıkta, giyside, çeşitli kullanım eşyalarında ince bir zevki egemen kılarken Osmanlı’yı sanayi ve endüstri ile de tanıştırdı. Sadece matbaayı kurması bile başlıbaşına bir zaferdi. Ayrıca III. Ahmet kütüphanesini yaptırtarak Osmanlı hazinesine ikinci bir hazine daha kattı. Abbasî halifelerinden Filozof Memnun’un dediği gibi; “İnsan üç çeşittir; bir kısmı gıda gibi her zaman ve her yerde lâzımdır. Bir kısmı da devâ gibidir, yerinde ve zamanında lâzımdır, bir kısmı da illet gibidir, Allah bizi onlardan korusun!” Yerinde ve zamanında iktidara geçen Muşkaralı İbrahim Paşa Alî Osman için devâ olmuştu.
Cami ve mescitler için; “Mevcutları tamir ve ihyâ edelim, kâfidir; ecdadın ruhları da şâd olsun” diyen İbrahim Paşa hayır sahiplerini mektep, medrese, çeşme, çarşı boylarına dükkan, han, kervansaray, köprü yaptırmaya, başta İstanbul, kasabalara su getirmeye teşvik etti.
Sanata ve edebiyata olan düşkünlüğünüde göz önünde tutarsak iflâh olmaz bir romantik olan İbrahim paşa doğduğu köy Muşkara’ya da el atınca ortaya pırıl pırıl bir kasaba çıkıverdi. Muşkaranın adı “Nevşehir”; bu yeni şehri kuran da Nevşehirli İbrahim Paşa oldu.
Üsküdar ve Ayasofya meydanlarındaki III. Ahmet çeşmeleri de, Haliç’ten Okmeydanı’na kadar uzanan ormanlığın sahil kıyısında yapılan veya onarılan Aynalıkavak Kasrı da onun devrinin eseridir.
Tersane Sarayı; Topkapı, Üsküdar, Beşiktaş saraylarından sonra Osmanlı hanedanının İstanbul’da inşa ettirdiği dördüncü büyük saraydı. Sarayın bahçesine de “Tersane Bahçesi” veya “Has Bahçesi” denirdi. Fatih zamanından beri bu bahçede yapılan kasır ve köşkler zamanla kaderlerine terk edilmişti. İbrahim Paşa döneminde eskiler tamir edildikleri gibi yeni kasırlarda yapıldı.
Aynalıkavak Kasrı’nın ilk defa ne zaman yapıldığı bilinmemekte olup Evliya Çelebi Seyahatnamesinde burada bir hamam, sofalar ve şadırvan olduğunu tarihe düşerken kasrın inşasını Fatih’e atfeder. Tersane Sarayı veya diğer adı ile Aynalıkavak Sarayı (ki, günümüzde kalan sadece bir kasırdır) ilk yapıldığında haremin önü yüksek bir duvarla kapatılarak denizi görmesi engellenmişti. Sultanların sık sık ikametgâh olarak tercih ettikleri bu saraydaki duvar 1647’de Sultan İbrahim tarafından yıktırıldı.
1677’de yanan saray tamir edildikten sonra tarihe damgasını Sultan III. Ahmet’in dört oğlu ile Sadrazam Damat İbrahim Paşa’nın oğlu ve yüzlerce yoksul çocuğun sünnet edildiği düğünle vurdu. 30 gün ve 30 gece süren düğünde muhteşem eğlecelerle ve alaylarla sünnet olmak her şahzedeye nasip olurdu ama bir değil yüzlerce yoksul çocuğa nasip olmazdı. Düğün süresince haremi ile Tersane sarayında kalan padişah, düğünü anlatan Surname-i Vehbi adlı manzum eserin minyatür kopyalarında defalarca resmedilmiş, o kopyaların kopyaları da günümüzde turistik eşya satan mağazalarda en çok talep görenlerdendir. Bu resimlerden birinde kasrın yanındaki bir kavak ağacının üstüne çerçeve içinde bir ayna asılmış olduğu ve üzerine “Aynalıkavak” yazıldığı görülmektedir.
