Aykırı Bakış

 

Dr. Yusuf Gedikli  

Türkiye'den çeşitlemeler


KKTC’nin tanıtılması-Hürriyet gazetesi-eski eserlerimiz-Arap düşmanlığı-çifte sıtandart. KKTC’nin tanınması hususunda Abdullah Gül, Mehmet Ali Talat ve başkaları gönülden geçenin tanınmak olduğunu, ancak şu ana değin hiç bir ülkenin KKTC’yi tanımadığını, ol sebepten bugünkü siyasetin benimsendiğini bina okur gibi tekrarladı durdular. Annan Pilanının Rumlarca reddinden sonra oğul Denktaş da pek çok kez BM’nin KKTC’nin tanınmaması yönünde karar aldığını, bununçün tanınmanın mümkün olmadığını söyleyip durdu. Sanki BM kararları herkesin uyduğu, değiştirilemez kararlarmış gibi Serdar Denktaşın dediği tam Türkçe (safça) bir fikir. Türkiye gibi BM’de ilaç için bir tek rey alamayan ülkeler bile BM kararlarını bugüne dek hiçe saymasına rağmen, Serdar Denktaş lüzumsuz ve yanlış beyanlarda bulunup mevkisini (mevkiini değil) sarsıyor.


İmdi biraz geçmişe uzanalım ve soralım: “TC, KKTC’nin tanınmasını ne zaman istedi ve bunun için ne kadar çalıştı? Hakikaten istedi, çalıştı da biz mi bilmiyoruz?” Bizim bildiğimiz TC’nin KKTC’yi tanıtmak şeklinde bir politikasının hiç olmadığıdır. Varsa hükümet açıklasın. Bunun devlet sırrıyla bir alakası yok. Artık vatandaş TC’nin dışişleri bakanlarından daha ilgili, bilgili, bundan dolayı da yetkili. Bu millet artık tebaa değil...

KKTC’nin ilanı
Hakikat şudur: 6 kasım 1983’te Türkiyede genel seçimler yapılmıştı. Yeni hükümeti zor durumda bırakmamak için 15 kasım 1983’te KKTC ilan edilmişti. İlandan sonra KKTC’yi ilk tanıyan ülke, Bengaldeş (Bengladeş imlası lüzumsuzdur) olmuştu. Toplanan GK’da yer alan Pakistan temsilcisi, Denktaşa “kararınızı verin” demesine rağmen Türkiye bir türlü kararını veremedi. Çünkü kararı yoktu (Rauf Denktaş, 10 nisan 2004, Ceviz Kabuğu, Star).

Denktaşın ifadesine göre KKTC’nin ilanı tam bağımsız bir devletten ziyade, Rumları egemen federal Türk devletini kabule zorlamak içindi. Denktaş, devletin ilanından sonra Rumlarla federatif çözüm görüşmelerine devam edilmesinin bir hata olduğunu da söyledi. Bengaldeş de tanıma kararını ABD’nin de baskısıyla geri almak zorunda kaldı.

Pakistanın sonraki tavrı
2002’de AKP’den İstanbul mebusu seçilen Nevzat Yalçıntaş, geçmişte “Ziya ül Hakka KKTC’yi niçin tanımıyorsunuz?” dediğinde şu cevabı aldığını tam üç kere yazdı: “Bunu siz mi söylüyorsunuz? Türkiye engel çıkarmasın. Biz KKTC’yi hemen tanımaya hazırız.” Yalçıntaş, şöyle devam etti: “Sonradan öğrendim ki, Türkiye BM’nin tepkisini çekmemek için KKTC’nin tanınmasına engel çıkarıyormuş.” (D. B. Tercüman, 1 şubat 2003-19 haziran 2003. 25 haziran 2003).

Yalçıntaş şimdi bunu düzeltme şansına sahip. Hükümetine söyleyip KKTC’yi tanıttırma yönünde politika tespit ettirmeli.

