Gezi

 

Banu Erkmen  

Haliç, Eyüp Sultan Ve Hıdrellez


İstanbul’un eski hayatında olduğu kadar, bugün de önemli bir yer olan Haliç ve Eyüp Sultan, semt olarak taşıdıkları tarihi ve manevi değerler ölçüsünde, kutsal anılarıyla, İstanbul turizminin olduğu kadar folklorunun da önemli konularındandır.

“Haliç” Arapça İç Liman anlamına gelen bir deyimdir. Bizanslılar zamanında adı Hirisokoras/Altın Boynuz olan ve sonraları Avrupalılarca Korendor diye adlandırılan, fetihten sonra da adına “Haliç” denilen bu büyük koy(liman), aşağı yukarı onbir kilometre uzunluğunda, dörtyüzelli metre genişliğinde olup, eskiden otuzdört metre olan derinliği, çeşitli sebeplerle dola dola bugün bazı yerleri vapurların bile geçemeyecekleri kadar sığ hale gelmiştir.
Adını Yunan mitolojisinde İyon’un kızı Keraesa’dan alan ve bazı yazıtlara göre de geyik boynuzuna benzetilerek “Altın Boynuz” adı verilen Haliç, yer yer dolmuş olmasına rağmen bugün de dünyada benzeri olmayan bir iç liman durumundadır.
Haliç, Türklerin İstanbul’u fethinde, Türkün üstün kahramanlık ve başarısının özellikle Fatih Sultan Mehmet gibi bir kumandanın hârikalar yaratan dehâsının eseri olan bir yüce zaferin önemli safhasında birinci derecede yeri olan bir saha olmuştur.
Eskiden Haliç’in kıyıları, çeşitli ağaçlarla, selvi ve ulu çınarlarla süslü,Bizans imparatorlarının ve asilzâdelerinin somâki mermerden yapılmış muhteşem saray ve konaklarıyla cennetten bir köşe idi.
Fatihten sonra da parlak devrini, Türk âdetlerine göre sürdüren Haliç, gitgide önemini yitirmiş, 1950 li yıllardan sonra denizine zehir döken bir sürü fabrika ve zevksiz binaların kümeleştiği, suları leş kokan bir bölge durumuna gelmiş âdeta bir çamur deryası olmuştu. 1984 yılından sonra başlayan “Haliç Islah Projeleri” çalışmaları sonucu fabrikalar yıkılmış, zehirli ve atık suların Haliç’e verilmesi durdurulmuş, bataklıkların temizlenmesi, dip tarama çalışmaları sonucu Haliç biraz olsun silkinip kendine gelebilmiştir.
Eyüp Sultan ise, Hz. Peygamberimizin mihmandarı Ebâ Eyyüb Halid’in yattığı yer bilinen türbesinin burada olması nedeniyle İstanbul’un kutsal semtlerinden addedilir.
Eyüp semti Bizanslılar zamanında sur dışında kalıyordu. Hz. Peygamberin İstanbul’un fethine ait Hadis-i Şerîfi’ndeki buyruğunu yerine getirmek için, Araplar tarafından yedi kere muhâsara edilen şehre yapılan ikinci sefer Süfyan Bin Avf’ın kumandasındaki Arap ordusuna Hz. Halid Ebâ Eyyûbü’l Ensârî Hazretleri de katılmış, bu kuşatma sırasında da şehit düşmüştü. Hicretin 48. ya da 49. yılına rastlayan bu kuşatma sırasında şehit olan Hz. Halid, Ashâb-ı Kirâm’dan, aynı zamanda iyi bir asker ve Hz. Peygamberin sancaktârı olup, hayatı hakkında çok az bilgi mevcuttur.
Ebâ Eyüp, Hz. Muhammed’in vefâtını müteakip evine çekilmişti. Bütün hayatını ilime hasretmiş, Peygamberimizden öğrendiği bir çok şeyi incelemiş, özellikle Kurân-ı Kerim’i ezberlemişti. Hilâfet meselesinde Ashâb-ı Kirâm’dan bir çokları, ikiye ayrılmasına rağmen asla taraf olmamış, tarafsızlığını korumuştu. Üçüncü Halife Hz. Osman âsîler tarafından evinde kuşatılınca camiye gidip imamlık yapamadı. Halbuki cemaat imam beklemekte idi. Halife, Ebâ Eyyüb’e haber saldı, onu kendine vekil tayin etti, kendi yerine imamlık yapmasını istedi. Halk Hz. Ali’yi Halife seçer seçmez, imâmet mevkiini ona bırakarak, evine kitaplarının başına çekildi.
Hz. Ali zamanında tarafsızlığını muhafaza eden Hz. Halid, Emeviler tarafından çevrilen entrikalara katiyen müdahale etmedi, hatta ehl-i İslâm arasındaki bu nifâkın kalkması için Hariciyeler’in Nehrivan’daki karargâhlarına giderek onlara nasihat etti, sözleri dinlenmeyince Medine’ye döndü, inzivaya çekildi. Fakat Emevîler’in Bizans’a karşı çıkmaları ile başlayan büyük savaşa katılıp, İstanbul önlerine kadar geldi ve orada şehit düştü.
