Tarih Bilinci

 

Rasim Giresunlu  

Fişlemek, Fişlenmek


Mart ayı boyunca kartelci, Tayyipci ve de yiyici medya, bol bol fiş muhabbeti yaptı...Ne fişiydi bu? Birisinin pirize takıp unuttuğu ütünün kızgın fişi miydi? Yoksa KDV fişi miydi? Belki de bu ülkede bazı şeyler, tam anlamıyla ma-fişti de, bu malum adamlar, fiş fiş diye, ötüp duruyorlardı...Bu fiş elle tutulur, gözle görülür ve de yenilir içilir türden bir şey miydi? Anladığımıza göre, birilerinin bağırtısı o kadar sesli geliyordu ki, öyleyse bu fiş, başka bir fişti... Bu fişin içinde, başka bir iş vardı...Neydi bu iş? Tek kelimeyle: Korku!....

Korku, sadece akıllı olan canlılara mahsus bir şey değildir? İtler, sırtlanlar, çakallar, tilkiler, eşekler ve pek çok mahlukat, elbette korkunun içgüdüsüne sahiptir...Sadece dürüstler değil, bildiğimiz, duyduğumuz ve de gördüğümüz ya da görebileceğimiz hayinler de korkar...Gerçi korkunun ecele faydası yok derler!.. Fakat korkuya dayanan bağırtının, çığırtının, feryadı figanın ve de yazıların gücü, etkili bir kuvvet olmalıydı ki, birileri batıya doğru, ha bire bağırıyordu. Hem de ne bağrış!..Bütün Avrupa ve Amerika, duysun istercesine ve onlardan medet umarcasına...
Peki, ne olmuştu? Evet birileri birilerini fişliyorlarmış, birilerinde feryadı figan...Bu, neyin feryadı figanı? Korkunun mu? Neden korkuyorsun ki? Her gün mozayık mozayık diye ötenlerden değil miydin? Al, tepe tepe kullan! İşte mozayık karşında....Mozayık malumunuz olduğu üzere, bir görüntüyü tanımlayabilir/gösterebilir...
Fakat bil! O mozayıkler, tek tek değişik renkteki taşların yapıştırılmasıyla oluşur...Tek tek ele almazsan, değerlendirmezsen görüntünün anlamı da farklı olur....Eeee... Mozayık isteyenlere birileri de çoğunluk adına, şu parlak ve de yuvarlak olan mozayık taşlarını da, bir parça şu tarafa ayıralım diyebilir...O azınlıktaki taşlar için, bazı çoğunluktakiler, nasıl şişmiş, irileşmiş, semirmiş diye soru sorabilir? Üstelik, bu semirme ve şişme de, aynı ekolün ve aynı kafanın ürünü olan taşların bir araya gelmeleri, toplanmaları, kaderin bir cilvesi mi ya da tesadüfün böylesi, olabilir mi demek isteyebilir?..Belki de bu semirmiş, parlak ve de yuvarlak taşlar için birileri, örgütlü etnik mafyaların, tarihsel doğal uzantıları olan Anglo-Sakson-Yahudi ittifakı güçlerinin döküntüleri olduğu konusunu dahi, gündeme sokabilir.
Acaba o nedenle mi, bazılarını bir korku aldı? Ve onlar avazları çıktığı kadar, gerileri yırtılırcasına bağırıp duruyorlar... O malum mozayıkçı şahıslar, bu türlü çalışmaların yapılmasından son derece rahatsızlar. Onlar acaba, sürekli mozayık derken, Türklüğü yok etmeye çalışırken, şimdi niçin şişmiş ve de palazlanıp semirmiş ve gündeme lop diye oturmuş ya da oturtulmuş olan mozayıkların birebir şekilde özlerine inilmesini istemiyorlar?
