Aykırı Bakış

 

Dr. Yusuf Gedikli  

2004 YAZINA PANOROMİK BİR NAZAR


Satılan topraklar, Türkmenlerin durumu ve Çetin Altan'ın ilginç açıklaması.

2004 yazında bir çok mühim olay meydana geldi. Günlük bir yana haftalık gazete dahi olmadığımız için bu olaylardan bahsedemedik. Hatta dokunamadık bile. Bu bakımdan geçen aylardaki bazı hadiselere göz atmakta yarar görüyoruz. 1. NATO zirvesi 28-29 haziran 2004’te İstanbulda yapılan ve NATO tarihinde ilk defa bu kadar geniş katılımlı olan NATO zirvesi, tam bir fiyaskoyla neticelendi. Alınan en mühim karar Irak ordusunun NATO subaylarınca eğitilmesi oldu. Afganistan misyonunun kuvvetlendirilmesi ve Bosnadaki görevin AB’ye devredilmesi diğer iki karardı. Rusya davetli olduğu halde zirveye katılmazken, Fransa-Almanya buloğu Amerikan karşıtlığını davranışıyla bir kez daha vurguladı. Zirvenin başlangıcında Iraktaki idarenin Iraklılara devredilmesi ve Bremer’in apar topar uçağına atlayıp Vaşingtona kaçması, Amerikanın yanlışlıklar komedyasına bir örnekti. Ancak zirve münasebetiyle esas vurgulamak istediğimiz husus şudur: Bir çok siyasi parti, dernek, sivil toplum örgütü demokratik haklarını kullanarak nümayiş ve yürüyüş yaptı. Dikkat ettik; bunların içinde bir tane sağ tandanslı kuruluş yoktu. Sağın bu anti demokratik, sünepe, uyuşuk, mıymıntı durumu devam ettiği sürece sağdan memleketi kurtaracak politika ve davranışlar ummak safdillik olur.

2. MHP’nin mektubu

2 Ağustos 2004 günü Hürriyet isimli büyük (!) gazete, MHP’nin 313 general ve amirale hükümeti uyarması için mektup yazdığını haber verdi. 4 ağustostaki YAŞ’ta ise 313 general ve amiralin mektubu iade etme kararı aldığı gazetelere intikal etti ve tartışmalar alevlendi.
Her zaman olduğu gibi haberde bir saptırma vardı. MHP, sadece ordu mensuplarına değil, bir çok sivil toplum kuruluşuna ve kişiye mektup yazmıştı. Bizim görüşümüze göre MHP’nin böyle bir sorumluluk örneği vermesi normaldir. MHP’nin mektubu sivildeki en üst makamlar gibi ordunun en üst makamlarına, yani Genelkurmay Başkanlığına, kuvvet komutanlıklarına, ordu komutanlıklarına göndermesi de normaldir. Çünkü ülkemiz hakikaten zor günler geçiriyor. Yalnız mektubun bütün general ve amirallere yollanması gereksizdi. Zira demokratik bir rejimde ordunun her üst kumandanından medet ummak lüzumsuzdur. Bu tavır, “biz bu işi beceremiyoruz, gelin siz becerin” demekten başka bir şey değildir ve aynı zamanda bir güvensizliğin işaretidir. Geçmişte bunun benzeri müteaddit hadiseler yaşanmıştır. Bütün bunlar sağdaki demokratik kültür eksikliğinden kaynaklanan tavırlardır.
Aynı zamanda ordunun AB mevzusunda (mevzuunda değil) hükümetten ve hükümetin dışındaki AB taraftarlarından farklı düşünmediğinin de bilinmemesi demektir.
Objektiflik namına şunu söylemek de bir borçtur: Türk ordusu her ne kadar laiklik ve batıcılık hususunda hassas ise de, demokratik bir tarafı olduğu da tartışmasızdır. Bunu hem geçmişte darbelerden sonra, hem de günümüzde çeşitli vesilelerle göstermiş ve göstermektedir.