Tam 806 yıl sonra İstanbul fetheden Fatih Sultan Mehmet, Hz. Halid’i duymuştu. Hocası Ak Şemseddin’e müracaat etti. Ak Şemseddin, bir hafta sonra ,”Sultanım, Eyüp’ün mezarından güzel haber var,” deyip dua etmeye başladı ve uykuya daldı. Bazıları bu uykunun,mezarı bilmemesinin utanç örtüsüyle geldiği şekilde yorumladı; fakat bir süre sonra başını kaldırdı, gözleri kan çanağı halindeydi, alnından terler boşalıyordu ve Sultan’a dedi ki, “Eyüp’ün mezarı benim seccademi yaydığım yerdir.” Bunun üzerine adamlarından üçü, Ak Şemseddin ve Sultan toprağı kazmaya başladılar. Üç arşın derinliğe ulaştıklarında antik kare bir plaka buldular, üzerinde Kufi harflerle şöyle yazılıydı: “Bu Ebâ Eyyub’un kabridir.” Taşı kaldırdılar, altından Hz. Halid’in cesedini safran rengi bir kefene sarılmış, elinde pirinçten bir küre tutarken bozulmamış halde buldular. Mezarın bulunması başta Pâdişâh olmak üzere, bütün orduyu sevindirmiş, Fatih Sultan Mehmed’in buyruğu ile mezarın üstüne bir türbe ve bir cami yaptırılmıştır. 1460/1461 yıllarında biten cami ve türbenin bulunduğu yere ve dahi çevresine Eyüp Sultan adı verilmiş ve burası o günden bu yana kutsal bir bölge olarak Müslüman Türklerin ikinci kâbesi olmuştur.
Eski Eyüp Sultan, başta Pâdişâhâ ait Çağlayan sarayı olmak üzere, Sultan Çiftlikler, Köşkleri, Paşa Konakları ile, İstanbul’un en gözde ve en renkli bir semtiydi. İlkbaharla beraber renkli bir kaynaşma başlar, özellikle Hıdrellez günü buralar halkla dolup taşardı. Hz. Halid’in türbesi ziyaret edilir adaklar adanır, akşama kadar kırlarda gezilir, yer-içer eğlenilirdi.
Rivâyete göre, karada darda kalanların imdadına Hızır Peygamber, denizde tehlikeye düşenlerin yardımına da İlyas Peygamber memur edilmiştir. Bu iki kurtarıcı zâtın senenin bir gününde 6 Mayısta birleştikleri hakkında bir menkabe vardır. Bu birleşme günü dilimize Hıdrellez olarak geçmiştir. Hıristiyanların ve Yahudilerin itikadları da bu merkezdedir. Halk an’anesine göre, dara düşenlerin yardımcısı olmak gibi kudsî bir kuvvete sahip olan Hızır’ın elleri beyaz ve yumuşak ve sağ elinin baş parmağı kemiksiz olup beyaz elbiseleri ile dolaşır ve çok defa fakir derviş kıyafetinde görünürmüş. Bu kılıkta görünen dervişe iyi muamele edildiği takdirde Âdemoğlunun bütün muradı hâsıl olurmuş. Hızır’ın âb-ı hayattan içtiği için ölmezliği, zaman zaman dünyayı dolaştığı ve insanlarla münasebette bulunduğuna dair olan inanç yalnız o günlerde değil, bugün dahi devam etmektedir. Hıdrellezi seyir, seyran bayramı yapan da bu inançtır. Hıdrellez dendi mi akan sular durur, İstanbul’un cümlesi soluğu kırlarda bayırda, çayırlarda alırdı.Kadın, erkek, çoluk, çocuk, zengin, fakir, genç, ihtiyar ayırımı olmaksızın ille de kuzu çevrilir, bayram edilirdi. Parası olan için sorun olmayan bu bayram, kesesi dar olan için de gam değildi. İlla ki; kıyıda, köşede sandık dibinde, bedestende okutulacak bir ziynet bulunurdu. O da bulunmaz ise, gene sorun değildi, “nasıl olsa önümüz yaz, kışa da Allah kerim” diye, damdaki kiremitler okutulurdu. Mahallede kimin evininin bahçesinde gül fidanı varsa bir gün evvelden orası belirlenir, akşam ezanları okunmadan toprak bir çömlekle gülün dibine varılırdı. Su ile dolu olan çömleğe, iştirak edenler kendine ait bir şey atar ve dilek tutarlardı. Tesbih imamesinden yüzüğe, küpeden düğmeye, çengelli iğneden meteliğe kadar ne varsa atmak serbest. Yeter ki karışıklık olmasın. Herkes atınca çömleğin ağzı bir yemeni ile örtülür ve kırmızı kurdelâ ile bağlanıp, bir tarafına koca bir kilit takılıp kitlenir, üstüne bir ayna da konup gül fidanının dibine bırakılır.
Ertesi sabah, falımda ne çıkacak heyecanı ile yataktan fırlayan herkes, yüzünü yıkamadan, ağzına iki lokma atmadan çömleğin başına doluşurlar. Bu doluşma bazen onbeş-yirmi, bazen otuz-kırk kişi olur. Hiç evlenmemiş bir kız seçilir. Bu kızcağız kısmeti çıkmamış yani epeyce yaşını almış da hâlâ başından evlilik geçmemiş kısmından ise biçilmiş kaftandır. Tazemiz süslenir, püslenir, saçı başı yapılır, giyinir, takar takıştırır, çömleğin başına bir eda, bir naz oturur. Hâzırun etrafına toplanır, bir hanım itina ile çömleği tazenin başının üstüne kadar kaldırır, “bahtının ve kısmetinin yakında böyle açılması niyetine!”der, kilidi çevirir, çömleğin ağzındaki kırmızı kurdelâ ile yemeniyi kızın yüzüne örter, aynayı da eline verir.
Ne beyitler, ne manilerle artık tazenin işi yoksa elini çömleğe daldırsın, arka arkaya çeksin dursun. Meselâ 70 lik büyük hanımın bahtı:

