Tarih Bilinci

 

Rasim Giresunlu  

Çapı Olmayanın BOP'u Olur!...


Görüldüğü gibi, bizim incelemelerimizdeki ana hedef, önümüze kahraman ya da kurtarıcı gibi birileri tarafından büyük puropagandalarla sunulan şahısların, gerçek durumlarını açığa çıkarmaktır. 27 Ekim 1998 tarihli Hürriyet Gazetesinde, muhabir Kemal Diyarbekir’in verdiği bilgiye göre, “İstanbul Gönüllüler topluluğu adı altında 1 milyon 673 bin 475 imza toplayan bir grup, bugün imzaları TBMM’ye sunarak Erdoğan’ın ve tüm düşünce suçlularının affedilmesini isteyecek.

Topluluk sözcüsü Ahmet Tanman, ‘Başkanımıza verilen bu cezanın İstanbul’a verildiğini düşünüyoruz. 4 yıldır yürütülen hizmetin aksayacağından endişeliyiz. Başkanımızı geri istiyoruz’ dedi.” Buradan çıkan sonuç, karşımıza örgütlü bir gücün, daha o zamanlardan itibaren çıkartıldığıdır. Erdoğan’ının mahkumiyetine sebep olan konuşma ve şiirin bütününü, geçen sayımızda açıkladık. Gören gözler için, her şey açık ve net...Bilmeyenler ise öğrensin! Acaba o bir milyon küsur imza içinde, milliyetçi ve ülkücü geçinen bazı şahısların da imzası bulunmakta mıydı? Onların arasında, Erdoğan’a o günlerde doğrudan destek olan, milliyetçi geçinenler var mıydı? Bunlar varsa eğer, tarihsel yanlışlıklarının, aldatılmışlıklarının farkında mıdırlar? O milyonları aşan imza sahipleri içersinde, Türk insanı, yok muydu? O uyumuş ve de uyutulmuş Türkler, Erdoğan’ın mahkumiyetinin gerçek sebebini anlamışlar mıdır? Yoksa, sel suyu önündeki, çalı çırpı vazifesine mi soyunmuşlardır? Bunları, onların vicdanlarına bırakıyorum ve akıllarını başlarına devşirmeye davet ediyorum. Türk olmayan ve Türklüğe sabah akşam çamur atanları, zaten dikkate almıyorum. Fakat atılan imza sayısına bakınca, güçlü bir örgütlenmenin yapılmış olduğunu da kabul ediyorum.

Ülkemize bakıyorsunuz, sözde ilkeli politika adına; ilkesizlik, kararsızlık, tutarsızlık ve de çapsızlık almış başını gidiyor. Belki de, bazılarının anlayış, yaşayış ve de olaylara yaklaşım politikası bu tip sıfatları, özünde taşıyor! Fakat, bu milletin bir onuru ve de haysiyeti var...Bireysel olarak, özlerinde bunları taşıyan insanlar da olur, taşımayanlar da...Millet iradesi adına, yola çıkanların maskeler takarak, güvercin taklalar atarak, milletten aldıkları oylar sayesinde, belirli yerlere gelerek, milletin uzun süreçteki çıkarı aleyhine hareket etmeleri, söz konusu olmamalıdır. Yine böyle bir durumda, millet iradesi, bize verilmiştir diye diye, gerçekler bu milletten saklanarak, kamufle edilerek, bazı faaliyetler yapılmamalıdır. Yoksa her şeyin bir bedeli vardır...Doğaldır ki, açık ihanetinde, örtülü ihanetinde, ağır bir bedeli her zaman olmalıdır!..