3. Türk Solunun “ordu göreve” çağrıları

Bu meyanda Türk Solu nam refikimizin yaklaşık iki seneden beri hemen her sayısında “ordu göreve” demesine değinmek istiyoruz.
Ortodoks CHP ideolojisini temsil eden devletçi-orducu neo bir hareket olan Türk Solu, tıpkı devletçi-orducu bir hareket olan MHP ve Yeniçağ gazetesi ile şaşırtıcı bir benzerlik göstermektedir. Dediğimiz gibi her iki hareket de devletçi-orducudur. Aynı zamanda demokratik kültürü tam benimsemiş ve özümsemiş değildir. Kendine güvensizdir ve ordudan medet ummaktadır. Hepsinden önemlisi her iki hareket de ordunun AB hususundaki politikasını ve görüşünü bilmemektedir. Bu da onların Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan itibaren kültür ve dış politikaları hakkında yetersiz bilgiye sahip olmalarından ileri gelmektedir. Doğrusunu söylemek lazım gelirse bilhassa 1938-60 arasındaki kültür ve dış politikalar hakkında yayın piyasasında tam bir çoraklık vardır (İnkılap tarihi dersleri 1938’de kesilir. Hun tarihi dahi bu devreye nesbeten daha iyi bilinir). Yani isteseniz de bir şeyler öğrenebileceğiniz kitap ve neşriyat bulamazsınız. Hulasa tam bir ainformasyon mevcuttur. Hadi sol neyse (zira onlar ne yapacaklarını ve yaptıklarını çok iyi bilirler), ama sağcı aydınların (!) hiç birisi bir şeyin farkında değildir. Hal böyle olunca, yani yanlışlara istinat edilince yanlış kanaatlere varmak tabiidir.
Mezkûr hareket ve yayın organları eğer demokratik olsalardı, ordudan medet ummamaları gerektiğini bileceklerdi. Ve eğer Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve ordusunun milli politikasının AB’ye girmek olduğunu bilselerdi, yine ordudan medet ummamaları gerektiğini bileceklerdi. Bilmedikleri için habire “imdat, medet” daveti yapıyorlar ama boşuna. Çünkü devletin diğer kuvvetleri ve bu arada TSK, AB taraflısıdır. Bunu bizzat kendileri müteaddit defalar ifade etmişlerdir. Sadece bazı çekince ve sakıncaları vardır ki, bunlar da AB için feda edilmeyecek şeyler değildir. En önemlisi Kıbrıstı ki, Kıbrıs feda edilebildiğine göre diğerlerini siz hesap edin.

4. Türkiyede yabancılara toprak satışı

30 ağustos 2002 günü Bavyera iç işleri bakanı Becktein’ın şöyle dediği gazetelerde yer alıyordu: “Ülkesinde yabancılara gayri menkul satış izni vermeyen ya da zorluklar çıkaran Türkiyenin gideceği daha çok yolu var.” (Hürriyet, 30 ağustos 2002, 1. s.). Çünkü AB, 13 kasım 2001’de böyle bir karar almıştı.
AKP hükümeti, müzakere tarihi (giriş tarihi değil) almak uğruna hiç bir bahane bırakmak istemediği için temmuz 2003’te yabancılara gayri menkul satışını serbest bırakan kanunu çıkarmıştır.
Bildiğimiz kadarıyla Türkiye, Almanyaya mütekabiliyet esasına göre taşınmaz mal alım satışına izin vermişti. 1987’de Araplara yapılan bir kaç parça toprak satışı ise Anayasa Mahkemesi tarafından durdurulmuştu (Anayasa Mahkemesinin kararları kesindir). Ancak şimdi Anayasa Mahkemesine gidilse toprak satışını iptal etmeyeceği de kesindir. Arap başka, AB başkadır. Nitekim Anayasa Mahkemesi, 3 ağustos 2002’de meclisten geçen AB uyum kanunlarını iptal etmemiştir. Ayrıyeten 2004 temmuzundaki DEP’lilerin serbest bırakılmasına en üst düzey yargı organlarından biri tarafından karar verilmiştir.
2003 temmuzundaki kanundan sonra pek çok yabancının vatanımızın çeşitli köşelerinde gayri menkul edindiği basında yer almaktadır. Hatta TRT 1 bile 22 ağustos 2004 günü ana haber bültenini bu dosyayla açmıştır.
Sırası gelmişken söyleyelim ki, Türkiye toprakları eskiden Hıristiyanların olup da Hıristiyanlar tarafından geri alınamayan tek coğrafyadır. Endülüs, Girit, Sicilya, Balkanlar geri alınmıştır. Bir tek Türkiye toprakları hariç. Bu bakımdan Türkiye, AB’nin öteki ülkeleri ile aynı ulamda (kategoride) değildir. Burada herkesin bir emeli vardır. Ermenilerin hazırladığı puropaganda filimlerde (film değil) “Türkiye bir gün AB’ye girerse satın almak için şu numaraya para yatırın” denmektedir. Fenerin neler peşinde olduğu erbabına sır değildir. İngilizin, Amerikalının, Yahudinin muhakkak bir hesabı vardır. Hatta Arapların bile. O bakımdan mevzuyu dikkatle takip etmeliyiz.
Gayri menkullerin bir kısmının Türk asıllı yabancı uyruklular tarafından alındığı doğrudur. Ancak mesele sadece bununla kalsaydı, mühim değildi. Meselenin esas mühim tarafı öbür boyutudur.
Denilecek ki Türkler de öbür ülkelerden gayri menkul alma hakkına sahip. Teoride öyle. Tıpkı hepimizin zengin, hepimizin vekil (mebus), hepimizin cumhur başkanı olma hakkının bulunması gibi. Ama olabiliyor muyuz? Hayır! Burada da aynı şey geçerli. Para kimde? Onlarda. Dolayısıyla kazançlı çıkacak olanlar yabancılardır. Bir gün yurdumuzda kiracı olursak şaşmayın. Üstelik Türklerin başka ülkelerde her hangi bir emeli yok. Ama Türkiyede herkesin bir emeli (amacı, hedefi, misyonu) var.
Bütün bunlardan devletin her kesiminin haberi var. Bir şey demiyorlarsa, ya öyle olmasını istiyorlar, ya önemsemiyorlar demektir, ya da bıçak kemiğe dayanınca diyeceklerdir (Burası şüpheli). Sadece bizim gibi bazı belli kesimlerden ses çıkıyor ki, onun da hiç bir kıymet-i harbiyesi yok.

