Sayın Cumhurbaşkanım!
28-29 haziran 2004’te İstanbulda toplanacak olan NATO zirvesinde bir çok önemli hususun yanı sıra Azerbaycan ve Gürcistanın NATO’ya üyelik taleplerinin görüşüleceği ve her iki ülkenin NATO’ya üye kabul edileceğine kesin gözüyle bakılmaktadır.
Sayın Cumhurbaşkanım!
Türkiye 1683’ten başlayıp 1774’ten sonra kuvvetlenen ve 1991’e kadar tam üç asır Rusyanın nefesini ensesinde hisseden bir devlet olarak 18 şubat 1952’de NATO’ya, balıklama dalmıştı. Ancak bu giriş Türkçe ve şarkça bir giriş olmuştu. Bu vesileyle Türkiyenin NATO üyeliğine göz atmak, Azerbaycan için faydadan beri değildir. Türkiyeyi ve aynı zamanda Azerbaycanı tanıyan ve seven bir bilim adamı olarak Türkiye tecrübesinden faydalanıp ondan dersler çıkarmak, bu mevzuda bir kaç söz söylemek, zat-ı alinizi ve zat-ı devletinizi ikaz etmek isteriz.
Sayın Cumhurbaşkanım!
Türkiye 1952’de NATO’ya girerken hiç kimse onu uyarmamıştı. Ancak şu anda Azerbaycan Türkiyeye göre daha şanslı bir durumdadır. Zira şimdi bazı doğruları söyleyecek bazıları bulunmaktadır.
Sayın Cumhurbaşkanım!
İki asra yakın bir zamandan beri Rusyanın hakimiyeti altında kalan Azerbaycanın güvenliğini teminat altına almak istemesi ve güvenliği için coğrafi olarak uzakta bulunan devletlerle ittifak imzalaması gayet tabiidir ve ilk bakışta uzak devletlerle ittifak yapmakta bir mahzur yok görünmektedir. Lakin dikkatli bir bakışla ve biraz derine inilince kazın ayağının hiç de öyle olmadığı görülecektir. İsterseniz şimdi Türkiye tecrübesine bir nazar salalım.
Türkiye NATO’ya girmek için evvela İngiltere ve ABD ile ilişki kurmuştu. Zayıflayan İngilterenin yönlendirmesiyle Truman doktirinine ve Marshall yardımına dahil olmuştu. 1949’da İsraili ilk tanıyan ülkelerden biri idi. 1950’de meclisin onayını almadan ve sadece hükümet kararıyla Koreye asker göndermişti. 1951’de İngilterenin koluna girerek Ortadoğu paktı için kıraldan fazla kıralcı bir rol üstlenmiş ve 18 şubat 1952’de NATO’ya girmişti.
Aslında buraya kadar olanlar normal karşılanabilir. Ancak esas mesele buraya kadar olanlar değil, NATO’ya girişten sonra olanlardır. “Ne oldu?” diye sual ederseniz, söyleyelim:
1. Evvela son neferine kadar bütün Türk ordusu NATO emrine verildi. Türkiye bu hatasını bilahare anlamış 4. Ordu, diğer adıyla Ege ordusunu kurmuştur.
2. Bütün silah fabrikalarını kapattı. Öyle ki 1967’de Kıbrısa çıkarma yapmak istediğinde bir tane dahi çıkarma gemisi yoktu. 1974’te çıkarma yaptığında ise muhabere sistem ve cihazlarının kifayetsizliğinden ötürü kendi gemisini batırdı. 1981’den sonra montaj da olsa F 104 fabrikasını kurdu. Halbuki 1952’den evvel Türk özel sektörü dahi uçak yapıyordu.
