Eğer, Türkiye’de farklı düşence kökeninde ve anlayışındaki insanlarla, “kolaylıkla bağlantı kurabilen ve rahatlıkla onlara da kendisini benimsetebilen, birkaç insan adı verebilir misiniz” diye bir anket yapılsa, aklıma ilk gelen isimlerden birisi, rahmetli Mustafa Ruşen olurdu...
Kendisi bizden yaşça büyüktü. Fakat gönlü gençti. O her dönemde, her kesimdeki insanlarla ve herkesle beraberdi...Son zamanlarında, kırklı yaşlarına, daha yeni gelmişti...Rahmetlinin saçları beyazlamış, daha doğrusu gümüşümsü bir renk almıştı...Dışarıdan bakıldığında, vücutça zayıf görünüyordu...Ama bu zayıflığına inat, kalbiyle büyük sorunları vardı...Kalbi tekliyordu...O kalbinin teklemesine, hiç ama hiç aldırış etmiyordu ya da en azından etmemeğe gayret ediyordu...
Oturduğu meclislerde, toplantılarda, biraz alışkanlığından ve biraz da sosyo-ekonomik sıkıntılardan olsa gerek, sigaranın birini söndürüp, diğerini yakıyordu. Sanırım, ölümü kendisine yakıştıramıyor ve de hayli uzak olarak görüyordu. Belki de, daha genç olduğuna inandığı için, yaşının doğal olarak kendisine vermesi gerekli olan avantajına güveniyordu. Henüz kırk üç yaşındaydı...
O zamanlar, niceleri, yetmiş beş-seksen yaş civarındaydı. Bu yaşlı gurup, hiçbir şeyi bırakmıyordu. Ne koltuklarını, ne makamlarını, ne arabalarını, ne de başkanlıklarını...Nasıl bir şeydi bu makamlar? Baldan her halde çok tatlıydı ki, o malum ihtiyarlar, oraları bırakamıyorlardı? O durumda bile, sözde vatan-millet edebiyatıyla yollarına devam ederken, bir şekilde etrafta da sürekli görünmeye çalışıyorlardı. Türk insanının yakasına yapışan bitler gibi, bir türlü düşmek bilmiyorlardı. Mustafa Ruşen elbette bunları görüyor ve de izliyordu. Onlar, o vücutlarıyla bu dünyada durduklarına göre, kendisinin durmaması için olumsuz bir sebep göremiyordu? Fakat bir türlü anlayamamıştı!..O asalakların en meşhurları, ceplerini doldurmuşlar, bu dolduruş sırasında ruhlarını da satmışlardı...Dolayısıyla ellerini çırptıklarında bir yanlarında doktorlar ordusu, ikinci defa el çırpışlarında da hastaneler ardına kadar onlara açılıyordu. Ruhlarını, vatanlarını, insanlarını satma konusunda herkes, aynı beceriyi gösteremezdi ki (!)..
Mustafa Ruşen ne yapıyordu? Son yıllarında hızlı okuma tekniğiyle ilgili bazı kurslara, öğretmen olarak katılıyordu...Bunun için soluğu, bazen Ankara’da, bazen Edirne’de ve de bazen Antalya’da ya da başka bir yerde alıyordu. Niçin? Üç kuruş para kazanmak için...Mustafa Ruşen ekonominin bu dünyada en gerçekçi ve de belirleyici güç odağı olduğunu anlayamamıştı. Ya da anlamıştı da, gururuna yediremiyordu. Neyi? Makam ile ülkülerin, davaların ve de inançların satıldığını, satın alındığını gördüğü için...Belki de her şeyi biliyordu da bilmezden geliyordu...Elbette, onun da hataları olmuştur. Hatasız kul olur muydu? Fakat o, hatalarında arkadaşlarını unutma, görmezden gelme ya da satma aşamasında hiç bulunmuş muydu? Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının dümen suyunda gidenler gibi, hızla yükselerek küreselleşmenin köşe dönme boyutuna erişenlerden olamamıştı... O belki de şunu anlayamamıştı. En iyi köşe dönenler nereden çıkabilirdi? Cevabı gayet kolay: döneklerden!.. Zaten ne kadar da iç içe kelimeler bunlar, dönek, dönme ve de köşe dönme...
Mustafa Ruşen bir keresinde bize, ne de güzel anlatmıştı, askeri okula devam ederken, ismi balon gibi şişirilmiş, malumunuz olan bir adamı!..O adam, kendisi gibi arkadaşlarını ve Ruşen’i yanına alıp, resimler çektirmiş!..Acaba bu resimlerle, milliyetçi adı verilen insanların parmakla sayıldığı 1969’larda, ne demek isteniyordu? Kendisini ziyarete gelen saf insanlara, ordu bizimle mi demek istiyordu (?) Ya da başka bir şeyi mi, ifade ediyordu? Zavallı Ruşen!..”O zamanlar, bu durumu anlayamadıklarını ve bir güzel kullanıldıklarını da”, açık yüreklilikle söylemişti...
