Aykırı Bakış

 

Dr. Yusuf Gedikli  

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’e Açık Mektup


Sayın Başkanım! Bu yazıyı yazmak için 5 Nisan 2004 günü toplanan MGK’nın sonuç bildirisini bekledik. Son umudumuz ve güvenimiz orduya, yani size idi. Ancak kuruldan çıka çıka “biz anlaşmanın menfi yönlerini söyledik, siyasi sorumluluk hükümetindir” mealinde bir bildiri çıktı. Bununla da bütün umudumuz, güvenimiz tuzla buz oldu. Artık hiç bir şeye güvenemiyoruz. Biliyoruz, MGK kararları tavsiye niteliğindedir. Ancak gönül ister ki irtica konusundaki tavsiyeler ne kadar takip ediliyorsa, Kıbrıs mevzuunda da meselenin peşi öyle takip edilsin. Ama öyle olacağı maalesef şüpheli, çok şüphelidir.

Sayın Başkanım! Kıbrıs meselesi, dünya tarihindeki meseleler içerisinde en çok hapax legomenon barındıran bir meseledir. Hapax legomenon’ların ilki 1974’te haklı, meşru, kanuni bir harekât yapan ve yeni bir fiili durum oluşturan Türkiye Cumhuriyeti’nin, meseleyi 30 yıl süreyle hukuki planda halledememesi olmuştur. Sayın Başkanım!
Dünyadaki milletler bazı özelliklerine göre çeşitli sınıflara ayrılır. Ünlü tarihçi Toynbee, işçi milletlerin olduğunu söyler. İngiliz, Alman, Fransız, Yahudi milletleri ve Amerikan toplumu entelektüel millet ve halklardır. Ermeniler, Rumlar, Yahudiler tüccar millettir. Çinliler, Yunanlılar, İngilizler diplomatik millettir. İspanyollar Endülüs, Aztek, İnka, Maya medeniyetlerini yıkan ve medeniyete hiçbir katkısı olmayan lümpen bir millettir. Böyle bir sınıflamaya göre Türk milleti savaşçı bir millettir.
Savaşçılık bu gün para etmediğine göre Türk milleti yukarıdaki sınıflamalardan işçi millet tasnifine girmektedir. Özetle Türk milleti henüz entelektüel, tüccar ve diplomatik bir millet olamamıştır. Zaten devletimiz de bunun için bir gayret sarf etmemiştir. Çünkü bizim devletimiz daha fazla bilen bir milletten korkar. Ancak Türk devleti de entelektüel bir devlet olmadığını, olamadığını, Türkiye Cumhuriyeti’ni idare eden yüzlerce, binlerce üst dereceli, üst makamlarda oturan asker-sivil teknisyen ve bürokratının, Kıbrıs meselesi hakkında günümüze dek bir çözüm üretememesiyle göstermiştir (Dolayısıyla ordu ve SAREM de Kıbrıs hakkında doğru bir politika geliştirememiştir).
Bu doğal bir sonuçtur. Çünkü Türkler millet olarak da düşünmeyi sevmez ve Rodin’in Düşünen Adam’ını en işlek meydana değil, “düşünürseniz akıl hastası olursunuz” diyerek Bakırköy akıl hastanesinin bahçesine diker. Kısaca şu ana dek bir çözüm üretememiş isek, bu entelektüel geri kalmışlığımızdandır.