3. Asıl mühimi devrin hükümetinin başbakanı olan Menderesin siyasi politikasında vücut bulmuştur. Öyle ki Türkiye NATO’nun tek sadık müttefiki oldu. Bu aslında Türk sosyal psikolojisinden kaynaklanıyordu. Sadece sadık müttefik olarak kalsa dert yarı sayılırdı. Aynı zamanda emperyalizmin gönüllü piyonluğunu üstlendi. 1951-54 arasında İngilterenin planlayıcısı olduğu Ortadoğu paktının en samimi, en sadık, en gönüllü müteşebbisi oldu. Bu yüzden 1954 yılında Mısır Türk sefirini Kahireden hudut dışı etmek zorunda kaldı. 1955’te ABD’nin ortaya attığı Bağdad paktı projesinin gönüllü öncüsü (piyonu) oldu. Menderes Osmanlıdan gelen liderlik ve hakimiyet ananesiyle, Atatürkün gerçekleştirdiği Sadabad paktına özendi. Bağdad paktının amacı Ortadoğuda komünizmi ve Sovyet yayılmasını önlemekti. Ancak kurduğu paktla Sovyetleri, dolayısıyla komünizmi Ortadoğuya soktu, Arap dünyasını parçaladı. 1955’te Bandung konferansına batılı müttefiklerinin talimatıyla gitti ve batı emperyalizminin piyonu rolünü oynayarak Asya-Afrika ülkeleri ile köprüleri attı (Bu zamana kadar Kıbrıs diye bir meselesi yoktu). 1956’da Süveyş buhranında İngiltere-Fransa tarafını tuttu. BM’deki 1954, 1955 ve daha sonraki Cezayir oylamalarında Fransayı destekledi. 1957-58’de Suriyeyle takıştı. 1959’da Irak ihtilaline müdahale etmeyi planladı ve ABD’nin baskısıyla vazgeçti. Bütün bu cüretkâr (!) politikalarıyla Türkiyeyi dünyadan yalıttı. Bugün BM’de Türkiye lehinde bir tek parmak kalkmıyorsa, bu DP politikalarının sonucudur.
Sayın Cumhurbaşkanım!
Bütün bu anlattıklarımızın ışığında:
1. Bütün silah fabrikalarınızı yeniden tanzim ve tesis ediniz.
2. Asla ve kat’a sadık müttefik ve gönüllü piyon olmayınız.
3. Her şeyi ölçüp biçiniz, hiç bir zaman Türkiye gibi tek taraflı bağımlı olmayınız, karşılıklı bağımlı olunuz, asla kolay (asan) verici olmayınız. Unutmayınız ki kolay veren iki kere verir.
4. NATO’ya aza olunca Karabağı geri alacağınızı, sakın zannetmeyiniz. Karabağı NATO’ya üye olmakla değil, ancak savaşla geri alabilirsiniz.
Şarklı için ittifak stratejik, garplı için taktik bir beraberliktir. Enver Paşa, Menderes ve sonraki Türk idarecileri hep aynı şekilde düşünmüşlerdir.
Sayın Cumhurbaşkanım!
Şimdi de NATO’ya girdiğiniz takdirde ülkenizde neler olacağına bir nazar atalım:
Önce alacağınız bazı maddi, diplomatik ve sair destekler neticesinde tavizler vereceksiniz (Bir şey alıyorsanız bir şey de vermelisiniz. Bir şey vermezseniz, zırnık dahi vermezler). Vereceğiniz tavizler size evvela çok masum gelecektir. Sonra BM, AB, ABD ve Soros’un teşkilat, vakıf, sendika, dernek ve adamları devreye girecektir. Ülkenizdeki siyasi partiler, iş adamları, sivil toplum kuruluşları, dernek ve özellikle basın organları ile bağlantı kuracaktır. Bol bol paralar akıtacaktır. Parayı alanlar para sahibinin talimatıyla çalışacaktır. Tutalım ki, Seher (sabah) isimli bir gazeteniz olsun. Gazetenin yazarları şöyle bir teraneye başlayacaktır (Seher ismi sırf misal için verilmiştir):
“Ermenilerle artık dost olmalıyız (Dostluk çift taraflı olsa mühim değil). Karabağın iktisadi bir ehemmiyeti olmadığı gibi, hiç bir stratejik önemi yoktur. Karabağ verimli bir bağ değil, verimsiz bir dağ parçasıdır. Üzerinde bile durmaya değmez. Karabağı verelim, karşılığında başka şeyler alalım. Bizim de az suçumuz yok. Büyüklük bizde kalsın.” (Bunu aynı zamanda asker kökenli ve çok etkili kişiler söyleyecektir. Hatta aslen Karabağlı olanlar dahi aynısını söyleyecektir. Benzerlerini burada Kıbrıs için yaşadık).