İçinde bulunduğu durumu kendisi adına abartarak anlatan ve meydanlarda bir avuç insanın olduğu o günlerde, bu açıdan caka satmaya çalışan o zatı muhteremi, ordu yakasından silkeleyip attığı zaman, aradan geçen yıllar, sanki üç asır olmuştu...Bunu Çumralı saf bir delikanlı olan Mustafa Ruşen nereden bilecekti ki? Bunu bilmesi ve anlaması için de, hayatın sillesini yemesi gerekiyordu...
“AŞIRI SEVMEK!...”
Ne oldu? Birileri Mustafa Ruşen ve arkadaşlarını eşitlik olsun diye, kapının dışına koymuştu...Neyin eşitliğiydi bu? Sarp Kuray, Ali Kırca ve benzerlerinin komünizme bulaştıkları için tard edilmeleri gerekmişti...Öyleyse, kaba ve basit anlamda bir eşitlik gerekliydi. Kana kan, kısasa kısas, yani intikam alınmalıydı. Neyin intikamıydı ki bu?
Öyleyse birkaç tane, “Türk milliyetçisi” olarak geçinen ya da gösterilen gençte, aynı akıbete uğratılmalıydı!..Zavallı Ruşen, canı kadar çok sevdiği üniformasından, gözü yaşlı bir şekilde ayrılmak zorunda kalıyordu...Sebep, Türk vatanını ve Türk milletini, çok ama çok sevmek, yani, “aşırı sevmek!..”
Birilerine göre, Türk Milleti’ni çok sevmek suç! Niçin suç? Çünkü, Türk milletini aşırı sevme olayı, bu ülkede birilerinin çomağına, sopa sokmakla özdeş tutuluyor? Mustafa Ruşen gibilerden, var olan yasalara sığınarak ve bu düzlemde hareket ettiğini söyleyerek rahatsız olanlar: “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözlerini önlerindeki duvarlarda görünce, gözlerini mi kaçırıyorlar? “Türküm, Doğruyum, Çalışkanım” derken, ellerini kıçlarındaki müsait bir yere mi koyuyorlar? “Büyük Türk Milleti” diye ant içenler, bu ve buna benzer yeminlerle Türk adını kullanarak, okuyarak Milletvekili, Müsteşar, Müşavir, Memur olanlar, bu kelimeleri söyleyen dillerini ağızlarında hala nasıl dolaştırıyorlar?..Yoksa o önemli sözler, onlar için yemekteki bir çeşni mi, bir garnitür mü?
Ne diyelim? Ey onursuz, utanmaz, içimizdeki asalaklar! Dua edin ki, kandırılmış bir Türk topluluğu sayesinde ülkemizde cirit atıyorsunuz, gülle atıyorsunuz, disk atıyorsunuz, palavra atıyorsunuz, Mustafa Ruşen gibileri de atıyorsunuz...
Evet Mustafa Ruşen atılmıştı. Çocukluk hayallerindeki, geleceğindeki işinden edilmişti. O, ne yazık ki artık bu ülkede iş arıyordu, ekonomik güç arıyordu, tutunacak bir yer ve de dal arıyordu. Bu topraklarda yaşayıp da, çoğunluk olduğu iddia edilen ve söylenen bir milletin bireyi olmak, fayda da sağlamıyordu. Ayrıca onun, milletini aşırı sevmek yüzünden bu topraklarda ve milletinin bağrında acı çekmesi, ne kadar hazin vericiydi! Milleti uğruna geleceğinden olan şahsın durumundan, uyuşmuş ve de kandırılmış olan insanların, haberleri bile yoktu. Onu kapı dışarı edenler ve Türklüğü aşırı sevmeyi suç sayanlar, Türklerin diyarında hem cirit , hem göbek ve üstelik de bağlı oldukları çıkar gurupları ve onların ülkeleri önünde de güvercin taklalar atıyorlardı...
Böylesi durum ve örneklerde, aslında suçlu kimdi? Sadece anti-milliyetçi olan o asalaklar mı? Türk milliyetçisiyim deyip de, tirilyonluk servetler oluşturanlar, onlarca mala-mülke sahip olanlar ve bunu belirli sayıda gücü olan cemaatler kadar organize etmeyenlerin de hiç mi suçu yoktu? Oysa onlar, belirli makamlara gelene kadar “Türk” kelimesini sürekli sakız ederlerken, “Türk”ün süründüğünü niçin görmezden geldiler ve de gelirler?!.