Sayın Başkanım!
1991’in 9 Aralığında Sovyetlerin dağılmasıyla soğuk savaş sona ermiş, ertesi gün baba Bush “şimdi meselemiz Kıbrısı çözmektir” demişti. Kıbrıs meselesinin ikinci bir hapax legomenon’u da budur. Türkler, Kıbrıs harekâtıyla Avrupa veya Batı karşısında 1699 senesinden beri ilk defa toprak kazanıyorlardı. AB ve ABD, yani batı ise bunu bir türlü hazmedemiyordu ve halen de öyledir. Özetle Kıbrıs, bir hilal-haç, bir Müslüman-hıristiyan, bir Türk-Batı (AB ve ABD) davasıdır veya kavgasıdır.
Anlayan için baba Bush’un beyanatı çok şey ifade ediyordu. 1992’de Yugoslavya ve 1993’te Çekoslovakya federasyonlarının dağılmasından sonra dünya yeni bir sürece girmişti ve biz bunu fark etmiştik. Ama Türkiye Cumhuriyeti devleti hâlâ fark edememişti. Biz 1997’de durumu görerek iki rapor kaleme almış, Başkanlığınıza ve Dışişleri Bakanlığımıza göndermiştik. Başkanlığınızdaki ilgili dairede yüz yüze görüşmelerimiz olmuştu ve bize teşekkür edilmişti (1997’nin gelen evrak defterine bakıldığında görülecektir). Aynı raporları gönderdiğimiz Dışişleri Bakanlığından ise yazılı bir teşekkür almıştık (Bu iki raporu 2002’de Kıbrıs Meselesi: Nasıl Bir Çözüm isimli kitabımızda yayımladık).
Raporumuzun ilkinde Kıbrıs’la ilgili ana bilgiler verildikten sonra sorunun hukuki olarak halledilmesi gerektiği, Kıbrıs’taki bağımsız devleti dünyaya tanıtmak için bir referandum yapılmasının uygun olacağı ve halk oylamasına dayalı bir sonucun dünyaca kabulünün kolay olacağını söylemiştik. O zaman yapılacak bir referandum şüphesiz ki bağımsızlık lehinde olacaktı. Birinci raporu yazdığımız zaman Kıbrıs Rum yönetiminin AB’ye alınma kararı henüz verilmemişti ve tabiatiyle AB, ABD ve BM, Kıbrıs Türklerini her türlü vasıtaya baş vurarak kazanmaya çalışmıyordu.
İkinci raporumuzu Başkanlığınızda ilgili ve yetkililerle görüştükten sonra başkanlığınızın Kıbrıs politikasını öğrenmemiz üzerine kaleme almıştık. Politikanız Kıbrıs’ta iki bölgeli, federatif ve silahsızlandırılmış bir Kıbrıs devletine dayanıyordu. Fikrinize göre böyle bir devlet her hangi bir savaş vukuunda Türkiye’yi güney bölgesinde mühim bir silahlı kuvvet ayırma sakıncasından kurtaracaktı.
Bu politika prima facie doğru görünüyordu. Ancak enine, boyuna, derinlemesine düşünüldüğünde bunun doğru olamayacağını, Rum-Yunan sosyal psikolojisini, tarihi ve çağımızın teknolojisini bilen birisi olarak raporumuzda izah ettik. Böyle askersiz ve silahsız bir devlet kurulsa bile, bugünkü teknolojiyle Güney Kıbrıs’ta silah depo etmek, asker çıkarmak hiç zor değildi. Her iki raporumuzu 1-2 aralık 1997 tarihinde Harp Akademilerindeki Kıbrıs Sempozyumunda özet tebliğ olarak da sunduk (Akademinin tebliğleri bastığı Kıbrıs Sempozyumu isimli kitapta mevcuttur).
Her iki raporumuzu bir gazetede 1992’den itibaren Kıbrıs’ta Türk tezlerinin aleyhinde yazı yazan üç yazara da göndermiştik ve bu üç şahıs bir kaç ay Kıbrıs hususunda bir tane bile yazı kaleme almamışlardı (1998 yılının ilk altı ayına bakılabilir. Bilahare tekrar yazmaya başlamışlardır).
Demek ki biz bir fert olarak Türkiye Cumhuriyeti devletinden daha ileri görüşlü idik.

