Dünya hayatındaki mücadele pek çok alanda kaçınılmazdır. Bu mücadeledeki aktörler değişik olabilir. Bu durum sadece bireysel mücadele olarak kalmaz; milletler ile devletler arasında da olur. Böyle bir süreci algılamış ve anlamış olan kişiler ya da devletler, kendileri adına olaylara daha gerçekçi, akılcı ve tutarlı olarak yaklaşırlar. Bu anlamdaki faaliyetleri, o kişi ya da devletleri genel olarak kazançlara götürür. Anlamamış olan kişiler ise, hayatları boyunca, sonbaharda rüzgar önünde savrulan sararmış yapraklar gibidirler. Nereye sürüklenecekleri belli değildir. Aynı şekilde, hedefsiz ya da yanlış hedeflere kilitlenmiş olan devletlerin durumları da, bundan pek farklı olmaz. Böyle bir süreç takip eden devletlerin içersindeki bir avuç çıkarbaz ve onların yağdanlığına soyunmuş olan kişiler, ülkelerindeki tüm maddi kaynakları tam anlamıyla talan ederler. Toplumun genelini oluşturan insanların yaşantıları, sözde umutlar adına umutsuzluklara, hayal kırıklıklarına dönüşür ve bu süreçte de ömürleri acı ve ıstıraplar içersinde akıp gider. Bu tip insanlar bir bakarlar, gençken orta yaşa gelmişler ve oradan da yaşlılığa; fakat, bu yaşadıkları yıllar içersinde de, ne umdukları bir topluma sahip olabilmişler, ne de istedikleri bir sosyal yapıya... Bir hay- huy içersinde ömürleri akıp gitmiştir. Artık geriye dönüşte yoktur. Yanlış insanlara umut bağlanıp hareket etmenin cezalarını, katlandıkları acıları yaşayarak görmüşlerdir. Bunların bir kısmı olumsuzlukları yaşaya yaşaya ya da birinin yönlendirmesi sonrasında, sosyal anlamda doğru yolu anlasalar da, büyük çoğunluk o kargaşa içerisinde, gerçeği anlamadan veya bilemeden ölüp gider...
Biz yazılarımızda inandığımız bir dünya görüşünü anlatmaya çalışıyoruz. Türk olmaktan utanç duymuyoruz. Gurur duyabilmenin hazzını gerçekçi anlamda yaşayabilmek için de düşünce üretmeye çalışıyoruz. Hamasetin palavra örgüsünde dolaşarak “Türk” demiyoruz. Türküz, fakat niçin biz Türkler, dünyanın bu döneminde genel anlamda sürünüyor ve de süründürülüyoruz? Bizleri kim ya da kimler bu hale getirmiş ve bu halde süründürmeye devam ettiriyor? Bizlere bu sürünmeyi bu dünya da reva görenleri açıklamaya çalışıyoruz.
Önce ben bir Türk olarak, dünya içerisinde neredeyim? Konumum, gücüm, geleceğim kendi hür irademin mi, yoksa birilerinin kontrolü altında mı? Benim milletimin durumu bu perspektifte nasıl tahlil edilebilir? Karabağ’da, Kıbrıs’ta, Musul’da, Kerkük’teki acıların kaynaklarında hangi maddi temeller rol oynamaktadır? Bu maddi temellerin gasp edilmeye çalışılmasında kimler ne rolünde yer almaktadırlar? Ya Türkler nerededir? Kendileri ile ilgili kararlar alınırken ne yapmaktadırlar? Aslında çoğu olayların farkında bile değildir. Farkında olanların bir kısmı da, sorunun teşhisinde ve de çözüm anlayışında son derece yanlış yerlerde, yanlış kişilerin yönlendirmesinde, sadece kuru gürültü olmaktan öte bir yere gidememektedir. Doğaldır ki teşhis ve çözüm yanlış olunca, böyle bir olumsuz mukadderat ise kaçınılmazdır.