Bazıları da diyor ki, hırsızlar, namussuzlar ve bunlarla doğal müttefiklik kuranların, beslenme sömürü ve ülkeyi talan ve perişan etme gerçeği ya da başka bir deyişle o malum karanlık yüzleri mi ortaya çıkacaktır? Mozayıkçılar, yakın zamanlarda, siyah-beyaz Türkler diye bir şeyler uydurdular... Bu şahıslar aslında siyahların kendileri olduğu fikrini yaymaya çalıştılar...Bu fikir yaymadaki amaç, ezilmiş ve de sömürülmüş olarak görünmekti ...Aynı Amerika’daki zenci-beyaz ilişkisinde olduğu gibi...Aslında ülkemizde bir siyahlık vardı; fakat bu siyahlık masumiyetin değil de, pisliğin, aşağılık olmanın ve de ihanetin siyahlığı idi...Onlar, bu durumu çok iyi bildikleri için korkuyorlardı...Biz hep ak-Türk’tük....Yoksa, Türk olmayıp ta uyduruk sözlerle gözlerimizi bağlayıp, laf salatasıyla kulaklarımızı dağlayıp, 1982 anayasası hükmünce, zorunlu ya da kamufle olan bir şekilde yasa Türk’ü olanların, kara yüzü mü açığa çıkacaktı? Biz ak-Türk’üz; ama bu ülkede zenginliğe hiçbir zaman ulaşamadık...Boğazlarda, yalılarda, hiltonlarda vb. yerlerde bulunamadık. O sahtekar mozayıkçılar gibi, bir elimiz yağda bir elimiz balda olamadık...Bizim bir kapımız Avrupa ya da Amerika yapılmadı ve altımızda lüks araçlar da hiç bulunmadı. Ama biz, ak mı ak Türküz, kendileri siyah veya zifiri kara Türk’müdür, türkücü müdür, nedir, orasını bilemem?
Bizim falanca kartel ya da başka bir tel ile bağlantımız da, hiç olmadı...Ne Reha Muhtar, ne Ali Kırca, ne Uğur Dündar, ne Mehmet Altan, ne Mehmet Barlas, ne de Mehmet Ali Birant kadar malımız mülkümüz, ne de imkanımızda bu ülkede bulunmadı...Ama yüreğimiz var ve de uçsuz, bucaksız... Ayrıca, cüzdanımızı doldurmaya dayanan demogojik söylemimiz de yok...
Ey tatlı-su yiğitleri ile halkımın üzerinde ve içimizde elma kurtçuğu olarak bulunan parazitler!..Niye korkuyorsunuz? Yoksa kaçırdığınız, aldığınız, çırptığınız ve de birilerine peşkeş çektiğiniz ya da açıkta bir şeyiniz mi var? Derler ya!..Bu ülkeyi, bu toprağı, bu vatanı, eskiden el altından satanlar vardı... Şimdi ise, bazılarında ne yüz kaldı ne de astar!..O nedenle, el üstünde ve de gün ışığında, her şeyi ve bütün milli değerleri satanların; cirit, disk, gülle ve de palavra ya da yalan için, ne bulursa atanların ülkesinde değil miyiz?..Bunlar sanki bilinmiyor mu? Bunları sağır sultanın dışında, Balkanlar, Kıbrıs ve Irak’taki Türkler de duydu ve de çok iyi biliyorlar...Bu olumsuzlukları öğrenme sırasında, Kafkas Türkleri ile İdil-Ural ve Orta Asya Türkleri de var...Aslında fişlemeye ne hacet... Alın medyanın yazılısından numuneler ya da görselinden... İzleyin bazı reyting purogramlarını ve de görün hayinlarin yüzlerini... Her şey o kadar açık ve seçik ki, fişe ya da pirize gerek yok... Alan belli, satan belli... Eğer, amaç bu olumsuz şahıslara gözdağı vermekse, ona öyle demezler, peynir ekmek yemezler hikayesine, yarım ya da yalan yanlış değil, tam anlamıyla dalınmalı...