2003’te Pakistan devlet başkanı Perviz Müşerref, Abdullaha Güle “Kıbrıs konusunda ne isterseniz onu yaparız” demiş, bakan Abdullah Gül, “KKTC’nin tanınması yönünde bir politikamız yok, gerçekçi olalım” diye cevap vermişti (Aydınlık, 25 mayıs 2003, 10. s.).

Tanıtmada ve tanınmada bize en çok yardım edecek olanlar yine İslam ülkeleridir. Eşyanın tabiatı icabı ne fayda gelirse yine Müslümandan gelir. Şimdiye kadar gelmemişse bu, onların değil bizim kusurumuzdur. Son İKÖ kararı bunu bir kere daha gösterdi.

Hadiseler nasıl gelişti?
Sözü fazla uzatmadan 2001 senesinin sonuna gelelim: Büyük (!) gazete olan Hürriyette 28 kasım 2001 tarihinde “Körfezden Rumlara şok uyarı” başlığıyla bir haber yayınlandı: Haberde 6 Körfez ülkesinin, yani Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman’ın “sorunun çözümü için Rumların adım atmamakta direnmesi halinde KKTC’yi tanıyabilecekleri sinyali verdikleri” kaydediliyordu.

Bundan takriben bir ay sonra 25 aralık 2001’de Ankaraya gelen Katar emiri Şey el Tani, Kıbrıs Rum kesiminin Katarda büyükelçilik açma teklifini reddettiklerini belirterek KKTC’yi desteklediklerini tekraren belirtti (Aydınlık, 30 aralık 2001, 11. s.). Katarın hareketine dikkat edelim. KKTC için Kıbrıs Rum yönetiminin büyük elçilik açma teklifini reddediyor.

Tabiatiyle biz fazla sorumlu bir vatandaş olarak Kıbrısla ilgili bu sevinç verici hadiseleri yakından takip ediyorduk.

Hürriyetin Ecyad bombası
Vaziyet böyle müspet seyir izlemekteyken 2002 ocağının ilk günlerinde büyük (!) gazete Hürriyetin manşetinde bomba gibi bir haber patlatıldı. Haberde Suudi Arabistanın ecdat yadigarı olan Ecyad kalesini yıktığı, en şiddetli ve hakaretamiz ifadelerle, temcit pilavına çevrilen bildik Arap düşmanlığı ön pilana çıkarılarak ve amaçlanarak vurgulanıyordu. Hürriyet malum, tanıdık, meşrebi maruf bir gazeteydi. Bayram değil, seyran değilken niçin ve ne zaman bu kadar milliyetçi olmuştu? Geçmişte yıkılan onlarca eser için bir ufak haberi bile çok görmüştü (Sonra yıkılanlar için de öyle). İşin içinde bir bit yeniği olmalıydı.

Biraz okuyan, biraz düşünen ve Kıbrısla alakalı hadiseleri yakından takip eden birisi olarak biz meseleyi hemen, gerçekten hemen, düşünmeye hiç mahal kalmadan anladık.

Mesele altı körfez ülkesinin KKTC’yi tanıyabilecekleri açıklamasından ileri geliyordu. (Tabii Türkiyenin arzusuna bağlı olarak) Arap ülkelerinin KKTC’yi tanıma ihtimali fincancı katırlarını ürkütmüştü. Bu tehlikeli (!) ve olumlu hadisenin derhal sabote edilmesi, bombalanması, baltalanması, önlenmesi gerekiyordu. Emirler alındı ve uygulandı. Tirajlı bir gazete arandı ve Hürriyet bulundu. Hürriyet, “müessisi” ve Kıbrıs davasına büyük hizmetleri dokunan Sedat Simavi’nin yolundan çoktan uzaklaşmış, milli his ve hassasiyetlerini kaybetmiş, guloballeşmiş, çok milletli münasebetlere yönelmişti. Ve tabii düşünme hassasından yoksun, sadece hissetme melekesine sahip milliyetçi Türk insanı her zaman olduğu gibi meselenin muhtevasına vakıf olamadı, olayı anlayamadı; anlayamazdı da. Gayrı milliyetçiler ise pilanın pek güzel işlemesinden ve hedefin tutturulmasından ötürü ellerini oğuşturuyorlardı.

