Türkiye bu ay çok önemli bir toplantıya ev sahipliği yapıyor.
63 ülkenin katıldığı NATO toplantısında 19 ülke devlet başkanı ile temsil ediliyor.
Aralarında ABD ve Türkiye gibi NATO’nun en güçlü iki ülkesinin de en üst düzeyde temsil edildiği liderler zirvesinde, dünyanın yeni siyasi haritası kulaklardan fısıldanarak ortaya sürülecek. Yeni güç alanları ve stratejik hedefler masaya yatırılacak. ABD’nin, İngiltere’nin ve İsrail’in arzuladığı “yeni dünya düzeni”nin artık resmen icraatı için diğer müttefiklerden görüş alınıp saflar kesin olarak belirlenecek.
İstanbul’da toplanan devlet başkanlarının kulaklarına fısıldanacak olan “yeni dünya haritası” belki de önümüzdeki yıllarda bütün insanlığın kaderini belirleyecek yeni harekâtların da artık son perdesini indirecek. |
Zirvede kıta Avrupası ülkeleri olarak bilinen Almanya, Fransa ve John Marie Aznar’ın da devrilmesiyle İspanyol bloğunun, ABD ve İngiliz bloğuna karşı net bir tavır koyması ve tek devlet haline gelme çabasında artık son noktaya gelen AB’nin kendi bölgesel ve küresel stratejisini net olarak ortaya çıkarması bekleniyor.
Bu noktada Türkiye, anahtar ülke konumuyla ve çok büyük bir önem sahibi olarak ortaya çıkıyor.
Bilindiği gibi Türkiye, NATO’nun askeri kanadında ABD’den sonra en güçlü ikinci ülke olarak çok büyük imkanlara sahip. Ancak bu fırsatlar iyi değerlendirilemezse, ülkemizin önüne çıkan çok büyük handikaplar ve ufalanma sürecinin başlangıcı da olabilir. Çünkü hiçbir güç kendisine potansiyel rakip olabilecek ikinci bir güce dayanamaz.
Türkiye, Anglo-Sakson-İsrail bloğu ile AB (Şarlman varisleri) bloğu arasında tercih yapmaya zorlanacağı bu zirvede artık denge politikasını sürdüremeyecek bir noktaya hızla yaklaşmıştır.
Bir yandan ekonomik ve askeri teçhizat yönünden ABD-İsrail’e göbek bağı ile kendi kendisini bağlayan Türkiye, diğer yandan da AB’ye iç güvenliğini havale etmiş ve yurt içindeki etkili ve yetkili bazı marjinal “sözde dinci” gruplarla adeta kendini mahkûm etmiş bulunuyor.
İşte Türkiye’nin kısır döngüsü de bu noktada başlıyor. Brüksel ve Washington’dan farklı versiyonlar olarak öne sürülen Büyük Ortadoğu Projeleri; Türkiye noktasında çakışıyor. Ankara, ya Brüksel’e yanaşıp, Almanya ve Fransa’nın hazmedebileceği parçalara ayrılıp aynı zamanda ABD ve arkasındaki malûm lobilerin düşmanlığını üzerine çekerek, potansiyel bir Irak olma yolunda hızla ilerleyecek. Ya da Washington’un “Yeni Ortadoğu’daki” stratejik müttefiki ve jandarması olup federal eyaletlere ayrılacak. Diğer yandan da AB’nin potansiyel hedefi haline gelecek.
Bu durumda ise AB parası Euro’nun arka yüzündeki bölünmüş Türkiyeli, Büyük Ortadoğu Projesi ile yüz yüze gelinecek. Bunların hangisini Ankara tercih ederse etsin, her iki şıkta da hem müttefiki olacak güç tarafından, hem de potansiyel rakibi tarafından hazmedilmesi kolay hale düşürülmüş yeni bir ülke haline geleceğiz. Belki yine adı “Türkiye” olacak, ama bölgesel devletlerden oluşmuş federe ya da şehir devletçiklerinden oluşmuş konfedere bir Türkiye planı uygulamaya girmiş olacak. Türk milleti yerine yüzlerce etnik mikro milletçikten oluşmuş, İngilizce dışında anlaşabildikleri ortak bir lisanı kalmamış, din konusunda ise ABD, Yunanistan ve Alman kiliseleri ile Vehabilerin kontrolündeki Alman ve ABD patentli sözde İslâm ile bezeli dinler mozaiği haline gelecek.
Tabii bir ihtimal daha var...
O da örnek ve öncü, lider bir Türkiye yaratma azmiyle karar alıp uygulamaya geçmek!
ABD ve AB bloğunun hayallerine karşı kendi “Büyük Ortadoğu Projesini” ortaya koyarak, yeniden “Yurtta ve cihanda sulhu” sağlamaktır!
Türkiye artık İMF ve Dünya Bankası’nın boyunduruğundan bir an önce kurtulmak üzere yeni pazarlar ve ucuz hammadde kaynaklarına ulaşmanın yollarını bulmak zorundadır. Bu amaçla Latin Amerika, Afrika, Hint Çini ve Ortadoğu pazarları Türkiye için hâlâ fırsat olma özelliğini korumaktadır. Gümrük Birliği Antlaşması başta olmak üzere Türk ekonomisinin üzerindeki zincirleri kırmak gereklidir. Millî ekonomimizin başında cellat misali bekleyen döviz girdabından güçlü bir “Yeni Türk Lirası” ile çıkılmalıdır.
Başta savaş uçakları ve tank projeleri olmak üzere, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kendi millî vurucu gücünün kesinlikle oluşturulması zorunludur. 1957’de kapatılan kendi millî uçağımızı üreten fabrikaların yeni teknoloji ile yeniden açılması ve doğal müttefiklerine özgürce silah satışı yapabilmesi şarttır. Bu yolla ancak onların da bağımsızlıkları güvence altına alınabilir.
Ama bütün bunlardan daha önemli olarak; Türkiye’ye 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan vizyon sahibi irade gereklidir.
Çünkü, vizyonu olmayan ve kendi projelerini üretip dayatamayan bir Türkiye’nin, NATO zirvesinin bittiği 30 Haziran’dan sonra işi çok daha zordur!
|