Çapraz Ateş

 

Kemal Çapraz  

Fethin sembolü Ayasofya


Sadece iç duvarlarında kullanılna beyaz taşlar Marmara Adası’ndan, damarlı pembe olan mermerler Afyonkarahisar’dan, porfirleri Mısır’dan, yeşil somakiler Tesalya’dan, sarı mermerler Cezayir’den, kırmızı sütunlar ise muhtelif eski mâbedlerden getirilen Ayasofya’dayız bu ay. İnşa edilmeye başladığı tarihten günümüze kadar içinden tam 1650 yıldır ustası, mimarı, işçisi eksik olmayan yeryüzündeki tek eser Ayasofya Camii olsa gerek. Bu durum temelinin atıldığı günden itibaren başlayıp günümüze kadar gelen efsanelerle de hakkını vermektedir.

Hazreti Süleyman’ın Kudüs tapınağı efsanesinden bu yana süregelen Tanrı-Mimar-Hükümdar ilişkisini mimardan yana geliştirme çabası bu efsanelerin özünü oluşturur. Bizans efsanesinin de asıl amacı, mimarı hükümdarın aleti olmaktan çıkartıp, Tanrı’nın aleti haline getirmek ve böylece tapınağı beşeri iktidarın simgesi olmaktan kurtarıp, ilâhi güce mal etmektir. Bundan dolayıdır ki, efsanede inşaatın seyrini, önemli ölçüde, bazen imparatora, bazen de mimara görünen bir melek belirler. Bu efsanelerden en önemlisi Ayasofya’yı 532 de inşa etmeye başlayan mimarlar Trallesli Artemios ve Miletos’lu İsidoros ile 558 de yıkıllan kubbesini tamir eden Genç İsidoros’un yerlerini efsanevi tek bir kişiye, mimar İgnatios’a bırakmalarıdır. Kilisenin inşası ve kubbenin tamiri I. Iustinianos dönemine (527-565) rastlamasına rağmen efsanede tamir olayı ondan sonra başa geçen II. Iustinianos dönemine (565-578) kaydırılmıştır. Böylece mimarları tek bir kişiye indirgeyip imparatorun kişiliğini parçalayan efsane, mimarın rolünü pekiştirmektedir. Bu durum da Küdus Tapınağı efsanesinin esasına uymuş olup, Ayasofyanın yapılışını hükümdarın iradesinden çıkarıp, beliren meleğin de yardımıyla Tanrı’nın iradesine bağlamaktadır.
13. yy’a doğru gelişen ve şehrin kurucusu Constantinus’u efsaneleştiren hikâyeler, bu sefer onu Ayasofya’nın kurucusu haline getirir. Ancak, burada da efsanevi bir mimar, Efratas, araya girer. Bu efsaneye göre de hem kenti hem kiliseyi kuran bu mimarın adı metinlerde Constantinus’un kadar geçmektedir.
Ayasofya; Bizans İmparatorluğunun sonuna doğru, giderek zayıflayan imparatorluk simgesinden tamamen kopartılmakta, Tanrı tarafından göndertilen bir melek tarafından korunulduğuna inanılmakta idi. 9. yy. da ortaya çıkan bu efsaneye göre de, bu melek aletleri beklemekte olan mimarın oğluna görünerek, kiliseden ilk defe Ayasofya (Kutsal Bilgelik) adı ile bahseder ve inşaatın hızlanması için genç işçileri çağırmaya gönderir. Mimarın oğlu dönünceye kadar orada kalacağına ve aletleri bekleyeceğine dair de yemin eder. Bu haberi alan mimar İgnatios oğlunu geri göndermeyerek sonsuza dek orada kalmasını sağlar. Meleğin saklı olduğu yerin, kalın bakır levhalarla kaplı olmasına rağmen yüzyıllarca ziyaretçilerin dokunması ile aşınan sütunun yeri olduğu kabul edilir ve ortaçağın sonuna kadar İstanbul’u ziyeret eden seyyahlar, özellikle Rus hacılar, burayı meleğin bulunduğu yer olarak anlatırlar.
1453 kuşatmasına Türk saflarında katılan Rus Nestor İskender, fetihten beş gün önce meleğin Ayasofya’yı terk edip göklere yükseldiğini, böylece kentin savunmasız kaldığını ve Türklerin zapt ettiğini yazar. Buna mukabil fetihten sonra Türkler arasında, Hızır’ın parmağını bu deliğe sokup kiliseyi camiye çevirdiği efasanesi yayılır. Yalnız bu efsanenin biraz olsun gerçeklik payı vardır. Şöyle ki; Fatih devrinde bir kilisenin camiye çevrilebilmesi için bir kadı hükmü şart idi. İstanbul’un ilk kadısı da Hızır Beğ olduğuna göre demek ki bu efsane gerçeğe yakınmış.