Biz o zaman ulkucu orgda (ocak-şubat 2002) bir yazı yayımlamış, bilahare bunu Ufuk Ötesinde de neşretmiştik (Ufuk Ötesi, temmuz 2003, 16. sayı, 8-9. s.).

Halbuki Ecyad kalesi yıkılalı 7 aydan fazla olmuştu. Ecyadın yıkılacağı 17 nisan 2001 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Özgen Acar imzasıyla haber verilmişti. O zaman ne resmi yetkililer, ne Hürriyet gibi basın organları (!) meselenin üzerinde durmaya lüzum hissetmemişlerdi. Ama KKTC’nin tanınma tehlikesi ortaya çıkınca tanınmayı baltalamak için Türk-Arap düşmanlığını hortlatmak lazımdı. Pilan başarıyla uygulandı (Ecyad kalesinin ne zaman yıkıldığını Hüseyin Özbek arkadaşımızın Yeni Hayat dergisinin mayıs-haziran 2001 tarihli yazısında okuyabilirsiniz).

Papapetru ve Klerides düşüncemizi doğruluyor
Ecyad olayının manşetlere taşınması hakkında düşündüğümüz ve o zaman neşrettiğimiz yazıdaki fikirlerimizin doğruluğu bizzat Papapetru ve Klerides’in beyanlarıyla teyit edildi. Şöyle ki:
Rum hükümet sözcüsü Mihail Papapetru verdiği demeçte bir dizi Arap ülkesinin KKTC’yi tanıma teşebbüslerinin ABD ve İngiltere tarafından engellendiğini bildirdi (Sky Türk, 18 ocak 2003, 24 haberleri).

Ardından Klerides, 2002’de başta Katar olmak üzere bazı Arap ve İslam ülkelerinin KKTC’yi tanımak istediklerini, ABD’yi devreye sokarak bunu önledikleri bildirdi (TRT-1, 27 ocak 2003 ve Hürriyet, 27 ocak 2003, 1 ve 14. s.).

Klerides, 29 eylül 2003 günü Türk gazetelerinde yer alan başka bir demecinde 4 İslam ülkesinin “mesele altı ayda halledilmezse Kıbrısı tanıyacağız” dediklerini, BM genel sekreterinin ve kendilerinin “görüşmeler devam ediyor” diyerek bunu önlediklerini söyledi (D. B. Tercüman, 29 eylül 2003, 12. s.).

Demek ki Hürriyet gazetesinin ve gazetenin tahrikine kapılan mütehassis Türk halk oyunun tam Türkçe, yani aşırı tepkisinden sonra KKTC’yi tanıyacaklarını ilan eden 6 körfez ülkesinden ikisi, büyük (!) gazetenin milliyetçi (!) yayını sebebiyle kopmuştu (Tahminimizce bunlar Suudi Arabistan ve Kuveyttir). Yani bir defa daha altını çizmek gerekirse Hürriyetin Ecyad bombası hedefi tam on ikiden vurmuştu.

Hürriyetin Azerbaycan bombası
28-29 nisan 2004 tarihlerinde Hürriyetin manşetini başka bir haber süsledi! Azerbaycan delegeleri, KKTC’nin Avrupa Konseyinde temsili oylamasına katılmamışlardı. Büyük (!) gazete, büyük bir vatanseverlik ve Kıbrıs severlikle meselenin üzerinde iki gün durdu. Normal vatandaş bundan etkilendi. Bizim laboratuvar teknisyeni olan kardeşimiz İsmail, “Azerbaycan niye öyle davrandı?” diye kızgınlıkla sordu. Vatandaş böyledir işte, düşünmez hisseder, hislerine kapılır!