Bahçelerde gül müsün?
Gül değil, sümbül müsün?
Dillerin yaktı beni,
Kafeste bülbül müsün?

Ağa babanınki:

Denizin dibi derin,
Yeşil seccade serin,
Erenler, evliyalar,
Yarimi bana verin.

Arap bacının ki:

Sabunum kaldı tasta,
Günden güne oldum hasta,
Hekim, hoca kâr etmez
Beni götürün dosta!

Diye niyet çekme, kısmet açma ,işi de bitince alelacele giyinip kuşanılır, yemek sepetleri yüklenir, Beykoz, Sultaniye, Çubuklu, Göksu, Çamlıca, Koruluk, Haydarpaşa, Fener ama illâki en gözde mekân Kağıthâne ve Eyüp Sultan’dır, denir yola revân olunurdu.
Neden Eyüp Sultan en gözde seyir seyran mekânı olmasın ki; Pâdişâh ilkbahar mevsiminin başlaması ile Çağlayan Sarayına tüm hanedânı toplayıp göç eylemiş bile. Hatta sığmayan saray efradı için çevreye muhteşem çadırlar kurulmuş.Dere ve çağlayanın kenarlarında rengârenk ipek feraceleri ile hanımlar gezinmekte, Haliç’in sularına eğilmiş ağaçların gölgeliklerinden etrafa dalga dalga musikî yayılmakta. Saray hanedân ve ricâline,

Bir nîm neş’e say bu cihânın bahârını
Bir sagar-ı keşîdeye tut lâlezarını
Bir dem mi var ki âh ederek anmaya gönül
Ey serv-kad seninle geçen rüzigârını…. diye

Nedim’in gazeli ile seslenirken hânende ve sâzendeler; kiremitlerini okutup, sandık diplerini karıştıranların tarafından gelen şarkılar farklı olurdu.