Türk Milletini aşırı sevmek, ne zamandan beri suç? Yoksa atalar, bunlar için mi: “Azı zarar, ortası karar, çoğu yarar...” demiş. Böylece anlıyoruz ki, birileri karar olarak, denge noktası olarak, kendilerine uzak diyarlardan dikte ettirilerek oluşturulan bir orta noktayı, merkez olarak alıyorlardı...O nedenle, ülke adına bazı dengeler oluşturuluyordu...O nedenle, cücelerle devler, aynı yola sokuluyordu...O nedenle, 12 Eylül idamlarında, elmalarla, armutlar bir sepette toplanıyordu...Eşitlik olsunda, ne olursa olsun;yeter ki bazı egemen ve sahtekarların ekonomik güçleri kaybolmasın!..Türk milletini “aşırı sevmeyi” suç sayanlar; bu ülkede Türklerin çoğunluk olduklarını bilmiyorlar mı? Yoksa kendileri Türk olmadıkları için, böylesi durumlardaki kişilerden intikam mı alıyorlar? Ya da Türk olup da, belli bir makam ve de para uğruna mı çalışıyorlar?!.Ya da Türk milletini “hiç ama hiç sevmeyenlere”, nefret edenlere ne yapıyorlar? Onları el üstünde mi taşıyorlar? Belki de baş tacı ediyorlar...
Ve Ruşen ile arkadaşları okullarından atıldıklarında, kendileriyle resim çektiren o malum kişiye giderler. Fakat tüm kapılar, yüzlerine duvar olur...O malum kişi, bir anda yok olmuştur. Sanki yer yarılmıştır; yerin içine girmiştir...Halbuki kendisi, Türkiye sınırları içersindedir...Peki, ne olmuştur da, ortadan kaybolmuştur? Çünkü, gözleri açılan Ruşen ve arkadaşları, acının ruhlarında verdiği ıstırabın derdiyle, neyin ne olduğunu anlamışlardır...Bu nedenle, malum kıral ortaya çıkamamıştır...Çünkü ortaya çıkabilmiş olsaydı, Mustafa Ruşen ve arkadaşları, avazları çıktığı kadar, belki de şöyle bağıracaklardı : “Kıral Çıplak...”
Rahmetli Oğuz Şaban Duman, rahmetli Mustafa Ruşen’in ölümünden sonra, onun ardından şunları yazmıştı: “1969’dan bu yana tam yirmi yedi yıllık (1996) birliktelik, dostluk. Gönül dostluğu, ülkü dostluk. Dile kolay. Ve tam yirmi yedi yıl ortaklaşa tam bir ikili olarak Türkçülük, milliyetçi-toplumculuk davasını sürdürmek. İlkeli olarak sürdürmek. Kıvırmadan sapma göstermeden bu savaşı sürdürmek. Kırıldık ve fakat eğilmedik. Garipliğimizi, yoksulluğumuzu tevekkülle karşıladık. (...) Evet dün 69’larda bizimle birlikte olanların kimileri Semra analar buldular, kimileri de Tansu ablalar bulup liberal kapitalizmin dişlileri arasında eriyip kayboldular.”
Tarih, 4 Ağustos 1996...Enver Paşa’nın 1922 yazında toprağa verilmiş olan cesedinden, toprakta ne kalmışsa, onu Orta Asya’dan alıp, İstanbul’a getirmişler!..Mustafa Ruşen, kaç gündür ortalarda yok!.. Ancak az sayıda insan, Şişli’de toplanmış...Enver Paşa’yı Hürriyeti Ebediye tepesinde hazırlanan, yeni mezarına doğru götürecekler. Fakat oradaki bir avuç insan içersinde Mustafa Ruşen kesinlikle olmalıydı; fakat nedendir bilinmez yok!..Kortej yürümeye başladı... Önde devletin sivil ve askeri erkanı...Arkada bazı gençler var...Cılız cılız sıloganlar atıyorlar...Yürüyoruz...Sonunda kabire gelindi. Şişman, yağlı ve de bildim bileli kel olan, dönemin Cumhurbaşkanı da orada...Gümüş renkli saçlara sahip olan Mustafa Ruşen, ortalarda yine yok...
Oysa Mustafa Ruşen, günlerce önce eşi ve çocuklarını, Bostancı’dan tirene bindirmiş ve onları gönderdikten biraz sonra da kalp kırizi geçirip hayata veda etmiş...Bu ani oluşan durumdan, tanıdıklarından kimsenin haberi olmamış...Kıriz geçirdiği yerde bulunan vatandaşlar, onu hastaneye kaldırmışlar...Artık ölmüş olan Ruşen, hastane morguna alınmış...Cesedini alan da sahiplenen de soran da olmamış...Çünkü tanıdıklarından, olayı bilen ya da duyan her hangi bir kimse de bulunamamış. O an için orada aniden oluşan bu kalp kırizi olayına yönelik olarak, Mustafa Ruşen’in tanıdığı binlerce insandan hiçbirisinin, bu durumu bilmesine ve de tahmin etmesine de elbette imkan ve ihtimal de yoktu!..