Bazı şahıslar politika derken, kamuoyu önünde yaptıkları faaliyetlerde, tam bir zik zak çizmekteler... Onlar, bir şeyleri kamuoyunun önüne kararlı bir şekilde getiriyorlar, sonra da süt dökmüş kedi misali, uysal uysal etrafa bakmadan, sözde ısrarcı oldukları konularda ve yasalarda, hemen apar topar geri adım atıyorlar...Neden? Hiç düşündünüz mü? Acaba, şunu mu demek istiyorlar: “İşte önümüzde belirli güçler var, aşamıyoruz...” (Oysa o güçler Kıbrıs konusunda yok muydu? O zaman o güçleri nasıl aştılar? Allah’tan önce Rusya ve sonra Güney Kıbrıs’ın vetosu yetişti...) Malum kişiler, hedef göstermeye çalıştıkları güçleri, böyle tanıtmak isterken, kendilerine bağlanmış olan ve de sempati duyan insanlara da, siyasi anlamda açık bir çek mi veriyorlar ya da açık bir senet mi? Böylece üstlerine düşeni en iyi şekilde yaptıklarını da göstermeye çalışırken, bir taşla birkaç kuş mu vuruyorlar? Ne dersiniz? İşte en son YÖK yasası da, bu şekle dönüşmedi mi? Yoksa onlar, ‘bizden şimdilik buraya kadar, biz üzerimize düşeni yaptık’, anlayışına mı sığındılar? Suçlu kim oldu? Oysa o YÖK yasasında, örneğin neden Türk dilinin üniversitelerde gerçek anlamda, etkin ve de yetkin bir dil olması hususu gündeme getirilmiyordu? Türk akademisyenler, neden İngiliz kültürüne ve diline teslim ediliyordu? Halbuki hükümetin sürekli olarak muhalefet ettiği önceki YÖK’çüler; Kemal Gürüz ve ekibi, bu yanlışı zaten düzeltmezdi. Kemal Gürüz ve çevresi “Onuncu Yıl Marşı”nı sakız etmeyi biliyorlardı. Fakat onlar, o malum ve olması gereken Türk ruhu ile bu marşı okuyorlar mıydı ki? Yoksa temel amaçları, marşın arkasına gizlenmek miydi? Bunları elbette tarih değerlendirecektir! Fakat şunu açıkça sormalıyız: “Türk Önde, Türk İleri!” diyen adamlar, sürekli olarak da Atatürk ismini ağızlarında sakız edenler, Türk dilini, İngilizcenin esaretine niye teslim ediyorlardı? Bu sorunun doğaldır ki ikinci kısmı da şöyledir: Tayyip Efendi ve ekibi ise, bu yanlışı niçin düzeltmiyordu? Bunu da belirli güçler ya da derin devlet mi engelliyordu? Ya da Tayyip Efendi’nin Türkçe diye bir sorunu var mıydı ki? Bırakınız “Türk önde, Türk ileri”demeyi, Tayyip efendi, hayatında hiç samimi duygularla ”Ne Mutlu Türküm Diyene” diyebilmiş midir ve bundan sonra da diyebilecek midir?!. Almanya’da 1993’teki konuşması ve Siirt’teki 1997’deki macerası ortada, eğer bunlara bakarsak, çıkmaz ayın sonuna kadar beklememiz lazım!..

Efendim bazıları da hemen, sözde çok bilmiş bir bilim adamı hikayesi adına, kargalar gibi ötmeye başlayacaklar ve sonra da, Türk dilinin bilim dili olamayacağından dem vuracaklardır...Be adam ya da madam! YÖK yasasında yetişen ve İngilizceyi çok iyi kullanıp da dünya literatürüne giren kaç tane bilim adamın var? Bak! Dilde tutucu olan Fıransızların ve Almanların kaç tane var, biliyor musun? Yukarıdaki satırlarda da belirttik... Tayyip Efendi’nin İngilizceyle bir sorunu yoktur (!) Herhalde kendisi Kasımpaşa’dan Kulaksız’a, çıkarken, derslerini ezberleye ezberleye İngilizceyi bedava öğrenmiş olsa gerek! Biliyoruz ki, mahdumları ile kerimeleri, o dilin diyarı memleketlerinde, her şeyi kana kana içerek öğreniyorlar, değil mi? Fakat bu öğrenmelerinin bir bedeli olsa gerekir...Çünkü o diyardaki yokuşlar, Kasımpaşa’daki Nalıncı yokuşuna pek benzemiyor...Bunları da, şu an için geçelim!..

