Türk ekonomisini tarif etmede kullandığımız bu ibare, iktisattan biraz anlayan herkese anlamlı gelecektir. Öncelikle iki hususu belirlemek lazım. Biri, Türkiye’de iddia edildiği gibi kapitalizm var mı? Diğeri, liberalizm nedir ve yine iddia edildiği gibi Türkiye’de mevcut mudur? Kısaca her iki soruya da “hayır!” cevabını vermek mümkündür. Sebebi en basit şekilde şöyle izah edilebilir: Türkiye’de kapitalizm yoktur, çünkü kapitalizmin kurucusu Adam Smith’in “Milletlerin Zenginliği” isimli eserinde kapitalizmin şartları olarak ortaya koyduğu iki unsur olan “üretim” ve “rekabet” Türkiye’de bulunmamaktadır. Başta ABD olmak üzere bütün dünyaya küreselleşmeyle yayılan ve hâkim olan “spekülasyon ekonomisi” ve “yeraltı ekonomisi” Türkiye’de mevcuttur. Kaldı ki, Türkiye’nin toplam ihracatı neredeyse sadece cep telefonu ihraç eden on milyonluk İsveç’e denk durumda. Bu mu başarı? Dünya ekonomisindeki payı yüzde sıfırda sıfır olan ve sermaye birikimi olmadığından, yabancı sermayeye muhtaç kalan bir ülkenin iktisadî başarıdan söz etmesi kuşkusuz gerçekçi değildir.
AB’ye gireceğiz rüyası görenler bu gerçekleri görmezlikten gelmektedir. Türkiye’de madem ekonomik büyüme gerçekleşiyor, faizler düşüyor, enflasyon düşüyor da o zaman neden işsizlik artıyor, yatırımlar azalıyor, fakirlik sınırı yükselirken caddeler ciplerden geçilmiyor? Çünkü, paranın satın alma gücü azaltılarak ve hazine garantili, yani vergi paralarımızla ödenecek, dış borçlar alınarak, suni bir refah yaratılıyor. Bütün serveti döviz üzerine olan az sayıda kişiler ise daha da zenginleşiyor. Doların değeri neredeyse yarı yarıya düştü. Ekonomik büyüme gerçekleşti denilmektedir ama özel kesim harcamaları artmasına karşın, kamu kesimi harcamalarında düşüş yaşanmaktadır. Çünkü, ithalât, ihracatı geçmekte ve dış ticaret ve ödemeler dengesi açık vermektedir. Kamu kesimindeki harcamalardaki düşüşün sebebi de IMF’nin istikraz koşullarında ileri sürdüğü ve Türkiye’nin de niyet mektuplarıyla kabûl ettiği kamu giderlerinin kısıntıya gidilmesidir. Sosyal harcamalarda kısıntıya gidilmesinin yanında, tütün ve pancarda miktar kısıtlamaları gibi tarımsal kısıtlamalar ve malî yeniden yapılanma gibi yapısal uyum dayatmaları da sözkonusudur.
Türkiye’de üretim yerine fırsatçılık, rekabet yerine paylaşım kavgası vardır. Üretim ve ihracat olmayınca piyasada tedavüldeki paranın cepten cebe dolaşımı veya başka bir deyişle servet transferi sözkonusudur. Buna karşılık, bu durumun önüne geçip paranın dışarı kaçmasını önlemek için de gruplaşmalar karşımıza çıkmaktadır. Müteakiben gruplar arasında yıkıcı rekabet cereyan etmektedir. Diğer taraftan, aynı gruba mensup olanların birbirlerini sömürmelerine de şahit olunmaktadır. Türkiye’de son on yılda şahit olunan holding savaşları bunun gözüken şeklidir. Cemaat sermayesi, küresel sermaye ve nispeten küçük ölçekte yerli gruplar destekli holdinglerin ve diğer ekonomik birimlerin birbirlerine karşı amansız mücadelelerini basından tâkip etmek mümkündür. Türkiye’deki ekonomik düzende, ahbap çavuşların bir olup kendi halkını sömürmesi sözkonusudur. Diğer milletler, başkalarını sömürerek zenginleşirken, biz kendi kendimizi sömürerek yine kendimizi fakirleştiriyoruz. Gruplaşma cumhuriyete zarar vermekte ve toplumsal çözülmeye yol açmaktadır.