4.1. Kıbrısta yabancılara toprak satılması

Topraklar sadece Türkiyeda satılsa Azerbaycanlıların dediği gibi derdimiz yarı sayılırdı. Kıbrısta da topraklar satılıyor. Aldığımız bazı notları verelim de bir fikir edinelim:
1. “Yabancıların KKTC’deki mallara olan ilgisi dikkat çekici boyutlara ulaştı. KKTC’de gerek vatandaşlar arasında, gerek yabancılara mal satışında gözde bölge Girne oldu. Kayalar köyünden Tatlısuya kadar olan bölgede yoğunlaşan satışlar uyarınca 2003 yılında sadece yabancılara 1.000 civarında gayri menkul satıldı.” (Milliyet, 25 şubat 2004, 20. s.). KKTC’de seçimden önce vatandaş yapılan 1.563 kişinin vatandaşlığı iptal edildi (aynı yer).
2. 23 mart 2004 günü TRT 1’in ve aynı tarihli Milliyetin verdiği habere göre İngilizler Karpasta süratle yer alıyorlar.
3. Rumlar, Güney Kıbrıstaki Türk mallarının 1.200 dönümünü sattı. Bu, Türk topraklarının üç binde biridir (Yeniçağ, 22 temmuz 2004, 5. s.).
4. KKTC baş savcısı bakanlar kurulundan izin almadan yabancılara mal satanlar hakkında işlem yapacaklarını açıkladı. (Gözcü, 23 temmuz 2004, 12. s.).
5. Kıbrısta İsrailliler ve İngilizler toprak satın alıyor (Mustafa Balbay, Cumhuriyet, 12 temmuz 2004). Aynı haftanın Tempo dergisi Rum ve İngilizlerin Kıbrısta emlak almasını kapak yaptı.
6. Abdüllatif Şener, bir soru önergesine verdiği cevapta, KKTC’de 2001’de 63 bin metre kare taşınmaz alımı yapılırken 2002’de 290 bin, 2003’te 613 bin metre kare, bu yılın ilk yarısında 116 bin, 3.5 yılda satılan arazinin ise 1 milyon metre kareye ulaştığını açıkladı (Yeniçağ, 23 ağustos 2004, 9. s.).