Biz dünyaya hakim olan güç ya da güçlerin ilk önce teşhisini yapabilmeliyiz. Niçin? Hastalığımızın ana kaynağını, yani bizi yıpratan, sürekli halsiz bırakan, öldürmeyen fakat süründüren mikrobu bulmak için?
Günümüzde dünyayı yönetenler var mıdır? Elbette vardır. Hangi anlamda ekonomik, politik, kültürel, askeri ve benzeri alanlarda. Peki, dünyayı bu anlamda yönetenler, öyleyse kim ya da kimlerdir? Batılılar mı? Bana göre yetersiz bir tanımlama... Size göre, “Batı” denince ne akla gelmektedir; önce onu anlamamız lazımdır. Çünkü dünyada her yerin bir doğusu varsa, bir de batısı vardır. Biz İran’ın batısındayız. Bulgaristan’da bizim batımızda... Bu anlamda İran için biz Batılıyız ve Bulgarlar da bize göre Batılı... Fakat ne biz İran’ı, ne de Bulgaristan bizi yönetmektedir. Öyleyse bu meşhur “Batı” neresidir? Batılılar kimlerdir? Burada “Batı” olarak Fıransa, Almanya, İtalya, İngiltere, ABD mi kast ediliyor? Oysa onların hepsinin sömürü anlamda bazı ortak çıkar ve hedefleri varsa da, uzun süreçlerde her zaman birbirleriyle ölümüne mücadele ettikleri, didiştikleri bilinen tarihsel bir gerçektir. O zaman Batılı dediğimiz kişi ve devletleri bir bütün anlamında değerlendirmemiz mümkün müdür? Böyle değerlendirirsek Yahudilere haksızlık etmiş olmaz mıyız(?) Yoksa onlara da mı Batılı diyeceğiz... Her taşın altından çıkan Yahudilerin büyük, kocaman kartellere sahip olan bezirganlarını nereye sokacağız? Onların sürekli ABD’den öten ve dünyaya yön veren sıtratejistlerini nereye koyacağız? Onları dünya hakimiyetinde gizleyecek miyiz, yok mu sayacağız? Bu gerçekçi ve doğru bir yaklaşım olur mu? Sadece hakimiyet anlamında egemen güç olarak Batılı deyip, Siyonist Yahudileri görmemek en büyük aptallık değil midir? Kısacası dünyayı sadece Batılılar yönetiyor demek, teşhiste sağlıklı bir tanı mıdır? Zira kanser de hastalıktır, verem de. Siz teşhis olarak hastasınız diyorsunuz. Fakat hastalığın özünü ortaya koyamıyorsunuz... O zaman öze gelin ve de oradan dünyaya bir bakın!..
Başka bir yaklaşımla da, dünya hakimiyetindeki güç sahibi anlamında dünyayı Hıristiyanlar yönetiyor diyenler de çıkabilir? Dünyada Hıristiyanlar, günümüz sürecinde elbette etkin. Fakat Hıristiyanlığın dinsel hedeflerinden ziyade, günümüzde parasal hedefler esas olmuştur. Dolayısıyla Hıristiyanlık, bizim gibi ülkeler üzerinde misyonerlik uğraşısı olarak, siyasi bir baskıdan öte bir şey değildir. Bu baskının da ana nedeni, bizim Ortadoğu coğrafyasında bulunmamız ve dolayısıyla İsrail’in de bu bölge de bulunması ve onun güvenliğini her anlamda sağlanma düşüncesiyle ilgilidir. ABD’deki Siyonist sıtratejistlerin bölgemizdeki Müslüman insanları Hıristiyanlaştırma çabaları, İsrail üzerinde gelişebilecek olan olası Müslüman baskısını minimuma indirmek içindir. O nedenle “Medeniyetler Çatışması” ve “Büyük Ortadoğu Purojesi” gibi sapık hedefler ortaya konmaktadır. Siyonist düşünce adamları elbette, kendi dinlerinin milliyetçi kimliğinden dolayı, başka insanlara karşı kapalı olması nedeniyle, Ortadoğu için kötünün iyisi gereği Müslümanlığa karşı Hıristiyanlığı desteklemekte ve onun ajitasyonunu Türkiye’de ve Kafkaslar’da yaptırmaktadırlar. Böylece bölgedeki siyasi dengeleri alt-üst etmeye çalışmaktadırlar. Üstelik bunları kendilerini Müslüman diyen insanlarla yapmaktadırlar ki, burası daha da dehşet vericidir. Bundan da başka, bölgedeki Hıristiyan ülkelerindeki dinsel bilinci de poh pohlamaktadırlar. Buna Gürcistan tipik bir örnektir. Neyiyle? Değiştirdiği bayrağı ile... Radikalleştirilen Ermenistan ve kilisesi de başka bir örnektir...