Peki, kapitalizmin kurallarının işlemiyor olmasının liberalizm üzerindeki etkisi ne olabilir? Özal, ABD’yi örnek gösterip “önce özgürlük sonra zenginlik” demişti. İktisadın kuralları değişmediyse bu belirleme yanlıştır. Zira, Voltaire, “İngiltere Mektupları” eserinde “İngilizlerin ticaretle zenginleştiklerini, zenginleştikçe de özgürleştiklerini” ifade etmektedir. İngiltere’de 19. yüzyılda cereyan eden sanayi devriminin de temelinde ticaret yatmaktadır. Yani üretmek ve ürettiğini satmak. Bu husus hâlâ Türkiye’de anlaşılamamıştır. En çok para harcanan şey gayrimenkuldür. Biz hâlâ, İngiltere’nin iki yüzyıl önce yaşadığı aşama olan, toprak rantını aşamamış bulunmaktayız. Yani el tezgahında bile olsa bir şey üretmek lazım. Mevcut fabrika binaları ahır olarak kullanılırken yeni fabrika temeli atmak gösterişten başka bir şey değildir. Diğer taraftan, liberalizm, ancak ortada paylaşılacak bir zenginliğin bulunması halinde var olabilir. Bu paylaşım da âdil olmalıdır. Eski sosyalist hukuklarda geçen “herkese yeteneğine göre, herkese hakkettiği kadar” formülü istihdam ve ücret politikası için idealdir. Sosyal adaleti gözeten bir müdahaleci devlet Türk toplumuna uygun bir ekonomik yapı arzeder. Zira, Türkiye’de insanlar kendilerini sahipsiz ve çaresiz görmektedir. Sıkça “nerede bu devlet” yakınması duyulmaktadır. Ahlâksızca bir zenginleşme yaşanmaktadır.
Türkiye’de 80’li yıllarda “çağ atlıyoruz” diye yeni teknoloji malların ve yabancı sermayenin ülkeye sokulmasıyla birlikte, hazıra alışma, fırsatçılık, hırsızlık, ahlâksızlık ve bunları himaye eden hukukî düzenlemeler, göz boyamalarla ülkemizde hâkim olmaya başlamıştır. Bir merkantilizm devri geçirmeden, yani sermaye birikimi elde etmeden, yerli sanayi kurulmadan, küçük ve orta boy işletmeler kıt kanaat geçimlerini sağlarken ve ülkede tarımın yanında bir tek imalatçılık varken, kabına sığmayıp, taşan küresel sermayeye ülkenin kapıları birden açılınca, yerli sermaye “yumruk yemiş boksör gibi nakavt” olmuştur. Önce holdingleşmeyle başlayan yeni güç merkezleri, feodalizmin yıkılışında şehirlerin oynadığı rol gibi, millî sermayeyi zayıflatıp, kendi hâkimiyetine almıştır. Müteakiben, “özelleştirme” adı altında Türkiye’de “satış” yapılmaya başlanmıştır. Bir defa yüksek enflasyon ve yüksek borç bulunan bir ülkede özelleştirme olmaz. Buna borç ödemek için satış denir. Zira, Margaret Tatcher’ın İngiltere’de yaptığı “özelleştirme” kapitalist üretim ilişkilerinin oturduğu ve özel kesimin yeterli sermaye birikimi yapmasıyla artık devletin üretim yapmasına gerek kalmamıştır. İkincisi, özelleştirmeden elde edilen gelir topluma yayılmıştır. Yani, millî gelirde artış gerçekleştirilmiştir. Bunların hiçbiri Türkiye için sözkonusu değildir.