Şimdilerde Tayyip Efendi: “Cola Turka” mı, markalı su mu, şerbet mi içiyor? Bunu ben bilmiyorum, belki siz biliyorsunuzdur! Fakat benim de bildiğim, oluşturduğu YÖK yasasının da arkasında ilkeli olarak ve de yiğitçe duramadığı hususudur...Üstelikte elindeki güçlü milletvekili lobisine rağmen!..Acaba duramadı mı, durmak mı istemedi?.. Siz bu yasayı Mayıs 2004’te gündeme getirin ve veto olacağını bile bile hareket edin, sonra da ÖSS’ye yetiştirmeye çalışma hareketleri yapın, bunu birileri yer, fakat biz yemeyiz...Karnımız bu konuda tok...Aynı Mayıs 2004’te, İsrail’in Ekonomi Bakanı’nı kabul edilmesindeki hikaye gibi...Efendim Bakanı fırçalamış falan, filan...Bakan elbise mi, ayakkabı mı ki fırçalansın!..Sonra eğer o bakanın elbisesi ya da ayakkabısı tozluysa, bu Erdoğan’ın ayıbı değil, şişman olan o Yahudi Bakanın ayıbıydı, Erdoğan’a da, o uzun olan boyuyla fırçayı eline alıp, yerlere kadar eğilip, fırça sallamak hiç mi hiç yakışmıyor değil mi? Biz doğaldır ki, laf aramızda, Erdoğan’ın yerlere kadar eğilip, fırça salladığına da inanmıyoruz. Fakat gerçekten bu konuda kararlı bir tavır alan insan, o bakanı kabul etmezdi...Kararlı tavır nasıl alınır hususunda, ABD’nin ve İsrail’in BM’deki faaliyetlerini birazcık izlesin ya da incelesin de görsün. Kararlı nasıl olunurmuş, iyice anlasın!

Yine bazı malum çevreler: “Her zamanki gibi, efendim ekonomi falan” diyecektir. Eğer bu ülkenin ekonomisini İsrailli bakan kurtaracaksa, zaten kurtuluş şansı kalmamış demektir. Yok efendim. “Türkiye’deki Yahudi lobisi kızar” derseniz, o zaman haklısınız derim ve de eklerim, Erdoğan Efendi, o kesimle neden uğraşamıyor? Gücü mü yetmiyor? Yoksa onlara göre, çapı mı çok fazla? İsrailli Bakan olayında, ülkemizdeki saf ve de umutlu vatandaşlar, Erdoğan’ın sert çıkış hikayesine sevinebilirler ve hatta kanabilirler ve varsayalım bizde kandık!.. Uluslarüstü Siyonist cephe, elma gibi bunu yer mi ve onların ülkemizdeki amip uzantıları, buna ne der biliyor musunuz? Bilmiyorsanız söyleyeyim:“Adın Ne?”

“Mülayim...”
“Sert olsan ne yazar!..” Artık yazar olarak da meydanlarda, ne şarkıcı Gönül kaldı, ne de TÜSİAD önderi Kayserili Mehmet...Onlar, meydanları yeni yetmelere bıraktılar...Ararsan yazarı, çizeri ya da şarkıcıyı, türkücüyü yeni diyarlarda ara...

R.T.Erdoğan’ın hangi iç politikasını ya da dış politikasını ele alsak dökülüyor, zikzaklar içinde kaybolup gidiyor; fakat bu gidiş gelişlerle Türk milletinin itibarı da, başta AB olmak üzere tüm dünya kamuoyu önünde düşüyor... Sabah, akşam millet kesesine dayanarak ayile boyu yurt dışına çıkmaktan bıkmayan ve bu konudaki her türlü ulaşım ve dolaşım faaliyet giderlerini milletten alınan kaynaklara dayandıran Tayyip Efendiye, maaşı da yetmiyormuş! Vah, Vah! Ne yapsın hazret? Zaten çocuklarının olayında, yani yurt dışında başkasının kesesinden okutma durumuna alışmış olmalı... Çünkü onları yurt dışında dostlarının aracılığı ile bedava okutuyormuş! Bu yazıları okuyan dostlar, size sesleniyorum: sizin böyle arkadaşlarınız yok mu? Arkadaşınız yoksa eğer, Tayyip Efendinin çocuklarını okutan dostlarına bir ulaşın, belki sizin çocuklarınızı da din-iman niyetine ve dostluk adına yurt dışında okuturlar? Ne dersiniz?!.Neyse, Tayyip Efendi, kadim dostlarından destek almaya alışmış, o zaman biraz da maaş konusunda destek alsın da, maaşım az demesin!..