4.2. Kerkükte gayri Türklere toprak satılması

Zaman zaman matbuatta yer alan haberlerden Kerkükte Kürtlerin ve İsraillilerin gayri menkul satın aldığını okuyoruz. En yetkili ağız Şaron bile İsrailin Kürtlerle olan alakasını kabul etti. Türk-İsrail ilişkileri biraz da bu yüzden 1949’dan beri en soğuk düzeye indi.
Üç yerde de gayri menkul satıyoruz. Hani bir zamanlar Filistinlileri, yani Arapları ne kadar küçük, ne kadar hor görmüştük ve onları ne kadar tenkit etmiştik, itham etmiştik, demediğimizi bırakmamıştık. Şimdi aynı şey hem de 2003’te, 2004’te bizim başımıza geliyor. Gururlu, kibirli, burnundan kıl aldırmaz şekilde davranırsan olacağı budur. En şuurlu olduğumuz veya olmamız gerektiği bir devirde toprak satıyoruz. Ne demişler: Gülme komşuna, gelir başına.
Meselenin tevile tahammülü yok. Her şey açık şeçik ortada. Bahane aramayalım, kimseye suç bulmayalım. Artık kendimize gülelim, daha doğusu ağlayalım...

5. Heybeliada ruhban okulunun açılma meselesi

Senelerden beri ruhban okulunun açılması gerektiğini puropaganda etmeyen televizyon, yazmayan gazete, savunmayan yazar kalmadı. Ülke öyle bir hale getirildi ki, basın ve kamu oyu neredeyse “imam hatipleri kapatalım, papaz mektepleri açalım” diyecek. Biz okulun açılması gerektiğini Ufuk Ötesinde yazmıştık (Ufuk Ötesinin temmuz ve ağustos 2002 tarihli sayılarına bakılabilir). Çünkü hiç bir devlet, bir kişi dahi olsa vatandaşının tabii hakkına karşı çıkamayacağı gibi bunu sağlamakla mükelleftir.
12 temmuz 2004 pazartesi günü TRT 1’de saat 11-12 arasında Aytunç Altındal, Ferit Hakan Baykal ile “Heybeliada ruhban okulu“ puroblematiğini tartıştık. Patrikhane ve okuldan temsilci istenmesine rağmen kimse gelmedi. Hepimiz okulun açılması gerektiğini, ancak bunun devlete bağlı olması gerektiğini söyledik. Zira eğer böyle olmasa, Sünni Hanefi mezhebine mensup bir Müslümanın “ben devletin imam hatip lisesi ve ilahiyat fakültesinden mezun edilen din mensubunu kabul etmiyorum, ben de kendi imam hatip lisemi ve ilahiyat fakültemi kurmak istiyorum” diyeceğini, demokratik toplumlarda böyle taleplere karşı durulamayacağını söyledik.
İktidarın okulu açmak istediği biliniyor. Şu ana dek açılamadıysa, bunun tek sebebi yukarıda söylediğimiz taleptir.
Okulun açılmasının diğer Hıristiyan cemaatlere de emsal teşkil edeceği aşikârdır. Nitekim Ermeni patriği Mutafyan 2004 ağustosunun sonlarında niyetini ifade etti. Aynı şeyler Süryani, Nesturi, Keldaniler için de variddir (Süryanilerin bir kısmı Fener patrikhanesinin okulunda okumaktadır. Niye onlara da okul verip Rumlaşmalarının önüne geçmiyoruz).
Bizce devletimiz ilahiyat fakültesinin Ortodoks ilahiyatı bölümünü bir an evvel açmalı ve buraya yurt dışındaki Ortodoks Türk topluluklarından (Gökoğuz, Çuvaş, Kreşin, Yakut, Altay ve saire) öğrenci kabul etmelidir. Ayrıyeten Türk Ortodoks patrikhanesi de güçlendirilmelidir. Çünkü ileride bize lazım olacaktır.