Sayın Başkanım!
1997 Temmuz ortalarında AB’nin Kıbrıs Rum kesimini birliğe alma kararından sonra Kıbrıs ve Türkiye AB, ABD ve BM tarafından yoğun bir propaganda bombardımanına maruz kaldı. Aydınlar, yazılı, sözlü ve görüntülü basın yayın organları, siyasi partiler, iş adamlarının teşkilatları, sendikalar, dernekler ve sair sivil toplum örgütleri Kıbrıs’ta karşı tarafın tezlerini yüksek sesle savunmaya başladılar. Zemin, Türkiye ve KKTC devletlerinin altından kayıyordu. Ama “kim ne yaparsa yapsın, kim ne düşünürse düşünsün, ben bildiğimi yaparım ben asker, polis ve memurumla istediğimi yaparım” diyen her iki devlet, durumdan hiç rahatsız (!) görünmüyordu. Ana devlet, haliyle anasına benzeyen yavru devlet de vaziyetin vehametinin farkında değildi.

Sayın Başkanım!
Siz durumun farkına ancak 11 kasım 2002’de Annan Planının açıklanmasından sonra vardınız. Buna rağmen 2003 ocağının ikinci haftasına kadar bir açıklama yapmadınız ve bizim kafamızda soru işaretlerine yol açtınız. Bir müddet sonra “Kıbrıs giderse, Türkiye Anadolu’ya hapsedilir” mealinde beyanat verdiniz. Ama yeteri kadar, en azından bizim kafamızda yeteri kadar Kıbrıs hakkında duruma müdahil ve etkili olmadınız ve 13 Şubat 2004’ten sonraki siyasetinizle Kıbrısın elden gitmesine ve Türk’ün Anadolu’ya hapsedilmesine ses çıkarmadınız.

Sayın Başkanım!
Kıbrıs meselesi 13 şubat günü New York’ta varılan uyuşmayla üçüncü bir hapax legomenon özelliği kazanmıştır.
13 Şubat 2004’te New York’ta “önce ikili, sonra dörtlü görüşme yapılması, bir anlaşmaya varılamadığı takdirde bütün inisiyatifin BM genel sekreterine bırakılması ve o ne yazarsa kabul edilmesi” şeklinde bir uyuşmaya varılmıştır. Bir şeyi baştan, peşinen kabul ederseniz, Latin şairi Publilius Syrus’un dediği gibi Bis dat qui cito dak vaziyetine düşmez miyiz? Dünya tarihinde şu ana dek bir veya iki halkın kaderi hiç bir zaman, iki taraf bir anlaşmaya varmadan, peşinen, üçüncü ve tarafsız olmayan bir kişiye yazdırılan metinle belirlenmemiştir.
İsviçre’de varılamayan anlaşmada sizin temsilciniz olan tuğamiralin de Türkiye temsilcileriyle aynı görüşü paylaştığı bizzat başbakan tarafından açıklanmıştır. Daha önce New York’taki anlaşmada sizin ve sayın cumhurbaşkanının da onayı olduğu basında yazılmıştır.

Sayın Başkanım!
Çekoslovakya örneğini hiç düşündünüz mü acaba? Yugoslavya’yı bir yana bırakalım, Batının 15 milyonluk hıristiyan Çekoslovakya’ya tahammül edemediğini, onu hazmedemediğini ve ülkeyi ikiye bölerek sindirmeye çalıştığını hiç düşündünüz mü? Acaba AB, 71 milyonluk Türkiye’yi nasıl hazmedecek? Bunu da hiç düşündünüz mü acaba? Kıbrıs meselesinin bir hilal-haç kavgası olduğunu, bir müslüman -hıristiyan kavgası olduğunu, bir Türk-Avrupalı davası olduğunu hiç düşündünüz mi acaba?
Madem Batı Türkiye’yi alacak neden şöyle düşünmedi? “Kıbrıs’ta iki devlet olsa da fark etmez. Çünkü biz Türkiye’yi aldığımızda zaten bütün Kıbrıs AB’nin bayrağı altına girecek?”