Biz, 2002 Kasımında, şöyle bir yazı yazmıştık ve o yazımızın bir kısmında aşağıdaki ifadeleri kullanmıştık: “Türkiye’de Azınlık Ve Azlık Olmanın Bereketi (!)” Bu yazı içinde “İnsan Mühendisliği!..” diye bir bölüm açmıştık:
“Türkiye’de eksik aksak hususlardan birisi de, hiç şüphe yok ki, insanların kimliklerinin üzerine bilimsel metodun oturtulamamış olmasıdır...Bu anlamdaki, kökene dayalı insan mühendisliği, devlete dönük bir yaklaşımın ürünü olarak geliştirilmediğinden, farklı maskeler ya da kalkanlar arkasına geçen insanlar, Türklüğe her türlü çamuru atmak için, adeta köşelerinde birbirleriyle yarışmaktadırlar...Hatta bu yarış, o kadar gelişmiştir ki, yarışanlar arasında bulunanlardan bazıları, kendilerini millilik kisvesi altında dahi gösterip ve tüm hedefleri de saptırarak, olumsuz hareketlerin ekmeğine yağ sürmüşlerdir/sürmektedirler. (Ör.Tekinalp, Halide Edip, Bekir Berk vs.)Oysa Türkiye’de, insanların kimliğine dönük insan mühendisliği geliştirmeyenler; insanların gelişi güzel fişlenmesine, pek ala zemin hazırlayıp, zaman bulabiliyorlar...Bu zemin ve zamanı bulanlar, bir avuç etnikçi ya da ekonomik çıkara dayanan azınlık zümrelerinin aralarındaki ilişkilerinin bağlantılarını ve bu bağlantılardaki kontakları, nedense görmezden geliyorlar!..Bu görmezden gelme olayında, belki de parmaklarına bulaştırılan balların etkisi de olsa gerekir!...Görünen tablo, oldukça vahimdir. Balın kaynağı bu millet, bu milletin elinden kaynakları alınıyor; alınan bu kaynakların özü, o örgütlenmiş bir avuç azınlık ile azınlık yağdanlıklarına su gibi akıtılıyor...Bu akıtılma da dolarlar, faizler, devalüasyonlar, enflasyonlar, fonlar, hisse senetleri, diğer kağıtlar ve bankalar ne güzel aracı yapılıyorlar...Tıpkı, arıdan balını alan üretici ve o üreticinin malını gerçekten peşkeş çeken komisyoncunun hikayesi gibi...Zavallı insan arılar (!) işçisi, erkeği ve diğerleriyle kaderleri hep çalışmak; bu çalışmak, sadece yaşayabilmek ve neslini sürdürmek adına....İşte gençler! Tablo açık ve net... Takdir ve değerlendirme sizlerin; ya bal arıları gibi olup, eşek arılarının sürekli talanına uğramak ya da ayağa kalkıp gerçeği yerinde görmek...”
Evet biz bu yazıyı yazalı, bir buçuk yıl olmuş ve şimdilerde, basındaki haberlere göre, askerler fişleme yapıyormuş...Devlet, elbette sıtrarejik konumu ve ulusal yapısı itibariyle yurttaşına her anlamda sahip çıkmalıydı... Bu sahip çıkma, bir anne ve babanın evladına sahip çıkması şeklinde olmalıydı. Bu ülkenin çoğunluğunu oluşturan Türk milletine, Atatürk’ün ölümünden bu yana, kimse doğru dürüst sahip çıkmamıştır. Üstelik sahip çıkma iddiasında bulunanlar da, kötü yüreği olan üvey anne-babalar olarak ortada dolaşmışlar ve hısım-akrabalarının zenginliklerine zenginlik katmışlardır...
Gidin ABD’ye bakın, fişlenme nasıl olurmuş görün... Ten renginizden, göz renginize kadar kayıtları kuyutları inceleyin/inceletin...Ne zencisinin çıtı çıkar, ne Hintlisinin, ne İspanyolunun, ne Çinlisinin, ne de bunların soyundan ve suyundan gelenlerin...Türk milletine yönlendirenler, genel olarak bunun farkında değildir. Hatta işin farkında olmayanlar, belki de Nazım Hikmet’in dizelerinde Gülhane Parkında olduğu söylenen ceviz ağacını dahi, hiç ama hiç görmemişlerdir ki, bunların üç kağıdını görmüş olsunlar...