İstanbul’un fethinden sonra Rum çevrelerinde gelişen efsane ise bir geri dönüş efsanesidir. Türklerin gelmesi ile Ayasofya’daki son ayini yarıda bırakıp elindeki kutsal kaplarla görünmez bir kapının arkasında kaybolan papaz, kentin geri alınacağının işareti olarak, aynı yerden çıkıp ayine kaldığı yerden devam edecektir. Fanatik Rumlar tarafından günümüzde dahi anlatılan bu efsane artık efsanelikten çıkmış bir temenni, bir dua olmuştur.
Paganisma dönemi mabetlerinden birinin üstüne inşa edilen Ayasofya’nın ilk açılış töreni 15 Şubat 360 dır. 5. yy’da Sopfia denilmeye başlanmıştı. Hıristiyan üçlemesinin ikinci unsuru olan Kutsal Hikmet’e (Sofia) adandığından Ayia Sofia olarak tanınmıştır. İstanbul Patriği İoannes Krsostomos, Arkadios’un eşi Evdokia’nın Ayasofya’nın önüne gümüş kaplamalı bir heykelinin dikilmesi üzerine çıkan tartışmada İç Anadolu’ya sürgün edilince meydana gelen ayaklanmada, ilk Ayasofya kısmen yandı. Onarım bittikten sonra 10 Ekim 415 de ikinci kez açılışı yapıldı. On iki havariyi temsil eden kuzu kabartmalı mermer blokların ikinci Ayasofya’nın girişine ait olduğu sanılır.
İmparator I. Iustinianos aleyhine 13 Ocak 532 de başlayana ‘Nika’ adlı büyük kargaşada kilise tekrar yandı. İmparator ortalık durulduktan sonra derhal kilisenin tamirine ve ihyasına başladı. Beş yıl süren inşaat sonrasında açılış 27 Aralık 537 günü yapıldı. Orea Porta (Güzel Kapı) denilen büyük kapıda patrik Menas, Iustinianos’u karşıladı. İmparator Iustinianos açılışı ilân etti:
- Böyle bir işi tamamlamaya beni muvaffak kılan Tanrı’ya şükürler olsun. Ey Süleyman! Seni aştım!
O tarihte açılışı yapılan kilise işte bugün görülen Ayasofya’dır. Açılışından itibaren bir çok deprem geçiren Ayasofya çok ağır hasarlar almış, aldığı hasarlar sonrasında yapılan onarımlarla da ek destek payandaları ilâve edilerek kubbenin sağlam kalması amaçlanmıştır.
Bizans tarihinde önemli bir akım olan İkonoklazma (tasvirkırıcılık) döneminde (726-842), Ayasofya’daki bütün figürlü resimler yok edildi. Bu dönmede antik çağa ait bir binadan alınmış, tuçtan çok güzel bir çift kapı kanadı, kilisenin güney tarafındaki girişine taktırılmıştı.
İçinde çok değerli eşyaların olduğu kilise depremler ve yangınlar sayesinde bir taraftan helâk olurken diğer taraftan her tamir ve onarım sonrası içi bağışlarla da katkıda bulunularak daha çok zenginleşiyordu. Hatta 10. yy. da Bizansa esir olarak gelen Harun bin Yahya, Ayasofya’nin bir köşesinde bulunun “vakit gösterme aracı”ndan bahseder. Şöyle ki; bu horologio’nun içindeji bir mekanizma ile her saat başı bir kapağın açılması sonucu bir kukla dışarıya çıkıyordu. Sonra sırası ile başka kapaklardan başka kuklalar görünüyordu. Haçlı seferlerinden de kısmetini alan Ayasofya, Latinler Bizansa geldiğinde İmparator IV. Aleksios borçlarına karşılık kilisenin değerli eşyalarını Latinlere verdi. 1204 de Latinler şehri ele geçirdiklerinde ise Ayasofya çok ağır bir yağmalamaya maruz kaldığı gibi, bir dini bina için çok çirkin olaylar da oldu. Meryem sunağı parçalandı, ayin kupalarında şarap içildi, yağmalanan eşyayı taşımak için hayvanlar kilisenin içine kadar sokuldu. Hatta bir fahişe kürsüye çıkarak, şarkı okur ve dans eder. Hıristiyanlığın bir çok kutsal eşyası (rölik), içinde saklandıkları değerli mahfazaları ile Ayasofya’dan alınarak, Batı’daki kiliselere yollanır.
Bizansın son günlerinde Ayasofya bakımsız ve perişan, etrafı harabelerle dolu, kapıları düşmüş bir haldedir. Fatih Sultan Mehmet 29 Mayıs 1453 de İstanbul’u fethedip, şehre girdiğinde doğru Ayasofya’ya giderek, kubbenin üstüne kadar çıkar. Kilisenin harap halini gören Fatih farsça bir beyit söyler. Türkçesi:
Örümcek Kisrâ’nın tâkında perdedarlık ediyor