Sayın Başkanım!
Verheugen’in “Rumlar anlaşmanın kendi menfaatlerine olduğunu anlamalı” sözü ne anlama geliyor acaba? (NTV, 1 nisan 2004, 19.30). Bu kadar da bile bile lades veya kör kör parmağım gözüne olur mu? Finlandiya’ya, Malta’ya verilen istisnai haklar neden bize verilmedi? Batı medeniyetinin mürşidi olan akılla, ilimle meseleye baktığımızda ne anlıyoruz, ayna bize ne gösteriyor? ABD ve İngiltere’nin Rumlara baskı yapmasının, o meşhur İngiliz diplomasisinin, Türkiye’nin yararına bir şey yapması mümkün mü? Hem madem ada askersizleştirilecek, neden İngiliz üsleri için ağırlığımızı koyup, İngilizlerden taviz almadık?

Sayın Başkanım!
Bu yazıyı yazmak için 5 Nisan 2004 günü toplanan MGK’nın sonuç bildirisini bekledik. Son umudumuz ve güvenimiz orduya, yani size idi. Ancak kuruldan çıka çıka “biz anlaşmanın menfi yönlerini söyledik, siyasi sorumluluk hükümetindir” mealinde bir bildiri çıktı. Bununla da bütün umudumuz, güvenimiz tuzla buz oldu. Artık hiç bir şeye güvenemiyoruz. Biliyoruz, MGK kararları tavsiye niteliğindedir. Ancak gönül ister ki irtica konusundaki tavsiyeler ne kadar takip ediliyorsa, Kıbrıs mevzuunda da meselenin peşi öyle takip edilsin. Ama öyle olacağı maalesef şüpheli, çok şüphelidir.
Şu anda artık Türkiyenin hiç bir kurumuna güvenemiyoruz. Sadece Rumların hayır demesine güveniyoruz. Burada şöyle bir soru sorulabilir ve en stratejik, çarpıcı, düşündürücü, şaşırtıcı soru da budur: “Rumlar anlaşmaya neden hayır diyor? Demek ki Türk tarafı yeteri kadar hak hukuk aldı da ondan.” Hakikatte Rum tarafının hayır demesinin sebepleri şunlardır (Önümüzdeki günlerde Rum-Yunan üst yönetiminde karşı çıkmalar sona erecek, hatta belki Rum halkı da Makyavelist yollar dahil, evete kazandırılabilecektir):
1. Rum sosyal psikolojisinden, Türk düşmanlığından, fanatizmden. Rumlar, Türklere verilen en ufak bir hakkı bile büyütüyor, pireyi deve yapıyor. 2. Zaten kayıp olan Kuzey Kıbrıs’ı anlaşmalara imza atarak hukuken de kaybetmek istemediklerinden. 3. Anlaşmalardaki hükümlere dayanarak günün birinde 1959 anlaşmalarında olduğu gibi Türkiye’nin müdahale edeceği korkusundan. 4. “Biz AB’ye giriyoruz, siz bize taviz verin; biz size niye taviz verelim” şeklinde düşünmelerinden.
Ancak üçüncü maddedeki husus, bundan sonra bir daha artık olamaz ve olamayacak. Evet olamayacak, ne yazık ki olamayacak! Çünkü Türkiye’nin böyle cumhurbaşkanlarıyla, böyle hükümetleriyle, böyle kamu oylarıyla, böyle silahlı kuvvetleriyle adaya bir daha müdahale etmesi mümkün ve muhtemel değildir.

Sayın Başkanım!
Annan Planı kabul edildiği takdirde iktisaden zayıf ve beşte bir nispetinde olan Türk nüfusunun serbest dolaşımın olduğu AB ülkelerinde çok kısa sürede eriyeceğini anlayamıyor musunuz? Bugün galip ve galipliği haklı bir temele dayanan bir devlet olarak gerekeni yapamayan, tarihte ilk defa galipliğinin hakkını alamayan bir devletin, yarın 500 milyonluk bir güç karşısında AB, ABD, BM karşısında hakkını alabileceğine sahiden inanıyor musunuz?
Resmi rakamlara göre sadece son bir yıl içerisinde Girne bölgesinde 1.000 (bin) gayri menkulün yabancılara satıldığı ve İngilizlerin Karpas’ta süratle yer aldığı bilgisi size verilmedi mi acaba? Bu gidişle kınadığımız ve horladığımız Arapların durumuna düşmeyecek miyiz ve yeni bir Filistin olayıyla karşı karşıya kalmayacak mıyız?
Rum ve Yunan üniversitelerinde iyi ki Türkoloji bölümleri yoktur. Fanatizmlerinden ötürü böyle bölümler açmamışlardır. Eğer açmış olsalardı, Dimitri Kitsikis’in Turgut Özal’ın biyografisini yazmak için Türkiye’de bulunduğunda söylediği şu sözü söyleyeceklerdi: “Türkiye içeriden, dışarıdaki kadar büyük ve kuvvetli görünmüyor.” Ve hemen anlaşmayı kabul edeceklerdi (Umarız Rumlar bu yazıyı okumaz).

