Batılılar tarihte olmayan kahramanlıklarını(!) varmış gibi gösterip sayısız filmler üretirken, bizim var olanı büyük potansiyeli değerlendiremeyişimiz ne büyük zaafiyet, ne büyük gaflettir...
Çanakkale gibi bir hadiseyi dahi tartışma konusu haline getirebilen zihniyet, bize göre akıl hastanesinde tedavi edilmeye muhtaçtır. Fakat her ne hikmetse bu konuda ipe sapa gelez laflar eden bazı kişiler, günlük toplam satışları 750 bin civarında olan iki gazete tarafından çeyrek sayfa yer verilerek meşhur edilmiştir. Güzelliklere, haysiyetimizin müdafaasına ilgi göstermeyi eleştirmek kimsenin haddine değildir. Maalesef ülkemizde kamuoyu oluşturma gücünü elinde bulunduran bazı mekanizmalar tarihimizden kaçan,onu yük olarak gören ve itinayla üzerini örten bir insan tipine mahkum hale getirilmiştir. Bunlar şahsiyetlerini yok edip makam ve şöhretlerini var ettikleri için müsbet bir hareketlerini beklemek zordur. Azıcık şahsiyetleri olsa tarihsizliğin talihsizliğini kendi başlarına yaşar, bu hastalığı başkalarına bulaştırmaya kalkmazlardı. Aslında dünyanın hiçbir yerinde milleti millet yapan ve birarada tutan değerler tartışma ve kamplaşma konusu haline getirilmez. Birlikte yaşamaya kaynaklık eden temel değerler etrafında ortak şuur vardır. Dil, Din ve Tarih bu temel değerlerin omurgasını teşkil eder. Kültür ve Medeniyet konularıyla birazcık ilgilenen bir kimse, değerler sisteminin, ahlak nizamının bir toplum için ne demek olduğunu gayet iyi anlar. Fertler bu değerleri benimsemeyip kendi hayatlarında yaşatmasalar dahi bunların yozlaşması veya ortadan kaldırılması için uğraşmazlar. Mehmed Niyazi müthiş bir yoğunlaşma ile, 1991-1998 yılları arasında Çanakkale savaşı ile ilgili, Alman, İngiliz, Türk asker ve tarihçilerinin kaleme aldığı 700’ü aşkın hatırat kitabını inceleyip, savaşın yapıldığı bölgeleri karış karış gezerek ortaya koyduğu eseriyle bu konuyla ilgili büyük bir halelenme meydana getirdi. Sonrasında İsmail Bilgin ve Vehbi Vakkasoğlu bu çığırı devam ettirdiler.
Cesaretleriyle, fedakarlıklarıyla ve bunlarla yoğurulan kabiliyetleriyle büyük işler yapmış, ciddiyet ve samimiyeti hayatlarının şiarı edinmiş kahramanlarla dolu olan bir tarihimiz var.
Libya’dan gelip Çanakkale’de şehit olan Yüzbaşı Mevsuf’u, Sudan’dan gelip Trablusgarp’tan Balkan Savaşı’na, Çanakkkale’den Yemen’e ve Milli Mücadele’ye her yerde kahramanca vuruşan, İstanbul’daki işgal kuvvetlerinin komutanı General Harrington’a “Bu iş daha bitmedi” diyen Zenci Musa’yı, az olan cephanesi boşa gitmesin diye düşmana el bombasını siperden çıkarak atan Yanyalı Hüsnü’yü, iki oğlunu Sarıkamış’ta, bir oğlunu kendisinin de bulunduğu Çanakkale cephesinde şehit veren, ağır yaralı olarak bitirdiği Çanakkale savaşından sonra Kudüs’e giderek birliğini bulan ve en son 9 Eylül 1922’de İzmir’e giren askerlerin içinde bulunan Erzincanlı Oğuz Amca’yı, yazdığı 28 sayfalık Zığındere muharebesi hatıralarında bir kelimeyle dahi kendisinden ve yaptığı işlerden bahsetmeyen ve daha sonra Cumhuriyet döneminde bir yüksek rütbeli subayın “Bu muharebeleri bilse bilse o bilir” diyerek hatırata ismini yazdırdığı Binbaşı Mahmud Sabri Bey’i, “Yetiş Ya Muhammed kitabın gidiyor” derken kendisini duyan Alman doktorun “Ne dediğini anlamıyordum ama o ses hafızama hayatımda duyduğum en içten, en acı feryad olarak girdi” dediği Binbaşı Lütfü Bey’i, Birinci Balkan Savaşı neticesinde Edirne elimizden çıkınca silahını kuşanarak yola çıkan “Allahım, Edirne hükümet konağına ay-yıldızlı bayrağı çekmeyi nasip et, sonra da ruhumu teslim al” duasını dilinden düşürmeyen 90 yaşındaki Uşaklı Mehmed Baba’yı, yine Balkan savaşında “Düşman hatları geçtikten sonra ölürsem, beni mezara koymayın. Etimi itler ve kuşlar çeke çeke yesin. Fakat müdafaa hattımız bozulmadan şehit olursam, kefenim lifim, sabunum çantamdadır.Beni şehit olduğum yere gömün.” diyen Edirne müdafii Şükrü Paşa’yı tanımak bize şeref verir, şahsiyet’in ne demek olduğunu öğretir. Onların, merak edip araştıranlara örnek; hayata bakışa, duruşa ve hedeflere sahip olduklarını bir anlasak...
|