Ziyalılarda (aydınlarda) aynı zamanda bir Ermeniseme meydana gelecektir. Nasıl ki Türkiyeli ziyalılarda bir Rumsama, bir Ermeniseme meydana gelmiştir.
Bir de bakacaksınız ki sizin Seher (sırf misal için verilmiştir), İngilterenin The Morning veya Erivanın bilmem hangi gazetesinden farksız bir ağızla konuşuyor (Türkiyede Kıbrısla ilgili ilk menfi yayınlar 1992’de hariçten kredi alan bir gazetede başlamıştı).
Zamanla buna başka yayın organları ve teşkilatlar katılacaktır. Öyle bir an gelecek ki, kamu oyunun yüzde 99’u “Karabağı verelim, Ermenilerle dost olalım, dünyaya açılalım, dünyayla bütünleşelim” diyecektir. Bir de bakacaksınız ki Türkiye ve KKTC’de olduğu gibi zemin ayağınızın altından kaymış gitmiş. Vaktinde tedbir alınmadığı takdirde vakit artık çok geç olacaktır. Tıpkı Türkiyede 1992, bilhassa 1999’dan sonra olduğu gibi. Eğer karşı tarafa Türkiyenin olduğu gibi her yönden ve tek taraflı olarak bağımlıysanız, Karabağı verdiğiniz gündür. Üstelik siz orda mağlupsunuz (Yaklaşık on yıl önce ABD’nin Bakü sefiri “Azerbaycan Karabağda mağluptur” demişti. Aynı ABD’nin Kıbrıs özel temsilcisi bir kaç yıl evvel “Kıbrısta galip ve mağlup yoktur” demişti). Biz haklı ve galip olduğumuz Kıbrısı verdiğimize göre (bereket ki fanatizmden gözleri kör olan Rumlar tarafından reddedildi), mağlup olan siz, Karabağı haydi haydi vereceksiniz).
Ziyalılarınızdan öyleleri çıkacak ki Azerbaycanın Karabağda emperyalist olduğunu dahi söyleyecek. Tıpkı Türkiyede devletin üniversitesinde çalışan bir profesörün 3 şubat 2004 günü Radikalde yazdığı bir yazıda Kıbrısta Türkiyeyi emperyalist olmakla suçlaması gibi. Gazetecilerinizden öyleleri çıkacak ki, Karabağın verilmesi hususunda 200 saatten fazla televizyon programı yapacak.
Hatta öyle human! ve humanistler! çıkacak ki, Türk kelimesinin Çinceden geldiği bile iddia edilecek (Türk sözü eğer Çinceden gelse idi, mesele yoktu. Ama kelime Türkçe olup da Çinceye bağlanıyorsa, burada gri propaganda dedikleri hadise vardır).
Bu arada yabancı bilim (!) adamları ve oryantalistler “Azerbaycanda etnik guruplar” ismiyle İngilizce bir çalışma yapacak (Belki de şu anda yapılmaktadır). Bu araştırmada Azerbaycanda yetmiş iki buçuk etnik gurup keşfedilecek veya icat edilecek. O kadar ki, sünni Azerbaycan Türkü, şii Azerbaycan Türkü, Terekeme, Karapapak ve sair Türk gurupları bile etnik gurup olarak tanımlanacak. 20-30 kişilik etnik guruplar bile kayda alınacak. Haklarında tarihî ve coğrafi bilgiler verilecek. Hatta bütün etnik (!) gurupların yaşadığı köylerin enlem boylam ve dakikaları dahi belirtilecek. Ve bundan sonra herkes kendisine bir etnik köken arayacak, uyduracak, Azerbaycan Türkü kimliğinden kaçılacak, toplum atomize olacak.
Sonra öyle zamanlar gelecek ki, hükümetiniz valisine emir verecek ve mesela Fethali Han Hoyskinin mezarında yazılan “Ermeniler tarafından öldürüldü” ifadesini sildirilmesini isteyecek ve valiniz emri yerine getirecek.
Öyle durumlar meydana gelecek ki, Erovizyon yarışmasında ülkenizi Athena (Afina) isimli kimseler, “for even” isimli İngilizce şarkılarla temsil edecek.