Halbuki Hürriyet, meseleye üzüm yemek için değil, yine bağcıyı dövmek için el atmıştı. Çünkü:
1. Türk ve Azerbaycanlı vekillerin oylamaya katılmasını temin için TC ve KKTC devletlerinin organizyonu gerekliydi. Bu yapılmamıştı. Gazete bu hususun üzerinde hiç durmadı.
2. Türk vekillerden Zülfü Livaneli oylamaya katılmamıştı. Haberde Livaneli için hiç bir sitem, serzeniş, suçlama yoktu.
3. Türk ve Azerbaycanlı bütün vekiller oylamaya katılsalardı bile yeterli kabul oyu temin edilemeyecekti. Zira karşımızdaki bütün ülkeler Hıristiyandı ve eşyanın tabiatı gereği karşı tarafı tutacaklardı. Dolayısıyla sonucu değiştirmeyen bir hadise için bu kadar tantanaya, gürültü patırtıya mahal yoktu. Ama dediğimiz gibi amaç üzüm yemek değil, bağcıyı dövmekti.

Bu sefer bazı milliyetçiler işin farkına varmıştı ama maksat yine hasıl olmuştu (Milliyetçilerin işin farkına varması suçlanan ülkenin Azerbaycan olmasından dolayıydı. Mevzu Araplar olsaydı, yine tahriklere kapılacaklardı!?.). Gazetenin amacı Türkleri Azerbaycandan, Azerbaycanlıları Türklerden soğutmaktı. Suret-i haktan görünüp bunu da başardı. Oysa ki geçmişte genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün ne Ermeni sever, ne Rum sever yazılarını okumuştuk. İleride yine okuyacağımızdan hiç şüpheniz olmasın!
Azerbaycanlı delegeler tutumlarını “Karabağ için emsal teşkil eder” şeklinde açıkladılar. Zahiren doğru görünen bir gerekçe; ama şu kadarını söyleyelim ki Avrupalılar sizin böyle bir durumda oy kullanıp kullanmadığınıza bakmaz. Kararlarını verince uygular, sizler de tıpış tıpış uyarsınız. Zira Konseyin sadece iki Türk ve dört Müslüman ülkesinden birisiniz. Yani oylarınız hiç bir zaman kendi lehinize karar çıkartmaya yetmez. Yetse de yeni bir oylamayla geri alırlar.

Üçüncü bomba neden patlatılmadı?
Bu iki bombadan sonra Kıbrısla ilgili üçüncü bir bombanın patlatılması gerekirdi ama bu sefer bomba patlatılmadı. Çünkü patlamaması gerekiyordu.

Hatırlarsınız. 26 mayıs 2004 günü Avrupa Konseyinin Yerel ve Bölgesel Yönetimler Genel Kurulunun Strasbourg’da yapılan toplantısında KKTC mahalli idarelerine temsil hakkı verilmesi girişimi, TC’li üyelerin çekimser kalmaları üzerine gerçekleşmedi. Aynı gün açıklama yapan Mehmet Ali Talat, “kendi ayağımıza kurşun sıktık” dedi. Yine aynı gün açıklama yapan Gül, bir telkinlerinin olmadığını, çekimserliğin sebeplerinin araştırıldığını söyledi. Öyle de kaldı (Herhalde hâlâ araştırılıyordur).

Kıbrıs ve eski eser sever (!) bir gazete olarak Hürriyetin olayı manşete taşıması gerekirdi. Olayı Hürriyetin manşetinde görmek için bir kaç gün bekledik. Hiç bir şey göremedik. Tabii ki amaç eski eserlerimiz ve Kıbrıs değildi. Hürriyet de merhum Sedat Simavinin Hürriyeti değildi. Artık kendine (Türkiyeye) çalışmıyordu, AB’ye, ABD’ye, Ruma ve Ermeniye çalışıyordu. Çünkü, mensuplarının şu ana dek aldığı eğitim ve girdiği milletler arası bağlantılar öyle gerektiriyordu!

Haksız mıyız sevgili okurlar! Dikkat edelim de tuzağa düşmeyelim.

Şimdi gördünüz mü tanıtma ne, tanınma ne, ata yadigârı eserler ne, Arap düşmanlığı ne, Azerbaycan düşmanlığı (güya KKTC dostluğu) ne, TC vekillerinin çekimserliğinin manşete çıkarılmaması ne?