Evet “Milli Görüş” geleneğinin temsilcilerinden olan Tayyip Efendi, oğlunu evlendirirken can dostu, İtalyan Başbakanını şahit yapmaktadır! Böylece, yetiştiği malum “Görüş” ekolünün önündeki, “Milli” kelimesinin niteleme sıfatı anlamındaki yerinin, aslında pek fazla bir şey ifade etmediği açığa çıkmakta ve de oradaki Milli kelimesinin, gerçek anlamdaki yönünü de ortaya koymaktadır. Ama, ne yön değil mi? Yani bir “Milli Görüş”çünün bu şekilde enternasyonal yönü açığa çıkmaktadır. Bu enternasyonallik, İtalyanlık boyutundan da öte, dini anlamda da bir Hıristiyanı kapsamaktadır. Evet Milli Görüş kökenli Tayyip Efendi, bir Katolik Hıristiyan Başbakan’ın şahitliğinde çocuğuna nikah kıydırtmaktadır.

O Hıristiyan Başbakan da, kendi kültürü gereği, şahitlik yaptığı gelini öpmeye kalkışınca, Tayyip Efendi nasılda kıpkırmızı oldu ve bozuntuya vermemeye çalışarak, acı bir şekilde gülmeye çalıştı. Görüntüler hafızalarımızdadır. İyi bakın ve de görün, gördüğünüzden nem kapmayın, mikrop kapmayın, anlayın, anlamaya çalışın ve sonra notunuzu verin. Ceza bileti olarak da, zamanı gelince kırmızı kart çıkarırsınız, zaten hayattaki en büyük silahınız olan seçimlerdeki oyunuzu, başka birine basar mısınız, onu da siz düşünün ve de düşünmeyenlere de düşündürtmeyi öğretin!

Hıristiyan dostlarıyla olan ilişkilerindeki bazı olumsuzluklar anlamında kaderin cilvesi, muhteremin yakısını bir türlü bırakmamaktadır. Hatırlayınız! Bir keresinde de, karısını başka bir Hıristiyan olan, Yunan Başbakanı yanaklarından öpmüştü. Düşünün, Tayyip Efendinin rengini ve halini!...Örnek verdiğimiz iki Hıristiyan başbakana gelince, aralarındaki yegane fark, biri Katolik Hıristiyan, diğeri Ortodoks Hıristiyandır. Bakınız! Müslüman kimliği altında, Türkiye’de erkeklere yıllarca elvermeyen anlayışların, son aşamada vardıkları noktaların haline!.. Adama derler ki, “madem oynamak istiyorsun, o zaman kumda oyna da ayağına çöp batmasın!” Sen, Avrupalıların sahasını, bu ülkede demokrasi adına, üstün görür, haklar ve hukuklar adına iyi dersen, alacağın cevaptan da hiçbir şekilde utanmamalısın, sıkılmamalısın. Bunu sen istedin ve üstelikte böyle olacağını biliyordun. Çünkü onlar, topu bu şekilde oynuyorlar...Madem ayile boyu sahneye çıkıyorsunuz ve çıkmak istiyorsunuz, öyleyse sonucuna da katlanmayı biliniz! Hem dinimin kayidesi bu diyeceksiniz ve eşim de oraya çıkacak diyeceksiniz, o zaman, senin tabirinle sana sesleniyorum: “kayidedir ki, etki tepkiyi doğurur!..”