Düzenlenen eğlence ve gösterilerin ise en ilgi çekici sünnetin 14. günü yapıldı. Tersane mimarbaşısı İbrahim Efendi “Timsah” adını verdiği kendisi de timsah şeklinde olan bir deniz aracını Aynalıkavak Sarayı önüne getirdi. Denizin üzerinde ağzını açıp kapayarak, ağzından sular fışkırtarak yüzen bu araç bir ara denize daldı. Yarım saatten fazla denizin altında kalan araç su üzerine çıktığında timsah ağzını açtı ve ağzından fırlayan bir kaç köçek dans etmeye başladı. Timsahın üstüne çıkıp oynayan köçekler dansları bitip sahile çıktıklarında, İstanbul ve saray halkının gözleri önünde timsah da denize batarak kayboldu. Bu esnada Beyazıt Meydanında bir başka köçek binlerce kişinin gözleri önünde 2 veya 3 saniye kadar yok olup, cümle kıyafetini değiştirmiş, farklı renklerle kuşanmış olarak kaldığı yerden dansına devam ediyordu.
1718’de Mora’yı Türklere bırakan Pasarofça Antlaşması sonrası Venedikliler tarafından iyi niyet göstergesi olarak Sultan III. Ahmet’e ünlü Venedik aynalarının en güzel ve en büyüklerinden bazılarını hediye etmişlerdi ve bu saray hediye gelen aynaların takılabileceği en uygun alandı. Bu kavak boyundaki aynalardan sonra kasrın adı önce halkın arasında daha sonra saray halkınca “Aynalıkavak” oldu. 66 yıl sonra da 9 Ocak 1784’de Sultan I. Abdülhamid bu binada Kırım’ı Rusya’ya bağlayan Aynalıkavak Antlaşmasını imzaladı. Zaten bu tarihten sonrada tersanenin genişlemesi yüzünden sarayın binaları peyderpey yıkılmaya başlayınca sultanlar da ayaklarını çektiler. En son III. Selim kasrı onarttıktan sonra Beşiktaş’taki sarayı tercih eder oldular.
Kasır, dıştan, göze hoş gelen bir düzensizliğe sahiptir ve her duvarında bol miktarda pencere vardır. Aslında gerçek pencerenin de bulunmayacağı yerlerde de, aynı etkiyi oluşturmak üzere boyama pencerelerle donatılmıştır. Eğimli bir arazide bulunması dolayısıyla Haliç tarafından iki, arka tarafta tek katı vardır. Güzel ağaçlarla dolu bir bahçeyle çevrilidir. Yandaki bir verandadan bir giriş mekânına, oradan da Osmanlı Arz Odası havasındaki büyük bir salona geçilir. Salon, üç yönden, alçak, ipek döşeli divanlarla çevrili içerlek mekânlara sahiptir. III. Selim’in restorasyonu sırasında eklenen ve koyu mavi zemin üzerine altın yaldız harflerle yazılmış kendi şiiri, duvarları dolanmaktadır. Salon, üç yönden, bahçelere bakan pencerelerle çevrilidir; hepsi çift camlı olan pencerelerin alttakileri dikdörtgen çerçeveli olup, diğerleri güzel vitraylarla süslenmiştir.
İçerlek sofalı salon, köşkün en büyük odasıdır; fakat banyo, yemek odası ve bekleme odası ve büyük salon ile Haliç tarafındaki hareme ait tek tek odaların hepsi kendine özgü bezeme unsurlarına ve gizlenmiş güzelliklere sahiptir. Alt katta daha önce hizmetkârlara ait olan odalarda Türk musikisi enstrümanları sergilenmektadir.
Sık sık tamir ve bakıma alınan kasrı açık bir zamanında yakalayıp, Muşkara’lı İbrahim Paşa’nın dediği gibi “Ecdâdı yâd etmek”için bahçelerinde ve salonlarında gezinelim...


www.ufukotesi.com - 10 / 2004  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.