Baykuş Efrâsiyâb’ın kalesinde nevbet vuruyor.
Gerekli temizlikler hemen yapıldıkten sonra, usul gereğince fetih işareti olarak kilise camiye çevrilir, Fatih imamlık görevini yapan hocası Akşemseddin idaresinde ilk Cuma namazını artık Ayasofya Cami-i Kebiri olan bu mabette kılar ve onun adına burada ilk hutbe okunur.
Fatih İstanbul’a girince Bizans büyüklerinden Notaras’ı hemen huzuruna çağırır, İstanbul hakkında bazı şeyler sorar. Bu arada Notaras Padişaha yaranmak için hazinelerini toplayıp getirmiştir. Fatihe büyük bir saygı ve iltifat ile takdim eder. Padişah sert bir edâ ile:
-Bu hazineyi niçin vatan müdafaası uğrunda sarfedilmek üzere İmparatora vermedin? deyince Notaras:
-Allah size nasibetmiş efendim, cevabını verir.
Fatih:
-Öyle ise sana değil, Cenâb-ı Allah’a teşekkür ederim, demiştir.
Fatih zamanında güney köşesindeki kulenin üzerine ahşaptan bir minare, kuzey tarafına da bir medrese inşa edilmiştir. Fatih’in devri ile ilgili “Duvarda Fatih’in el izi” veya “atının çiftesi ile vurdurup kırdığı mermer” gibi tanıtımlar yabancıların uydurdukları mesnetsiz iddialardır. Hatta onların anlatımlarına göre, 29 Mayıs sabahı Türk askerleri kiliseye girdiklerinde orada sabaha kadar dua edip saklanan, erkek, kadın, çoluk, çocuk, rahibe, keşiş, papazlar fethin son kurbanları oldu. Kilisenin altın ve gümüş kapları, değerli taşlarla bezeli rölikerleri ve diğer hazineleri dünyanın en zengin ibadet yerlerinden olan bu kilisenin yeni sahiplerinin eline geçti. Fatih kiliseye gelince kapının önünden bir avuç toprak aldı ve türbanına (Yabancıların Türklerin başlarına taktıkları başlıkları açıklamak için kullandıkları kelime) serpti. Bir adamı vaaz kürsüsüne çıkıp Kelime-i Tevhid getirdi. Camiye çevrilen kilisenin hemen bütün hıristiyan içerikli mozaikleri boyandı ve sıvanarak unutuldu.Yabancı rehberlerce bu anlatılanlar da “Fatih’in duvardaki elizi” gibi külliyen yanlıştır.
II. Beyazid ve Kanuni Sultan Süleyman’ın da ilâveler yaptırdığı camiye en çok II. Selim ilgi göstermiştir. Ayasofya’da Türk döneminin başlaması ile efsanelerin arkasıda kesilmedi. Bab-ı Hümayun tarafındaki yivli minareyi yaptırdıktan başka II. Selim, caminin etrafını açtırdı, binanın onarımı yaptırdı, Fatih zamanından kalma ahşap minare kaldırıldı, duvarlar payandalarla desteklendiği gibi camiye bitişik ev yapanların cezalandırılmaları hususunda kararlar alındı. Hatta; tahta çıktığnda camiyi ziyaret esnasında duvarda gördüğü 1166 tarihli mermer yazıtın ne olduğunu etrafındakilere sorduğunda “Hz. Ali’nin tılsımıdır” cevabını alınca hemen bir rum papaz buldurup tercüme ettirdi. Emir vererek bu levhaları kaldırdı. Bu levhalar 1960 yılında Kanuni’nin türbesinin onarımı sırasında türbe saçağına ters çevrilmiş olarak bulundu. Şimdi kopyaları duvarda asılı olup, asılları yine Kanuni türbesindedir. Duvarları çini kaplı hünkâr mahfili ile çok zarif bir mermer minber, vaaz kürsüsü ve müezzin mahfili, iki minare ilâvesi ve II. Selim’in türbesi bu dönemde yapılmıştır. Bergama harabelerinde bulunmuş, antik çağdan kalan iki küp buraya getirilerek camiinin içine konmuştur. Avlusunda padişah ve şehzadelerin türbe ve mezarlarının bulunması Osmanlı Türbe Sanatının en yakından görülmesi yüzünden cami ile bir bütünlük arz eder.
Bütün bunları Ayasofya yaşarkan hakkındaki Bizans efsanleri bitmiş yerini Osmanlı efsaneleri almıştır. Fetihten önce rastlanılmayan “Ayasofya’da namaz kılanlara cennetin yolunun açılacağına” dair bir hadis artık dillerdedir. Hatta Hz. Muhammed’in, miracında göğün yedinci katında görmüş olduğu Mescid ül-Aksa’nın yeryüzü örneğinin Ayasofya olduğu konusunda ki söylencede fetihten sonra ortaya çıkmıştır.