Güçlerin ana merkezi
Evet, Türkiye’de Hıristiyanlığın yayılmasının sağlanmasını isteyenlere şu soruyu sormalıyız. Sen önce Türkiye’deki adamı Hıristiyan yapmağa çalışacağına, git Hıristiyan olan vatandaşların karınlarını doyur. Bak Arjantin’e! Bak Afrika’daki bazı Hıristiyan ülkelere! Bak Filipinler’e! Bak Güney ve Orta Amerika’daki Hıristiyanlara! Ne kadar ilginç. Türkiye’de, Azerbaycan’da yoksul insanlar üzerine yoğun puropagandalara girenler, nedense öz be öz, anadan babadan Hıristiyan olan insanların yüzlerine bakmaya bile tenezzül etmiyorlar. Niçin? Acaba o Hiristiyanların ABD’deki Siyonist sıtratejistlere faydası olmayacağı için mi, değerlendirmeye tabi tutmuyorlar? Siz ne dersiniz? Bu durumda, dünya yönetiminde dini Hıristiyan olan bazı insanlar varsa da, başka başka Hıristiyan insanlarda sömürülmekte, sürünmektedir. O zaman gerçekçi bir bakış açısıyla hareket edersek, bu anlamda Hıristiyanlar dünyayı yönetiyor diyemeyiz. Zira burada yine Yahudilere haksızlık yapmış oluruz (?) Malumunuz onların da dini Hıristiyan değil! Öyleyse dünyayı gerçek anlamda yönetenler kimlerdir? Bu soruyu analiz edelim. Biz iki buçuk yıla yakın bir süreçte, bu köşedeki yazılarımızda zaman zaman dünyadaki bu hakim güçleri açıkladık. Bunların Anglo-Sakson-Yahudi ittifakı dediğimiz güçlerce yapıldığını, bu güçlerin yaklaşık iki yüz yıldır dünya hakimiyetinde bir numara olduklarını belirttik. Bu güçlerin yapılanmasında önce İngilizlerin güneş batmayan imparatorluklarının etkin olduğunu belirttik. Tüm ondokuzuncu yüzyıl boyunca bu etkinlik bariz bir şekilde dünyada yaşanmıştır. Nerelerde? Pek çok yerde: Kanada’da, Afrika’da, Ortadoğu’da, Hint Yarımadası’nda, Çin’de, Okyanusya’da...