Ecdat yadigârı tarihî eserlerimiz
Gelin Ecyad kalesinin yıkılmasından sonra bizzat kendimizin ve dostlarımızın yıktığı ve yaktığı eski eserlerimize bir göz atalım:

Haziran 2002’de Beykozdaki 150 yıllık Merkez camisini (camiini değil) yıktık. En acı verici olanı 2002’nin haziran sonlarında Denizlideki 8 asırlık, dile kolay, sekiz asırlık Selçuklu camisinin yıkılması oldu. Aralık 2002’de Makedonyadaki Yenicamide mayo defilesi yapıldı. 7 mayıs 2003’te Topkapıdaki İlyaszade camisini yıktık. Cumhuriyet gazetesinin 15 mayıs 2003 tarihli haberine nazaran Rodostaki Türk mimarisi yok olmak üzeredir. Mart 2004’te Sırplar Belgıraddaki son Osmanlı camisi olan Bayraklı camisini ve yine Osmanlı eseri olan Nişteki camiyi yaktılar. Yunanlı fanatikler nisan 2004 başında Rodostaki İbrahim Paşa camisinin camlarını kırdılar.

En acı haberlerden biri şuydu: Batı Trakyanın İskeçe şehrine bağlı Okçular köyünde seçimleri kaybeden Pasoklular 500 senelik camiyi yakmışlardı. Bu caminin yakılışı haberi sadece 28 mart 2004 tarihli Gözcü gazetesinin sayfalarında kaldı (Şu Gözcü gazetesini de niye kapatmıyorlar anlamıyoruz. Herhalde az masrafla çok gelir getiriyor).

Tabii ki Türkiyede kimsenin gıkı çıkmadı. Suudi Arabistanın üzerine gidenler bu hususta tek kelime yazmadılar. Çünkü öyle bir emir almamışlardı yahut geniş mezhepli oldukları için hadiseyi içlerine sindirdiler.

Mesele Yunanistan olunca tabii ki akan sular durur. Nerede Yunanistandaki binlerce tarihî eserimiz? Atinada hâlâ bir tane cami yok.

Suudi Arabistan yıkınca sesimiz ayyuka çıkıyor, bizzat kendimiz, Yunanistan, Makedonlar Sırplar yıkınca yakınca, saygısızlık edince sus pus oluyoruz. Burada acayip ve garaib bir durum yok mu? “Ben yıkarım, Yunanistan yıkar, Arap yıkamaz” mantığı ne kadar doğru?

Son marifetimiz (!)
Okullar kapanınca çocuklarla biraz kafamızı dinleyelim deyip İstanbulu terk ettik. Gazete okumasak olmuyor tabii. Her gün değişik bir gazete alarak Türkiyenin nabzını yakalamak istiyoruz. 19 haziran 2004 cumartesi günü de Hürriyet gazetesi aldık. Gazetenin Cumartesi ilavesinde “Devlet Sultanahmetten çekiliyor” başlıklı yazıyı okuyunca yine canımız sıkıldı, yine asabımız bozuldu, yine moralimiz bozuldu. Şu ülkede şöyle mesut, mutlu, huzurlu bir günümüz geçmiyor. Ağız tadıyla bir tatil yapamıyoruz. Haberden cümleler şöyle:

“UNESCO tarafından dünya kültür mirası merkezi listesine alınan Sultanahmet arkeolojik sit alanı yeniden düzenleniyor. Yer altı ve yer üstünde yapılacak olan düzenleme kapsamında il genel meclisi binası yıkılacak ve arsası yeşil alan olarak düzenlenecek. Sultanahmet adliyesi yıkılarak altında bulunan Lausos sarayı, Hipodromun tribünleri, Aya Eufemia kilisesi ve Trikdinyum yapısına ait arkeolojik kalıntılar açığa çıkarılacak.”

