Ölçü

 

Cem Sökmen  

Dil ve Medeniyet


Vaktiyle Türkiye’de çalışan bir profesör Türkçe öğrenme çabalarından 15 gün içinde vazgeçmiş. Sebebini soranlara “15-20 yıl arayla yazılmış metinler arasında insanı dehşete düşüren farklılıklar var, Türkçe öğrenmek için uğraşacağıma gider iki ayrı dil öğrenirim daha iyi” demiş. Türkiye neden böyle diye düşünenlere son derece açık bir cevap... Ahmet Cevdet Paşa kriz kelimesiyle ilk defa karşılaştığında bir gece sabaha kadar uyuyamamış ve düşüne düşüne en sonunda bu kelimenin yerine buhran demeyi uygun bulmuştur. Sonraki nesilden Peyami Safa 4400, Ahmet Hamdi Tanpınar 4200, Yahya Kemal 4000 kelimeyle yazıyordu. Biz bugün 300-400 kelimeyle anlaşmaya çalışıyoruz.

Beş bin yılda örülmüş, işlenmiş Türkçe’nin gayrısamimi “öztürkçecilik” faaliyetine kurban gidişini seyretmişiz ne yazık ki. Türk tarihinin hiçbir devrinde kullanılmamış kelimeleri, öztürkçe diye garabet numunesi bir kavramın arkasına sığınarak anlaşma değil kafa karıştırma niyetiyle piyasaya süren zihniyet hala devam etmektedir. Bu faaliyetin samimi olmadığını yukarıda ifade etmiştik. Buna en açık bir misal olarak Nurullah Ataç’ın şu itirafını gösterebiliriz: “Ben yıllardan beri öztürkçenin savunuculuğunu yapıyorum diye bazıları benim Türkçeyi çok sevdiğimi zannediyorlar. Hayır, ben bu milletin Latince kökenli bir dil konuşmasını istiyorum, fakat mevcut zengin haliyle bu çok zor. Ancak bu dili körelte körelte bir kabile dili haline getirirsek buna mecbur olur.” Bu çabalar yoğun bir biçimde sürdürüldüğü için bugün karmakarışık bir dil konuşuyoruz. Türk-İslam kimliği ve medeniyeti eksenli düşünmek hedefini taşırken kendi kelimelerimizi kaybettiğimiz için düşünceyi de kaybediyoruz. Yerli bir hayat tarzına ve duruşa sahip olmak istiyoruz ama hepimizin dilinde bütün yerine tüm, hayat yerine yaşam, hanım yerine bayan kelimeleri dolaşıyor. Binlerce yıllık kelimelerin yerine 30-40 yıllık kelimeleri kullandığımız zaman yüzyılların birikimi bizim için kullanılamaz hale gelir. Yani ne hafızadan, ne düşünceden ne de kültürden bahsedebiliriz. Cemil Meriç “Hakikatte dil davası yok, Türk insanının hafızasından iğdiş edilmesi var.” diyor. Çünkü yine onun ifadesiyle “Kelimeleri tarih yoğurur.” Kelimeler, mana yükünü milletin benimsemesi ve kullanması ölçüsünde alırlar. Bu anlamda tarihin ve kültürün dışında oluşmuş bir dil yoktur diyebiliriz. Dil bir milletin tarihi macerası içinde gelişir.
Hanım yerine bayan dersek sadece bir kelimeyi değil bir medeniyeti kaybederiz. Mr ve Mrs’nin Türkçeye tercümesi olan bay ve bayan kelimeleri ünvanların isimlerden sonra gelmesini esas edinmiş olan medeniyetimize aykırıdır. Çobanları sadrazamlığa taşıyan kültürümüzde herkes itibarını ve cemiyet içindeki yerini kendi şahsiyetiyle ve davranışlarıyla inşa etmek zorundadır. Herkes önce ismini parlatmalıdır. Dikkat edersek Efendi, Bey, Hoca, Paşa gibi bizim dünya görüşümüze ait ünvanlar isimden sonra gelirler. Batı’da ise Prenses,Kont,Dük gibi ünvanlar hep isimden önce gelir, hatta bu ünvanların bazıları parayla satılır. Biri mücerrete diğeri müşahhasa bağlı iki dünya görüşü işte böylesine farklı şekilde kültürleri etkilemiştir. Bunun için dilini kaybedenler yalnız kelimeleri değil değerlerini ve kimliklerini de yitirmiş olurlar. Kavramlar kelimelerden yola çıkarak, kelimeler işlenerek ortaya konulur ve yerleşir. Dilimizi koruyamazsak asırların birikimine ve medeniyetimizin ürettiği kavramlara uzak kalırız. Herhalde bundan dolayı Cemil Meriç ‘Ve boş bir odada yanan lamba. Ve hiçbir susuzluğu gidermeden akan başıboş bir ırmak. Düşünüyorum. Kerpiçle Süleymaniye kurulmaz.’ diyor. Yani yapılması gereken temel kavramları ve esasları doğru dürüst anlayıp hem ölçülerimizi yeniden parlatmak hem de yeni kavramlar üretmektir. Biz bugün hafıza yerine bellek dediğimizde sadece bir kelimeyi değil hafızamızı kaybetmiş oluyoruz. Hafıza kelimesiyle birlikte hafız, muhafaza, mahfuz gibi akraba kelimeleri ve netice bunlarla düşünmeyi kaybediyoruz.
Dil meselesini medeniyet perspektifi ile ele alabilirsek dilin kültür ve tefekkür için ne kadar önemli olduğunu anlayabiliriz. İşin dikkat çekmek istediğimiz bir başka yönünü de rahmetli Peyami Safa bakın nasıl özetliyor: “Hepimizin kendimize göre bir lisanı var. İki kişi aynı dili konuştuğu halde, biri ötekini anlayabilmek için onun söylediklerini kendi içinin diline tercüme eder.” Burada ayakları üzerinde sağlam duran bir bütünün derinliği ölçüsünde asliyeti ve şahsiyeti içinde barındırması vardır. Kaliteli, ufku geniş hakiki aydınlar ayrışma ve anlaşamamanın temsilcisi olmak yerine ortak dili inşa etmeye, kültür birikimine derinlik sağlamaya çalışırlar...


www.ufukotesi.com - 05 / 2004  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.