Ülkenizin iş adamları da aynı şeyleri söyleyecek. Çünkü onlar da yabancılarla iş bağlantısı kuracak. Milli burjuvazi, gittikçe çok milletli, gayri milli burjuvazi halini alacak. Lenin’in pek güzel söylediği gibi kapitalistler beynelmileldir, beynelmilelcidir. Sadece kendilerini ve paranın geldiği kaynağı düşünürler. Tabii bu arada ülkenizde bir Amerikan hastanesi de açılacak. En milli iş adamınız dahi orada muayene olacak ve nihayet orada ölecek. Aynen burada olduğu gibi.
İş adamlarınız bir tane cami yapmayacak, aksine Ermeni, Gürcü kilisesi tamir edecek.
Diğer taraftan tabii ki İsrail de devrede olacak. O da Cenubi Azerbaycan meselesini istismar ve suistimal ederek “sakın Müslümanlarla münasebet kurmayın, ne varsa İsrail, İngiltere ve ABD’dedir” diye kışkırtmaya devam edecek. Matbuatınızda öyle radikal gazeteler çıkacak ve öyle radikal fikirler ileri sürülecek ki, İngiltere kelimesinin menfi etkisini silmek için İngiltere değil, Büyük Britanya ifadesi kullanılacak ve İsrailin füzeyle öldürdüğü kimseler için “öldü” (öldürüldü değil) başlığı atılacaktır.
Bu meyanda Azerbaycanda içinde “Avrasya, Kafkasya, Ortadoğu, Hazaryanı, stratejik” kelimeleri olan bir çok araştırma ve fikir jimnastiği yapan kuruluş tesis edilecek. Ancak bunların hiç birisi bilerek veya bilmeyerek doğruyu göremeyecek. Hepsi insanları elde etmenin birinci gücü olan paranın ve esen rüzgârın buğday başaklarını eğmesi gibi medya ve demokrasilerde dördüncü kuvvet denilen gücün önünde eğilecek. Eğilmeyen bir kaç kişi tıpkı Sovyetlerdeki rejim muhalifleri gibi egzantirik ve akıl hastası olarak düşünülecek, fikirlerine hiç bir kıymet verilmeyecek ve seslerini çıkarmamaları için her türlü imkâna baş vurulacak.
Ülkeniz insanları ekonomik bakımdan yüksek bir standartta yaşamadıkları, 50-100 dolar maaş aldıkları ve dinî yönden Türkiyeye göre daha dezavantajlı olduğu için yabancıların masum (!) yardımları hedefine ulaşacak (Türkiyede çoktan ulaşmıştır. Böyle bir durumda yabancıların yaptığı yardımları Azerbaycan yapmaz ise Türkiyenin Kıbrıs konusunda düştüğü vaziyete düşülecek. Bize şu anda Kıbrısla ilgili bir vazife verilse, evvela kamu oyunu etkileyen medya patronları ve yazarlarla diyalog kurardık).
Şunu da beyan etmekte fayda var: Umumi olarak Türk milleti, hususi olarak Türkiye Türkleri düşünmeyi seven bir halk değildir. Daha doğru bir ifadeyle bilhassa Türkiye Türklerini proleter olarak vasıflandırmak mümkündür (Son Kıbrıs hadisesi bunu bir kere isbat etmiştir).
Sayın Cumhurbaşkanım!
Türkiyeyle Azerbaycan arasındaki farkları bilmek de çok önemlidir. Türkiyeyle Azerbaycanın en büyük farkı, Azerbaycan lehine olarak şudur:
Azerbaycan devleti, Azerbaycan ziyalısı, Azerbaycan halkı Türkiye ile mukayese kabul etmez şekilde kendi medeniyetine, kendi kültürüne, kendi tarihine, etnoğrafyasına, coğrafyasına, diline, dinine (bilhassa kültürel anlamda) bağlıdır, saygılıdır, sevgilidir. Türkiyede devletin bütünü, müessir ziyalıların hemen hepsi, halkın mühim bir hissesi kendisiyle ilgili hiç bir şeye bağlı, sevgili, saygılı değildir. Milletin sadece adı Türk, devletin sadece adı Türkiyedir. Öyle ki adı Azerbaycan olan sizin devletiniz, adında Türk unsuru olan Türkiyeden daha Türktür.