Purojeyi İstanbul büyük şehir belediye başkanı Kadir Topbaş açıkladı. Kadir Topbaşı Beyoğlu belediye reisiyken Cezayir sokağını Fransız sokağına dönüştürme ameliyesinden tanımıştık.
Kimseden bir tepki yok. Adında milli, milliyetçi, aydın ve sair kelimeler olan bir çok kuruluş ortada yok. Bu gidişle sonumuz ne olacak? Ahmet Hikmet Müftüoğlu mezarından kalkıp gelse “Turhan nasıl çıldırdı?” hikâyesini yazdığı için herhalde utanır ve “iyi ki 2004 senesinde yaşamadım” diye şükrederdi.

Sultanahmet camisi de yıkılsın!
Daha evvel yazdığımız yazılarda Beyazıttaki 2. Beyazıt veya Patrona Halil hamamının kasten restore edilmediğini, Sultanahmet camisinin güneydoğusunda bulunan Bizans eserinin yeniden inşa (restore değil) edildiğini belirtmiş, çuvaldızı başkasına iğneyi kendimize batıralım demiştik. Şimdi de bir teklif getiriyoruz. Sultanahmet camisini ve Ayasofyaya İslami özellik kazandıran minareleri yıkalım; eğer Sultanahmetin altında eski Bizans eseri varsa onları yeniden inşa edelim.
Bu da en çok AKP’li belediyeye yaraşır.

Elâlem ne yapıyor?
Bir gün sonra, yani 20 haziran 2004 pazar günü de “Zaman gazetesi alalım” dedik. Gazetenin Turkuaz isimli ilavesinde Saim Orhan imzalı “Balkanlarda akan kan tarihî mirasımızı da vurdu” başlıklı yazıyı okuduk.

Yazıda üzüleceğimiz, ibret alacağımız, övüneceğimiz çok şey var. Özetleyelim:

Saim Orhan Makedonyanın Manastır (bugün Bitola) şehrindeki Çınar, Yeni, Haydar Kadı camilerinin içler acısı durumundan bahsediyor (Manastırı 1382’de fethettik, 1912’de, 530 yıl sonra terk ettik. 1382’den asırlar önce de Türklerin meskûn olduğu bir yerdi).

Manastırda 1911’de padişah Sultan Reşadın dahi namaz kıldığı Çınar camisi şu anda tamirhane olarak kullanılıyor. Tamirhane sahibi camide arkadaşlarıyla içki âlemi yapıyor.

1559’da inşa edilen Yenicami, 1957’de sanat galerisi yapılmış. Caminin kilise üzerinde yapılıp yapılmadığı araştırılıyor. Eğer kilise üzerinde yapılmışsa yıkılıp kilise yapılacak. Ohride kale yakınındaki caminin kilise üzerinde yapıldığını gören Makedonlar camiyi yıkıp kilise yapmışlar.

1561’de inşa edilen Haydar Kadı camisi vaktiyle alkol deposu olarak kullanılmış. Halihazırda metruk. 2-3 sene önce bahçesinde bir kilisecik yapmışlar. Manastırın merkezinde 17. asırda Osmanlının diktiği Saat kulesine 1992’de haç yerleştirilmiş.

Leşok kilisesinde ise iki Osmanlı paşasının, Abdurrahman Paşa ile Receb Paşanın resimleri asılı. Papaz, sebebini soranlara minnettarlık duygularıyla mealen şöyle diyor: “Osmanlılar kilisenin onarımına izin vermiş, okulun devamını sağlamışlar. Halbuki kilise tamirine o zamanki Hıristiyan hükümdarları bile izin vermiyordu.”

İşte Makedonlar bizim eserlere böyle bakıyor (!), kendi eserlerine de öyle bakıyor. Şimdi karşımızda Arap olunca celalleniyoruz da kendimiz, Rum, Yunan, Makedon olunca... niçin kör, topal, sağır oluyoruz, neden ağzımızdan çıt çıkmıyor?

Türkiyenin hiç bir kuruluşundan çıt çıkmıyorsa, demek ki o kuruluşlar da öyle olmasını istiyor.

Netice-i kelam
Artık bu çifte sıtandarda son verelim. Kendi kültürüne saygı duymayana kimse saygı duymaz ve zaten duymuyor.


www.ufukotesi.com - 07 / 2004  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.