Fakat biz, yine de acaba diyoruz! Niçin? Çünkü istihbarat geliyorum diyen, bir ihtilal midir ki böyle, teneke, davul çalarak ya da çaldırılarak yapılsın? İstihbaratın böylesi ise, bize biraz danışıklı dövüş gibi geldi. Acaba bu çeşit istihbarat faaliyetini yapanlar, kasıtlı olarak mı yapmakta yoksa amatörlüğün hazzını mı yaşamak istemekteler?..Oysa bazı şeylerde amatörlüğün olmaması gereklidir: Örneğin cerrahların, pilotların, silahşörlerin ve de istihbaratçıların... Yoksa faaliyetlerinin sonu, sürekli hüsran olur...
Düşünüyoruz, acaba birileri, Anglo-Sakson-Yahudi ittifak güçlerinin düşünsel süzgecinden geçirilip, ortama salınarak, Türk Silahlı Kuvvetlerine ters bir künde mi atmak istiyor? O nedenle mi, TSK’nın yıpranması için çalışılıyor? Ya da TSK’nın, son kalesi olan Türk milletinin bağrında, mahkum olması mı isteniyor? Bu duruma alet olan TSK mensupları mı var? TSK, acemi bir fiş muhabbeti ile kartelci medyanın infazcı terörüne kurban edilip milletin gözünden mi düşürülmek isteniyor? Türk Silahlı Kuvvetlerinde böyle bir girişim için pilan varsa, bunun uygulaması, niçin böylesine amatörcesine yapılıyor? Bu çeşit faaliyetleri, Amerikalılar, ya da İngilizler mülki idareler kanalıyla, herkese sorarak mı yapıyorlar? Bunu anlayabilmek için biraz değil, çok ama çok saf olmak lazım...Bu durumdaki acemiliği, legal anlamda basit bir politika bilgisine sahip olan herkes dahi algılar...
Sonra TSK, etnik küme açısından ya da ABD ve AB ile ilişkiler konusunda, kendi içersindeki istihbarata yönelik sorununu çözebilmiş midir? Mesela orijini hakkında farklı şeyler söylenen Kenan Evren, Doğan Güreş ve Çevik Bir gibiler, bulundukları makamlara kadar nasıl ve ne şekilde çıkabilmişlerdir? Ayrıca, Aydın Doğan, Dinç Bilgin ve benzerleri gibilerin yanında ve çevresinde bulunan, üst düzeye mensup emekli subaylar var mıdır? Eğer varsa, bu şahıslar, nasıl kartelci medyanın anti-Türklük kokan yayınlarına tahammül edebiliyorlar? Bu durumda TSK, bu emekli subaylar hakkında da fişleme işine girişmiş midir? Ya da bu çeşit emeklilerini, hangi tür bir bilgi işlemine tabi tutmaktadır? Her halde önce buradan başlamalıdırlar, değil mi? Yoksa gerisi biraz masal, biraz hikaye, biraz lafu güzaf ve de boşa kürek sallamak olmaz mı?
Fakat tüm bu fişleme gürültüsü içersinde durumundan endişe duyanlardan birisi de Türkiye’nin en zenginlerinden olan bay İshak Alaton’dur. Bu bay Alaton ‘Salkım Hanım’ın Taneleri’ adlı, tarihimizi çarpıtmış olan bir film gündeme geldiğinde, o filmin oluşumuna destek olmak için, hiç mi hiç endişe duymuyordu...Şimdi neden duyuyor?..Yirmi altın bin kişilik bir azınlık gurubunun, mensubu olmasından mı? Yoksa yetmiş milyonluk Türkiye’de on milyonlarca Türk’ün sahip olamadığı kaynakların, elinden uçup-kaçacağını sandığından mıdır? O nedenle mi, sola göz kırpıp duruyor?!.. O nedenle mi, yazar, Hayrullah Mahmud: “Mevsim bahardı...
İshak Alaton’la Boğaz manzaralı odasında laflıyorduk...
Türk solunun, neden Batılı anlamda sol olmadığını anlatıyordu.
Gelişmelerden ‘umutsuz’ değil ama ‘mutsuz’ du,” diyor...


www.ufukotesi.com - 04 / 2004  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.