Ayasofya’nın camiye çevrilmesi ile içindeki bütün mozaiklerin kapatıldığının sanılması tamamen yanlıştır. 16. yy. dan itibaren İstanbul’a gelen seyyahların hepsinin ilk durağı Ayasofya olmuş ve kitaplarında mozaiklerin olduğu gibi yerinde durduğunu sadece yüzlerinin kapatıldığını yazmışlardır. Evliya Çelebi:
- “ Kubbelerin hepsinin içlerinde altın mineden resimlerle ve başka insan resimleri yapılmıştır ki, dikkat gözüyle seyredenlerin hayretlerinden parmakları ağızlarında kalır.” diyerek bize ışık tutmaktadır. 1680 yılımda ise ilk planı ve içini gösteren gravürleri yayınlanmıştır. I. Mahmud dönemimde şadırvan, sıbyan mektebi, aşhane-imaret, kütüphane ve yeni bir hünkâr mahfili ile mihrap inşa edildikten başka bu dönemde içerideki mozaiklerin de üstleri kalın badana tabakası ile kapatılmıştır.
Hocapaşa yangının da Ayasofyanın bütün kurşunları erir. II. Mahmut sekiz yüz kese altın harcar ama istenen sonucun ortaya çıkması Sultan Abdülmecid’e kısmet olur. İtalyan bir mimar başkanlığında ortalama günde sekiz yüz işçi çalışarak çatlaklar kapanır, iç ve dış süslemeyi mimar elden geçiririrken de mozaikleri meydana çıkarır, bunların desenlerini çizer ve yeniden üstlerini örter. Ek binalar yapılar, medrese 19 yy. a uyarlanır, kıble duvarına renkli alçı pencereler yapılır. İşte bu sırada Mustafa İzzet Efendi’nin Allah, Muhammed, ilk dört halifenin adlarını ve Hasan, Hüseyin adlarını celi cülüs hatla yazdığı dev ölçüde yuvarlak çerçeveli sekiz levha asılmıştır. 13 Temmuz 1849’da Ramazan ayının ilk cuması çok büyük bir tören ile açılır. 1926‘da tekrar onarımları başlar. 19. yy. da yabancıların ziyaretine açılması ile zaten tahribat camide başlamıştır. Cami hademeleri gelen yabancılara bahşiş karşılığında duvardan mozaik sökerek vermektedirler. Yabancı ekipler arka arkaya mozaikleri incelemek, avluda kazı yapmak için izin talep etmektedirler. 1 Şubat 1935 de cami resmen müze olur.
Başlangıçta cami içindeki eşyanın da sergilenmesi düşünüldü. Halılar kaldırıldı, büyük yuvarlak levhalar indirildi. Başka camilerde sergilenmesi istenilen yuvarlak lavhaları hiç bir cami kapısından içeri sığdıramayınca Ayasofya cami içinde muhafaza edildiler. 1950’li yıllarda yerlerine yeniden asıldılar. Bu yıllarda Amerikan Bizans Enstitüsü mozaik arama ve temizleme işleri ile uğraşırkan, Alman Arkeoloji Enstitüsü bahçede kazılar yapıyordu. İşte bu arada yekpare mermerden yapılmış çok büyük vaftiz teknesi bulundu. Hazine binasının ana tabanı, medresenin temelleri, ek şapel kalıntıları günüzmüze kadar gelen dönemde çıkartılmıştır.
Bazen bir yerleşim birimini yarım sayfada bile toplayıp anlatabilirsiniz. Ama bir Ayasofya’yı anlatmak İstanbul’u anlatmak kadar zordur. Her ne kadar yabancılar hasetlerinden “tıpkı artık trenlerin gelmediği ve yalnızca eski ve gri, boş kabuk gibi kalmış ama yine de eski zerafetini yitirmemiş büyük bir tren istasyonuna benzeyen, Türklerin elinde misyonunu tamamlamış bir mabet” şeklinde anlatsa da, O fethin bir nişanesi olarak dimdik ayaktadır.
Türk İstanbul’un en görkemli camilerinden biridir. Onu milletimizden koparmaya kimsenin gücü yetmeyecektir.
Ayasofya Külliyesini ve mimarisini bir başka ayın yazısında anlatmak inşallah kısmet olur.


www.ufukotesi.com - 08 / 2004  

kemalcapraz@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.