Düşün/ce

 

Olcay Yazıcı  

Küreselleşmenin neresindeyiz?


Küreselleşme, ya da öteki adıyla globalleşme dünyayı kuşatan yeni bir kavram. Kimilerine göre kaçınılmaz bir gereklilik, kimilerine göre ise çağdaş sömürü düzeninin maskeli yüzü. Egemen gücün, kendi menfaatlerini, sanki bütün dünyanın menfaati imiş gibi takdim etmesi. Bu yönüyle, “küreselleşme, köleselleşmedir!” diyenler, onu “vahşi kapitalizmin yırtıcı yüzü” diye tanımlayanlar ve ülkelerin bağımsızlık ilkesiyle uyuşmadığını söyleyenler var. En endişelendirici boyutu ise, ulusal kimliğe ve özgün kültüre karşı çıkışı; kendi hükümranlığı için yerelliği yok etmeye çalışması.

Ne var ki, millî renklerin muhafaza edilmesi gereğinin yanında, dünyanın genel gidişine, değişim ve dönüşüm hareketlerine ilgisiz, “kapalı bir toplum” olarak yaşamak da, mümkün değil. O yüzden, gittikçe büyüyen küreselleşme dalgası karşısında, sağlam ve onurlu bir duruş/strateji belirlemek zorundayız.
Genel Müdürlüğünü yürüttüğüm, Uluslararası Teknolojik Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı UTESAV olarak, 29 Ocak 2004 tarihinde MÜSİAD Konferans Salonunda “Küreselleşmenin Neresindeyiz Ya da Neresinde Olmalıyız?” konulu bir panel düzenledik. Konu, Ekonomi, Siyaset, Kültür ve Din Boyutu ile ele alındı. Panele konuşmacı olarak Prof. Dr. Mehmet Altan, Prof. Dr. Nazif Gürdoğan ve Prof. Dr. Bekir Karlığa katıldı. Oturum Başkanlığını ise UTESAV ve TGTV Genel Başkanı Necmi Sadıkoğlu yaptı.

HANİ ERDEMLİ DÜNYA?
Panel öncesinde konuşma fırsatı bulduğumuz sayın Prof. Dr. Mehmet Altan’a, çok merak ettiğim bir soru yönettim. Dedim ki, hani dünya daha iyiye, daha güzele, daha erdemliye gidecekti? Batının ve Doğunun cins beyinleri, sanat, edebiyat, felsefe ve düşünce kitaplarında hep bunu vaat etmişti insanlığa? Aslında soruyu biraz da çekinerek sorduğumu itiraf etmeliyim. Çünkü karşımdaki insan köklü ve şöhretli bir aileden geliyordu. Alacağım ağır entelektüel ve felsefî cevap karşısında âciz kalabilir, hatta mânen ezilebilirdim. Ne olursa olsun, liberalleşmiş Marksist bir sosyalistin dünyadaki genel erdem ve insanlık kaybını nasıl analiz edeceğini çok merak ediyordum. Belki bilemediğim bir detay-bilgi ile aydınlanırdım. Zaten aydının ana vazifesi de bu değil mi?: Ötekini aydınlatmak. Derin bilgiye giden yol haritasını çizmek. Çevresine, tefekkür ziyası saçmak...
Sayın Mehmet Altan, dünya kötüye gidiyor ama bazı iyileşmeler de var; mesela Amerika’da bulunan bir ilaç, anında diğer ülkelere de gidiyor, insanlar bundan istifade ediyor...türünden bir cevap verince, acaba soruyu iyi soramadım mı veya o mu iyi anlayamadı endişesiyle; Teknolojinin, tıbbın kısmi buluşları var tabii, fakat ben erdem açısından soruyorum, dedim. Dünya daha ileride olmalı değil miydi? Efendim dedi, erdemden ne anladığınıza bağlı bu? Birine göre erdemli olan, ötekine göre olmayabilir. Hayal kırıklığım ve doğrusu sol aydın adına biraz da burukluğum iyice arttı. Bu yüzeysel ve vasat cevaplar değildi, bu büyük insanlık sorusunun/ahlâk sorgulamasının karşılığı. Ümitle direndim: Mesela dedim, Irak’ta esmer çocukları suçsuz yere bombalayıp öldüren Bush, Amerika’da uçaktan indiğinde, kendini karşılamaya gelenlerin kucağındaki sarışın çocukların başını okşuyordu, hatırlarsanız! Ben bu yaman çelişkiyi, bu insan onuruna yakışmaz zıtlığı ve idraklerdeki ahlâkî uçurumu, kabul edilemez olan insanlık kaybını soruyorum?