Bu hakimiyet Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali diye bir hayinin yönetime gelip nesiller boyu iktidar olmalarını da sağlamıştır. Ayrıca İngilizler, Süveyş Kanalı’nın dünyadaki sömürüleri kolaylaşsın diye açılmasında etkili olmuşlardır. Kıbrıs’ın gasp edilmesinde de, Yemen, Arabistan, Filistin, Suriye, Irak topraklarının kaybedilmesinde de karşımıza yine onlar çıkmıştır. Çanakkale Boğazı’ndaki donanmalarda, Anadolu’nun işgalinde ve önümüze Yunanlıların çıkarılmasında hep onların parmağı vardır. Çörçil olarak, Lord Kurzon olarak, Loyd Corc olarak, Arabistanlı Lavrens olarak ve Gertrud Bel olarak hep onlar ama hep onlar vardır. Ya sonra! Yirminci yüzyıldaki iki sömürü savaşı ve sonrasında kulvara koşucu olarak çıkan ABD’nin bayrağa alıp, yarışa devam etmesi şekline iş dönüşmüştür. Dolayısıyla ABD ve İngiltere birbirlerine, al gülüm ver gülüm politikası oluşturmuşlar. 1945 sonrasında bayrağı taşıyan ABD, İngilizlerin kontrolden çıkmaya başlayan sömürgelerinde yeni bir rota çerçevesinde birlikte boy göstermeye başlamışlardır. Falkland Savaşı, Irak üzerine yapılan mücadeleler ile Irak’ın işgali, bunların en açık ve somut kanıtlarıdır.
Çıkarlardaki kazanç, iki tarafı da mutlu etmekte ve mutlu olan bu devletler, halklarına da kazandıklarını dağıtmaktalar ve bu dağıtımdan mutlu olan yığınlardan ses çıkmamaktadır. Bunun en somut kanıtı İngiliz İşçi Partisi ve liderinin Irak İşgaline taraftar olmaları gösterilebilir. Yine aynı şekilde demokrasinin en iyi uygulayıcılarından birisi olarak gösterilen İngiliz halkı ve onun işçi sendikalarının sesi nedense Irak’taki işgal karşısında gürleşmemektedir.
Evet, ABD 1945 sonrasında İngiltere’nin pazarlarını birlikte kontrol etmeye başladı. Örnek olarak İngiliz Akdeniz Filosunun etkisi azaltıldı ve Altıncı Filo etkin kılındı. Örnek İran ve Arap petrollerini birlikte kontrol etmeye ve istedikleri kişi ya da devletlere ortak ceza bileti kesmeye başladılar. Bunun en güzel misali Musaddık’ın öldürülmesi ve dönemin İran Şahı’nın Tahran’a geri getirmesi olayıdır. Bu ikilinin işbirliğine başka bir örnek de, İsrail devletinin 1948’de Filistin topraklarında kurdurulmasıdır...
Peki İngiltere ve ABD’yi anladık da, dünya hakimiyeti konusunda Yahudiler nereden çıktı? Onlar hiç bir yerden çıkmadı. Onlar daha işin başından beri kamufle olmuş bir şekilde en tepedeydiler. Yani dümenin başındaydılar. Halen de öyledirler. Ne olarak? Ekonomik ve politik güç olarak. Peki bunu nasıl sağlıyorlar? Kendi aralarındaki zincirleme çıkar ve dini birliklerini sağlam tutarak. Bu da onların inançlarından kaynaklanmaktadır. Böylece tepedeki Yahudiler, kontrolleri altındaki Anglo-Sakson devletleri yönlendirerek, tüm dünyayı gerçek anlamda yönetmektedirler. Anglo-Saksonların buradaki konumu, aynı zamanda dillerinin, kültürlerinin ihracında da kolaylık sağlamaktadır. Çünkü, dini anlamda ırkçı bir karakter çizen Yahudiler, dillerinde ve kültürlerinde dinleri gereği kapalı ve tutucu olmak zorundadırlar. Şimdi Anglo-Sakson-Yahudi hakimiyetinin dünya talanındaki beslendiği güç kaynaklarını görelim: Bunlar genel anlamda aşağıdaki gruplarda toparlanabilir: 1. Petro-Kimya Sanayi, 2. Silah Sanayi, 3. Dolar ihracı, 4. İletişim Sektörü, 5. Bilgisayar Sektörü, 6. İlaç Sektörü, 7. Kültür, Müzik, Sipor Sektörleri... Bu güç kaynakları ile ilgili yazımızın devamını önümüzdeki aydaki gazetede okuyabilirsiniz.
|