Tayyip Efendi, Nato toplantısında, simokin giymemiş! Bütün liderler giymiş, kanalın birisi de (SKY Türk) sürekli olarak Tayyip Efendi’nin eşi çağrılmamışta, onun için simokin giymemiş diye durumu kurtarmaya çalışıyordu. Simokin giyilir ya da giyilmez, ayrı bir şey. Fakat zatı muhterem, belirli mihraklara belki de göz kırpıyordu: “Ben, öyle giysi giymem diye”... Aynı şahıs, Amerika’da cübbe giyerken ve o cübbeyle resim verirken niçin rahatsız olmuyordu? Acaba orası Amerika, burası Türkiye mi demek istiyordu. Fakat ne olursa olsun şunu da bilmeli, dans etmek istediğin ülkeler sicilen bellidir. Bu ülkelerin geçmişleri de iyi bilinmeli, gelecekleri de iyi değerlendirilmelidir. Hem de açık ve seçik olarak... Biliniz ki sizler, kendinizin anlayışı için, bu gün durumu kurtaralım, yarın için Allah kerim mantığı ile o ülkelerle dans edemezsiniz. O ülkelerin geçmiş sicilleri, sömürgecilik anlamında çok parlaktır. Bu parlaklık olumsuzluk anlamındadır. Onlar kaçın kurası biliyor musunuz? Tayyip Efendi’yi ve adamlarının düşüncelerini ve düşüncelerinin küpünü, üssünü çok önceden okumuşlardır. Tayyip Efendi, Kasımpaşa’dan daha Üsküdar’a taşınmadan önce, o sömürgeci ülkelerin ajan güçleri; “Üsküdar’da sabah oldu” ya da “Uyan da balığa gidelim” ve belki de “Üsküdar’a giderken aldı da bir yağmur” şarkısını söylüyorlardı...

Yaptıkları ile yarı çapını bulmaya çalıştığımız, araya araya çap ya da “map” bulamadığımız ve “map”ın yerine bir BOP haritası bulduğumuz malumdur. Yazdığımız şu son cümleden, Erdoğan meşhur algılamasıyla, bir şeyler anlayabilir mi bilemem? Anlamıyorsa, iki kere okusun ya da bir bilene okutsun ve malum İngilizcesini de konuştursun, belki o zaman bazı şeyleri daha kolay anlar!

Tayyip Erdoğan, bundan üç-beş sene sonra değerlendirildiğinde, sadece çelişkileriyle anılacaktır. Üstelik, tutarsız mı tutarsız olan çelişkileriyle... Batının her dediğini evet diyen, içeri de sıkıştığında ise masum kimliğine bürünen haliyle...Şiir hikayesi, Türban olayı, dış politikadaki tavırları, bunlar için çok iyi birer örnek ve delillerdir...

Evet çelişki dedik...Neyin çelişkisi bu? Bir bakacaksınız, Afganistanlı fanatik bir liderin dizlerinin dibine oturmuş bir adam! Dikkat buyurun çocuk değil, otuzunu devirmiş çoluk-çocuk sahibi bir adam! Diğer yanda ise, bu ülkeyi kurtarma hikayesi içinde, ince olan sesini, yükselte yükselte konuşmaya çalışarak, herkese duyurmaya çalışan bir insan! Bir yanda simokin giymeyerek tabanına mesaj veren, diğer yanda ABD’de cübbe giyerek başka yerlere poz veren başka bir adem. Bir yanda, “Ne mutlu Türküm Diyene” veciz sözünü benimsemeyen ve “Türk” kelimesini ağzına almamaya gayret gösteren birisi, politik anlamda sıkıştığı günlerde ise “Türk konukseverliğinden bahseden başka bir insan...Aynı Nato toplantısının öncesindeki konuşmalarında ve vurgularında olduğu gibi... Bu çelişkiler saymakla bitecek gibi değil, sadece önümüzdeki günler, daha çok tutarsız ve çelişkili ilişkilere gebedir...İp nerede, ne şekilde kopacak, onu da ömrümüz ve ömrünüz olursa göreceğiz ve de göreceksiniz...

Türkiye’yi “Darü’l Harp” alanı olarak ilan ederek, fikirlerinde sürekli zikir yapanların da, yaşanan bu tablolardan ibret alması gereklidir. Bazılarının varacakları son noktanın, böyle bir gayri millilik içermesi de kaçınılmaz olacaktır. Niçin? Hayat güzel, yaşamak güzel ve paranın yüzü sıcak ve bazı şeylerin yüzü suyu hürmetine derken, bazı şeylere sadece fikren değil bedenen ve ruhen de teslim olmak, belki de bazılarınca hiçte zor değil! Tarihin arenası bu çeşit insanların yaptıklarının görüntüleriyle dolu...Bunu anlamak için analizci bir tarih anlayışına sahip olun yeter!


www.ufukotesi.com - 07 / 2004  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.