Halbuki benim hayatta, üç beş gerçek dostum ya da görüştüğüm insan vardır; çünkü gerçek dost edinmek, sanıldığı kadar öyle kolay bir şey değildir!.. Oysa rahmetli Ruşen’in yüzlerce tanıdığı bulunuyordu...Rahmetlinin, bir telefon defteri vardı ki, ağzına kadar numaralarla doluydu... Kaderi görüyor musunuz? Onca kişiyi tanıyın, fakat kimse sizin günlerce nerede olduğunuzu bilemesin!..
Ve Mustafa Ruşen’in cesedi, ancak ölümünden beş-altı gün sonra bulunabildi... Herkesin yanına her zaman hızır gibi yetişen Mustafa Ruşen, Enver Paşa İstanbul’da toprağa verilirken, bir hastane morgunda, uzanmış bir şekilde yatıyordu. Büyük ozanımız Yunus Emre’nin dediği gibi,...”Bir garip, öldü diyeler...” Ruhu şad, makamı cennet olsun!..
Sonuçta, onun cenazesi Fatih Camine getirildi. Oradaki musalla taşına yatırıldı. Cenazede belirli sayıda insanlar vardı? Bunların da ne kadarı milliyetçiydi? Ayrıca askeri okuldan bazı eski arkadaşları ve hatta karşıtları da cenazeye gelmişti. Aralarında meşhur Sarp Kuray’da vardı...Ne olursa olsun, bu güzel bir davranış ve de bir vefa borcunun yerine getirilmesiydi.....
Mustafa Ruşen idealistti. İdealist insanlar, bazı şeyleri görmek istemezler. Bunlar arasında hayatın gerçeği haline getirilmiş olan ekonomik yapı da vardır...Onunla yaptığımız görüşmelerde, ben: “ekonomik örgütlenme ve bilinçlenme olmadan, politik ve ideolojik zaferin mümkün olmayacağını savunur ve kendini kurtaramayanların, memleketi ve milleti kurtarmalarının da mümkün olmadığı tezini” ileri sürerdim.
Bize “milliyetçiyim diyerek, dünyadaki ekonomik gücün hakimiyetini göstermeyenlerin, görmeyenlerin ya da görüyorlarsa buna sadece kuru gürültülerle, vatan-millet edebiyatı yaparak geçiştirenlerin içimize sızmış, sızdırılmış amip uzantıları olduklarını” savunurdum. Bugünde aynı şeyleri, yine aynı kararlılıkla savunmaktayım...Ekonomik hakimiyeti öne çekerek, Türk milliyetçiliği tezini öne sürmeyenleri, dikkatle ve ibretle izleyip, onların ekonomik varlıklarını, ayile boyu ölçüsünde sorgulamamız gerekmektedir. Yoksa düşüncelerimizin her zaman tarumar edilmesi kaçınılmazdır... Birilerinin Türk milliyetçiliği anlayışını kullanıp, paralara, pullara kavuşmasını ve bunu doğal bir olaymış gibi etrafa caka olarak satmasını ve de Türk insanının bu gibi adamlara tepki koymayıp, bir de pirim vermelerini kabullenemiyorum...
O nedenle, bütün hayatım boyunca, sadece lal lak yapan, çözüm üretmeyen ve görüş getirmeyen adamlarla fazla ilgilenmedim. Bu günden sonra da, ilgilenecek değilim. Onların söylediği bir çocuk masalı ya da bir karakış hikayesidir. Mustafa Ruşen’in musalla taşındaki tabutuna bakarak, bir devri düşündüm. O anda cenaze başında sonradan rahmetli olan Adem hoca, gür ve tane tane sesiyle konuşuyordu. Sonra toprağı bol olsun, Selçuk Erenol’da bir konuşma yaptı...
Ve Mustafa Ruşen, ağır ağır bizim diyardan gidiyordu. Acaba gökyüzüne doğru mu yükseliyordu? Bulutlardan el mi sallıyordu? Dünyadaki cehennemi ve bu cehennemdeki yerli, yabancı zebanileri, bize mi bırakıyordu? Biz yaşayanlar, yer çekimine mi bağlıydık? Yoksa ruhumuz daha, bedenimizden çıkmadığı için mi yükselemiyorduk? O ise bağlarını koparmış ve gök çekimine uyarak, yüzündeki hafif ve alaycı bir tebessümle sanki, “İşte bütün hayinleri, kalleşleri, hırsızları ne kadar bu tip unvan sahibi rezil insan varsa, onları sizlere bıraktım” der gibiydi...
|