Sayın Başkanım!
Hapax legomenon’ların dördüncüsü “cehlin bu kadar sehl” olmasıdır. Yani el hükm’ül galib ilkesi gereğince galibin mağluba istediği şartları dikte ettirememesi, aksine mağlup gibi bir anlaşmaya razı olmasıdır.
Tarihte yapılan binlerce anlaşmadan sadece çok az bir kısmı şu an için geçerli ve yürürlüktedir. Anlaşmaları yürürlükte tutan, taraflardan birinin, yani kuvvetlinin iradesidir. Türkiye ileride AB’den daha kuvvetli mi olacaktır ki, ana metinde Türkiye lehine verildiği söylenen haklarını koruyacaktır? Güya verilen hakların, dünyanın en hacimli anlaşması olan 9.000 sayfalık metinlerle geri alındığını bilmiyor musunuz? Güya verilen hakların diplomaside mevcut olan mutatis mutandis kuralına göre yarın ortadan kalkacağının farkında değil misiniz? Zaten anlaşmada bir çok maddenin bilahare gözden geçirileceği yazılmıyor mu? Anlaşma reddedildiğim takdirde ikinci bir referandumun yapılacağı haberleri de mi size bir şey ifade etmiyor? Yani Batı demek istiyor ki, 1699’dan sonra bizden aldığınız bu toprağı illa da sizden geri alacağız. Dolayısıyla Kıbrıs’ta yapılan federatif anlaşma ortadan kalkmayacak mı? Bundan ise başta hükümet olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün kurumları, bu arada siz de sorumlu olmayacak mısınız? Geçmişteki Rogers sözlerini, yani “asker sözlerini” hatırlamıyor musunuz?

Sayın Başkanım!
Kırk yıllık Yani, Kâni olmaz. AB bize hiç bir zaman dost olmaz ve olmayacak. Biz zaten batılı bir toplumuz. Sırf Avrupalı, batılı kimliği almak için, kadınlarımızın hepsinin başının açık olması için AB’nin etrafında pervane olmaya gerek yok. Bilindiği vechile pervaneler maşukunun etrafında, yani ışığın etrafında döner durur ve sonunda helak olur, yok olur. Bu gidişle bizim sonumuz da öyle görünüyor. Şu iki şeyi misal verelim: Bir devlet AB istedi diye valisine emir verip de Topal Osman’ın mezar taşındaki “Rum” kelimesini sildirir mi? İkincisi, yoğurt kelimesi sırf Türkçedir diye AB bunu değiştirmeye kalkmıyor mu?