Türkiye devleti kendi kültüründen ve kendi tarihî eserlerinden bilhassa kaçar, kendi eserlerini yıkıma terk eder; aksine Bizans kilisesi ve eserleri onarılır, baş tacı edilir. Devlet sadece İslamdan değil, İslam kültüründen de kaçar. Hıristiyan dünyasına hoş görünmek için her şeyi yapar (Bu hususta meşhur şairiniz Bahtiyar Vahabzadenin “Yel kayadan ne aparır?” makalesinde kısmi bilgi vardır). Hatta 2002 senesinde bile hoca, vatan istiklal, milliyet, ilham kelimeleri dinî tedailer uyandırıyor diye devletin maarif nazırı tarafından yasaklanır (Böylece sizin isminiz de esin olur). Türkçenin halihazırda nasıl bir dil olduğunu ise muhterem dilciniz profesör Tofik Hacıyeve sorabilirsiniz.
Sayın Cumhurbaşkanım!
Türkiyeye de lüzumundan fazla güvenmemenizi tavsiye ederiz (1992-93 Karabağ hadiselerinde bunu gördük). Çünkü Türkiye büyük bir ülke değildir. Nüfusun büyük devlet olmada mühim bir unsur olduğu doğrudur. Lakin kardeş Bengaldeş nasıl büyük bir devlet değilse, Türkiye de öyle büyük bir ülke değildir. Sadece büyük devlet potansiyeli olan bir ülkedir. İktisadi durumu cumhuriyet tarihinin en kötü devresindedir. İlmi narrativ, ilim adamları proleterdir. Öyle ki Türkiye Bilimler Akademisi adındaki levha kuruluşu ilimle değil, Türk-Yunan dostluğunu geliştirecek aşna fişne işleriyle uğraşır. İdarecileri gayri dürüst ve proleter kafalıdır.
Türkiyenin 1938’den sonra tatbik ettiği siyasetler, garplı değil, garpçı siyasetlerdir. Bu siyasetler dahi onun yakın zamanda da büyük bir devlet olamayacağını göstermektedir. Çünkü böyle bir şeyi zaten istememektedir (Bir şeyi yapmanız için önce istemeniz gerekir). AB sevdası devam ettiği müddetçe de hiç bir zaman büyük devlet olamayacaktır. İsrail gibi, Libya gibi 5 milyonluk devletler halihazırda dünyada 71 milyonluk Türkiyeden çok daha fazla saygı görmekte ve çok daha büyük rol oynamaktadır. Bunu Blair’in Kaddafinin önünde süt dökmüş kedi gibi oturması ve Prodi’nin Kaddafiyi protokolün dışına çıkarak havaalanında karşılaması da göstermektedir. Türkiyenin ne kadar etkili (!) bir devlet olduğunu ise Erdoğan’ın İspanya başbakanı Aznar’ı 5 kere araması ve Aznar tarafından bir kere bile aranmaması göstermektedir.
Türkiye dış politikada kanatları yolunmuş bir kuş gibidir. Molla Nasreddinin kuşuna benzer. Yalnız kanatları başkası tarafından değil, kendisi tarafından yolunmuştur. Doğuyla bütün münasebetlerini kesmiş, batıya yamanmaya çalışmasına rağmen bugün dek hiç bir vakit batı tarafından tutulmamıştır ve tutulmayacaktır ve hiç bir vakit uçmayı başaramayacaktır; zira kanatsız uçmak mümkün değildir. 1938’in 10 kasımından sonra hiç bir vakit İslam ülkelerinin yanında yer almamıştır. Yani dış siyasette hiç bir zaman Atatürk zamanında olduğu gibi laik olmamış, aksine daima anti laik olmuştur. Doğuya mütekebbir bakmıştır, lakin batıda mütezellil olmuştur ve bu kafayla olmaya da devam edecektir.
Sayın Cumhurbaşkanım!
Türkiyeyi ve Azerbaycanı ve daha doğrusu Türklüğü seven birisi olarak endişelerimizi kâğıda döktük. Sürç-i lisan ettik ise affediniz. Umarız ikazlarımız faydadan hali olmaz.
|