6. Kerkük meselesi

Irak Türklüğü 14 temmuz 1959 katliamından sonra sık sık gündeme gelmiştir. Ancak o zamanki Ankara radyosu, İngilizlerin sağlığından haber verirken Türklerden bahsetmeye lüzum görmemiştir. Irak hükümeti Türkleri katleden suçluları cezalandırmayınca Türk toplumu ihkak-ı hak yoluna baş vurmuş, yani suçluları kendisi cezalandırmış, canileri teker teker ortadan kaldırmıştır. Bu raddede Irak devleti devreye girmeye mecbur kalmış, geri kalanların cezalarını infaz etmiştir.
Birinci Körfez savaşında yerlerini terk eden Irak Türkleri, 2. savaşta takdire layık bir davranışla yerlerinden kıpırdamamışlardır.
Irak Türkleri kültürlü ve şuurlu olmalarına rağmen şehirli ve medenî olmanın dezavantajını da taşırlar. Aynı zamanda arkalarında Türkiye gibi kocaman bir devlet olduğuna da güvenirler ve bu devletin bir şeyler yapacağını umut ederler. Ama umutlar boşa çıkar (Türkiye meseleyle ilgilenir görünür. Çünkü iç ve dış kamu oyuna ilgileniyor mesajı vermesi gerekir).
Biz 12 sene evvel, 9 ekim 1992’de Ortadoğuda yazdığımız bir yazıda, Kerkük Türklerinin başkalarına değil kendilerine güvenmeleri gerektiğini vurgulamıştık:

“Körfez savaşından sonra daha da zor duruma düşen Türkmenler, son 70 yıllık sürede hep iki ateş arasında kalmışlar, Türkiyeye gereğinden fazla güvendikleri için de gizli veya açık, kendilerini kurtaracak bir teşkilatlanmaya gidememişlerdir. (...) Türkmenlerin her hangi bir teşekküle sahip olmamaları ise en büyük talihsizlikleri olmuştur.
Kürt Meclisi ve Kürt önderlerinin böyle yanlış, tehlikelerle dolu kararlar almalarında Iraktaki Türk toplumunun ve onun dışarıdaki örgütlerinin de hataları olmuştur. Bu örgütler Irak Türk toplumunu hiç bir şekilde aktive edememiş, inisiyatif kullanamamış ve devamlı güdümlü politika uygulamışlardır. Halbuki mücadele taktik ve sıtratejisini kendileri tesbit etselerdi, bugün 36. enlemin kuzeyinde silahlı bir Türk gücü bulunabilir, Türk sınırına kadar uzanan Türklerle meskûn köyler iyi bir teşkilatlanmayla silahlı kuvvetlere dönüştürülebilirdi. (…) Bağımsız siyasetler tatbik edilseydi, bu Türk gücü şimdi dikkate alınan bir kuvvet olurdu.
Bir toplumu temsil ettiklerine inananlara tavsiyemiz, başkalarının işine yarayacak oyunlara alet olmamalarıdır. Eğer bir şey yapılmak isteniyorsa bu, ancak o parti, örgüt veya toplumun kendisine güvenmesi ve kendi gücü sayesinde olur. Çünkü Kerküğü kimse Türklere vermez. Alınırsa silahla alınır. Irak Türk toplumunun kurtuluşu silahlanmada ve savaşmadadır.“(Ortadoğu, 9 ekim 1992).

Geçen 12 sene bizi haklı çıkardı. Şimdi karşımızda ABD, AB, İsrail, Kürtler, Irak devleti var. İstenildiği takdirde bu kadar düşmanla baş etmek zor değil. Zira Kerküğün nüfus alt yapısı bizim için büyük bir avantaj. Ama başarabilecek miyiz? Şahsen şüpheliyiz. Kerküğü Kürtlere verirsek, Türkiyenin altına dinamit yerleştirmiş oluruz. O takdirde cepheyi Anadolunun neresine çekeceğimizi varın siz hesap edin.

7. Çetin Altanın şu ana değin söylediği en doğru söz

Hemen hemen hiç bir yazısını beğenmediğimiz, fikirlerinden ve çocuklarından hiç hoşnut olmadığımız Çetin Altan, 13 ağustos 2004 günü Milliyetteki köşesinde şöyle yazdı:

“1971’de Cevdet Sunay paşa ne diyordu:
‘-Donumuza kadar her şeyimizi Amerika veriyor!’
Bir süper güç, donunuza kadar her şeyinizi verdiğinde, donunuzun içindekine kadar, her şeyinizi de alabilir...”

Her şey söylendiği için bizim ilave edecek bir şeyimiz yok... Yalnız şunu söyleyelim ki, donumuzu 1952’de beri ABD veriyor.

8.Netice

Böylece 2004 yazının olaylarına bir göz atmış olduk.


www.ufukotesi.com - 09 / 2004  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.