Peki liberalizm nedir? Liberalizm; kısaca fırsat eşitliğinin yanı sıra imkan eşitliğinin de bulunmasıdır. Hukuk önünde eşit olmak yetmez. Hukuk düzeninin tanıdığı hürriyetleri kullanarak hakka dönüştürebilmek için ekonomik güç gerekir. Marx’ın “materyal diyalektiğinde” ifade ettiği gibi “alt yapıda iktisat ve malîye, üst yapıda ahlâk vardır.” Burada
ahlâk, hukuk anlamında da kullanılmıştır. İktisat bir nehir gibidir, hukuk o nehrin üzerindeki baraj gibidir ve ikisi birleşince enerji doğar. İşte bu noktada imkan eşitliği göze batmaktadır.
Bir örnekle açıklamak gerekirse, İngiltere’de, Kraliçe de, bir işçi de yaz tatilini Fransa’nın Monako şehrinde geçirebiliyor. Ama, Kraliçe Monako’ya özel yatıyla gidiyor; işçi uçakla “ekonomik sınıfta” uçarak gidiyor. Sonuçta her ikisi de aynı yere gidebiliyor. Türkiye turizmde patlama yapıyor denildiğinde bu hiç de gerçekçi değildir. Zira, gelen yabancı turistlerin hepsi işçi, memur vs. dir. Bunların çocuklarından ve yaşlılarından da üstelik ücret alınmaz veya indirim yapılır. Yani, paralı turist gelmiyor. Diğer taraftan, Türkiye’ye biçilen “hizmet” üretme rolü, bir ülkenin kalkınmasına katkı sağlamaz. Yatak, havlu, yemek üretmek sadece günü kurtarmaya yönelik “cep harçlılığı“ olabilir. Tabii doğa katliamı da cabasıdır. Türk işçisi ve memuru yılda iki defa bayramlarda otobüsle memleketine gidip tatil yapar. Aradaki farkı gördünüz mü? Üstelik yabancı turistlere yapılan indirimler Türklere yapılmıyor. Kendi ülkesinde ikinci sınıf muamelesi görmek insana ne hissettirir sizce? Köyden şehre göç eden ama sanayi olmadığından işçi olamayıp ortada kalan gecekonducular, tarım desteği kesilen ve miktar kısıtlamalarına maruz bırakılan çiftçiler… Bir yanda, hiçbir katma değer sağlamadan lüks içinde yaşayanlar diğer yanda yaman bir çelişki yaşanırken, insanların demokrasiye ve cumhuriyete inanmasını beklemek mümkün müdür? İşte, liberalizm var mıymış şimdi? Türkiye’de “anarşi” vardır. “İnsan insanın kurdudur” düzeni vardır.
Öncelikle Türkiye’de kurumsallaşma yerleştirilmelidir. Devlet, hükümetler değiştikçe, şekil değiştirmemelidir. Hükümetler devlete uymalıdır. Daha sonra da insanlardaki kimlik sorunu çözülmelidir. IMF bir raporunda “Türkiye’deki kimlik sorunu çözülmeden, ekonomik sorun çözülemez” demektedir. Prof. Dr. Ümit Özdağ da bir televizyon demecinde “Türkiye’de Türklük sorunu vardır” demişti. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olma bilincinin aşılanması gerekmektedir. Hiç de “insan doğduğu yere değil, doyduğu yere aittir” denilmesin. Bu ülke herkesi doyurur. Yeter ki, fırsatçılık ve hırsızlık bitirilsin. Bernard Lewis, İkinci Mahmut devri inkılabı için “göstermelik” deyimini kullanmıştır. Türkiye’de de her şey göstermelik yapılmaya devam etmektedir. Her şey şekilcilik. İçerik boş…
Bir diğer husus kavram kargaşasına son verilmesidir. İnsanların kafaları karışık olduğu sürece yanlış bilgi bombardımanıyla yönlendirilmeleri mümkündür. Aslında hep dönüp dolanıp aynı noktaya geliniyor. Türklük ve ahlâkın topluma yabancılaşmasını önlemek.
|