Sayın Başkanım!
Türk ordusu ilk büyük yanlışını 18 şubat 1952’de girdiği NATO’ya her şeyini vererek yapmıştı. İkinci büyük yanlışını ise Kıbrıs politikasıyla işlemiştir. Bu ilk büyük yanlışımız, bütün silah fabrikalarımızı kapatmaktı (Böyle bir emri siviller verse bile, ordu karşı çıkmalıydı). Halbuki o devirde bizim özel sektörümüz bile uçak yapıyordu.
1967’ye gelince çıkarma gemimizin olmadığı fark ettik. 1974’te elektronik aksamımızın olmadığını fark ettik. 1981’de montaj şeklinde de olsa askerî uçak sanayimizin olmadığını fark ettik. Ancak tank tamirine ve modernleştirilmesine ihtiyacımız olduğunu fark edemedik. 2002’de Hasan ustanın bile tamir edebileceği katrilyonluk tank ihalesini 1948’de kurulan 56 yıllık ve 5 milyonluk İsrail devletine verdik. MÖ 209’da kurulan 2.213 yıllık Türk ordu ve devletini, 56 yıllık bir devlet ve ordu önünde zayıf ve küçük düşürdük. Türk devletinin en Amerikancı kurumu ordumuz oldu. Oysa Amerika’yı idare eden İsrail, 1950’lerde bizim gibi, yani şöyle düşünebilirdi: “ABD’yi ben idare ediyorum, ondan her türlü silahı alabilirim.” Böyle düşünebilir ve hiç bir silah geliştirmeye yönelmezdi. Ama öyle yapmadı. Bugün onun her türlü silahı var ve bizim yok.

Sayın Başkanım!
Devletimiz batılılıkla batıcılığı karıştırdı, baş örtüsü gibi lüzumsuz bir meseleyle uğraşıp güvenle beraber değer kaybetti! Ve sırf bu baş örtüsü yüzünden geçmişinde toprağından bir kum tanesinin verilmesine dahi razı olmayacak insanları bugün diz çöküp yalvarır tarzda AB taraflısı etti. Koskoca başbakan bile kamu alanı diye karısını makamına getiremiyor. Evet onlar sizin istediğiniz niyetlerle değil, daha kasti niyetlerle AB’ye girmek için diz çöküp yalvarıyor. Ama sonuç aynı, AB’ye girmek. Neticesi ne olursa olsun AB’ye girmek. Her ne pahasına olursa olsun AB’ye girmek. İsterse fena-fi’l Avrupa olalım. Türklük de mühim değil, devlet de mühim değil, Müslümanlık zaten hiç mühim değil.

Sayın Başkanım!
Henüz her şey bitmedi. 24 Nisan 2004’e kadar vaktimiz var. Bütün bu yazdıklarımızı göz önüne alarak Kıbrıs’ta politikanızı değiştirmenizi, yeni politikanızı “Kıbrıs’ta her türlü federatif çözüme hayır, tek çözüm bağımsızlığın devamıdır” ilkesine oturtmanızı istiyoruz.

Sayın Başkanım!
Bu açık mektupla doğal hakkımız olan demokratik hakkımızı kullandığımıza inanıyoruz. Birisinin bir şeyleri iyi niyetle kamu oyu önünde dile getirmesi gerekirdi. Karşı tarafın tezlerini savunanlar korkmuyor da bir Türk olarak bu satırları yazan şahıs niye korksun?
Bizim görüşümüze gelince, biz Ufuk Ötesi gazetesi olarak az evvel dediğimiz gibi “Kıbrıs’ta her türlü federatif çözüme hayır, tek çözüm bağımsızlığın devamıdır” diyoruz ve en doğru yolun bu olduğuna inanıyoruz. Aksi çözümler çatışmaları, huzursuzlukları, kan dökülmesini ve Allah korusun, belki de tedhişi beraberinde getirecektir (Kıbrıs’ta çözüm hususunda daha geniş bilgi Kıbrıs’ta En Uygun Çözüm Nedir? isimli kitabımızda vardır).

NOT: Hükümet hakkında bir şey yazmıyoruz. Hükümetin seçilmiş bir organ olmasından dolayı değil. Onun bu işi bilhassa bilerek ve isteyerek yaptığından, yani ona hiç güvenmediğimizden dolayı yazmıyoruz. Dolayısıyla TBMM Başkanını, Hükümet Başkanını ve Dışişleri Bakanını kendi vicdanlarına, toplumun vicdanına, tarihe ve Yüce Allah’a havale ediyoruz.
Dr. Yusuf Gedikli
Türkolog
KKTC’yi Tanıtma Komitesi Başkanı
Ufuk Ötesi Genel Yayın Yönetmeni
Bilgi için: Cumhurbaşkanlığı Makamına


www.ufukotesi.com - 04 / 2004  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.