Sürü sürü cezveler kaynasın
Rabiyemin göbeği oynasın
Yarın da çarşıya varayım
Rabiyeme bir hotoz alayım
Rabiyem gitme pazara
Uğratırlar nazara………………

İşte Haliç ve Eyüp Sultan böyleydi. Şimdi ki gibi Eyüp çarşısı o zamanlarda kebabçılarla dolu idi. İdi de; tadı şimdikiler gibimiydi onu bilemem. Şarkıdan, türküden, eğlenceden ara verilip, kebab ve Alibeyköyü’nün halis kaymağından yemek için çarşıya inildiğinde, Hz. Halid’in türbesi ziyaret edilir, dilekler tutulur, adaklar adanırdı. Dileklerinin yerine gelmesini yatırın kerâmetine bağlayan halk, ruhâni bir görevi yerine getirircesine niyet kuyusuna da uğrardı. Her ne niyet için bakılırsa görünür diye şöhret olunan bu kuyunun başına gelenler; kısmeti kapalı kızlar, yolcusu olanlar, kaybı olan veya yıldızı düşük hanımlar olurdu. Kuyu başında, taş bilezik üstündeki oyuklardan birine gönüllerinden kopan akçeyi bırakırlar, kuyunun başını tutmuş bacı kadının yol göstermesi ile kuyunun içine bakarlar, bacı “Bak bak kızım, sarı bıyıklı bir adam geçiyor, işte geçti!” gibi falcı kadınlara mahsus ve bakanın işine gelecek sözler söyler, umutlarını bir niyet kuyusuna bağlayan kızımız ayrıldıktan sonrada oyuk içindeki parayı cebine atardı.
O günlerden bugüne değişen fazla bir şey yok. Sadece kırların, çayırların yerlerinde binalar rezilliği, seyran edelim diye oturmak için kafe ve çay bahçeleri var. Çarşımızda ise her ne kadar minyatür, tezhip, hat sanatı eserleri satılsa da uzak doğu malları ağırlıkta. Namaz başörtüleri Pakistan ve Hindistan’dan, ezan okuyan saatler Kore’den. Değişmeyenler başka ne derseniz; dilenciler, kabristanlıktaki vaiz ve hoca taslakları ile bekçiler.
O zamanlarda, bugünkü gibi Eyüp Sultanın en önemli özelliği mezarlıkları idi. Ömrünü ibâdetle geçiren ve etrafına yaptıkları iyilikler ile tanınan kişiler buraya gömülmek Hz. Halid’e komşu olmak isterlerdi.
Eyüp’ün geniş mezarlığında “Lahid” denilen etrafı taşlarla örülmüş, caminin vakfı olan mezarlar vardır. Bu mezarları satın alarak gömülen ölüler, orada belli bir süre yattıktan sonra, lâhidler açılır, içindeki kemikler bir yana çekilir, ortaya başka bir ölü gömülürdü. Bunun için de uzun uzun pazarlıklar yapılırdı. Hatta; zamanında mezarlık ziyareti yapan Ziya Şakir Bey’in yanına bir bekçi yaklaşır.
- Merhaba efendi. Bir yer mi istiyorsun? Şurada bir mezar hazırladım., pek ruhâniyetli bir yerdir, hem de ucuz.
- Ne kadar?
- Kırk lira.
- Çok.
- Çok mu? Bu mezarda Evliyâullahtan, Şeyh Sâdun Hazretleri yatardı. Böyle mübârek bir kabirde yatmak için kırk lira çok görülür mü? Onun yüzüsuyu hörmetine bu mübârek kâbirde yatanların sualleri de âsân olur.
- Nasıl sual?
- Sen de pek cahil bir kimseye benzemiyorsun. Galiba ahret işleriyle alâkan yok. İnsan ölüp de kabire girdikten sonra, sual melekleri gelmezler mi?
- Gelirler.
- Rabbin kim, diye sual etmezler mi?
- Ederler
- İşte, ben de ondan bahsetmek istiyorum. Mâlum ya, bu sual meleklerine derhal cevap vermek lâzımdır. Cevap uzadıkça ölünün azabı da çoğalır.
- E…, başka kabirlerde güç cevap verilen bu sualler, senin gösterdiğin şu kabirde niçin kolaylaşıyor.
- Burada, Allah’ın sevgili kullarından bir evliyâ yatmıştır da onun için, burası işte böyle kerâmetli bir yerdir. Eğer istersen sana burayı otuzbeş liraya da verebilirim.
Eyüp mezarlığı sadece bir kabristan değil, işini bilenler için kazanç yeri ve âdeta bir müzedir. Bugün tekrar gidin, kabristanlığın içinde biraz dolaşın, yıllar öncesinin bekçisini bulacağınızdan eminim. Yerinde olmayan eski taşları da merak etmeyin onu biraz konuşturun yeter. Sonradan görmelerimizin köşklerinin bahçelerinde çeşme aynası görevi yaptıklarını öğreneceksiniz.


www.ufukotesi.com - 05 / 2004  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.