KARANLIK BİR UÇURUM
Artık karşı taraf maksadı anlamıştır ve bu sefer beni entelektüel fikir bombardımanına tutacaktır diye beklerken, Muhterem, sürekli cep telefonuyla oynarken, basit bir soruya, basit bir cevap verir gibi, “İyi ama, Saddam da suçsuz değil ki!” dedi. Sanki ben Saddam’ı bu alçaklığın dışında tutmuşum gibi. Elbette, suçsuz değil. Fakat diyelim Saddam bir zorba, Saddam bir câni ; iyi de, Batılı sözde medeni/hümanist adamın yaptığının izahı var mı? Merak ettiğim bu!..
Ne yazık ki, cevap alamadan, panel konuşmalarına geçildi. Mehmet Bey kürsüye çağrıldı. Sorduğum erdem ve insanlık sorusu, küreselleşmenin o puslu uçurumunda cevapsız kaldı yine.
Eseflendim, üzüldüm, bir çıkmazda düğümlendim. Derin ve erdemli tefekkür, aydının sorgulama yeteneği ne olmuş, hangi diyara uçmuştu Allah aşkına? Demek ki, liberasyona uğramış, yeryüzü nimetlerinden, küresel yağmadan nasiplenme sevdasına/sarasına tutulmuş olan, çağcıl kafaların sağı da, solu da aynı. Yani hep sığ sularda seyrediyor. Ne rotası belli, ne limanı. Çok kazanmak, çok tüketmek: tek imanı! Erdemli düşünce, vicdan sorgulaması, bir daha dirilmemek üzere, mâzinin derin mezarlığına gömülmüş.
Ey ulvî tefekkür, ey erdemli düşünce, ey acıma duygusu, ey merhametli ruh nereye, hangi zamana sürgün edildin? Dönüşün/dirilişin olacak mı acaba, yoksa bu sefil aç kurtlar vadisinde son nefesimizi faziletsiz bir finalle mi vereceğiz. Yazık!, desem yetmez. Lânet!, desem içimdeki öfke yatışmaz!..En iyisi susmak. Nasıl olsa, ‘olacak olan, olacaktır!’
Sayın Altan, küreselleşmeyi anlatırken, onun vahşi yüzüne, sömürü düzeninin çağdaş versiyonu olduğuna, egemen gücün yerelliği, yani millî kimliği, dolayısıyla milletlere şeref ve izzet kazandıran mücerret/kültürel birikimi yok etme isteğine hiç değinmedi. Efendim, elimizde bir yerküre var, bütün insanlık da bu kürenin nimetlerinden eşit şekilde istifade etmek istiyor, durum bu kadar basitmiş? Yapma muhterem, bu kadar basite indirgenemez ‘yeni dünya (sömürü) düzeni’. Kimileri kürenin yüzde doksanındaki nimetleri kendine alacak, öteki milyarlar da, yüzde onla yetinecek; eti sıyrılmış kemik yalayarak, açlığını yatıştırmaya çalışacak. Yeni dünya düzeninin özeti bu. Sağlılık muhakeme gücü olan bir münevver, bu zorbalığa nasıl razı olur, anlamak mümkün değil.
Doğrusu içimden, çetin bir soruyla sayın Altan’ı biraz sarsmak geçmedi değil. Fakat panel organizatörü olarak, konuşmaya çağırdığımız kişiye, sigaya çekici eleştirel soru yöneltmek, geleneksel Türk misafirperverliğine uymaz ve pek şık olmazdı. O yüzden soruyu, yüreğimizde mahfuz tuttuk.

KURTLAR SOFRASI
Muhterem Nazif Gürdoğan hoca da, o mahut yaklaşımı ile baktı hadiseye: kaliteye adres sorulmaz dedi. Ürününüzün gittiği yere kültürünüz de, bayrağınız da gider dedi. Globalleşmeye karşı glokalleşmeyi önerdi (yerlilikle, uluslararası olanın terkibi gibi bir şey.) Fakat bu fikre de tamı tamına katılmak pek mümkün değil. Çünkü bu acımasız ve hegemonik Pazar, ‘Medine Pazarı’na benzemez. Bu Pazar, Kurtlar Sofrası pazarı. Küçük ve güçsüz ülkelere her zaman kuru kemik yalamak ya da üleşilen yağma karşısında sadece ağzı sulanmak kalır. Adâleti, acıma duygusu, erdemi ve (metafizik mânâda) ‘hesap verme endişesi’ oluşmamış, hikmet bilgisi gelişmemiş bir topluluktan nasıl âdil bir paylaşım beklenebilir ki? Yapmayın, her şey söylediğiniz gibi, güllük gülistanlık değil efendiler!
Sayın Bekir Karlığa da, oldukça uyuşumcu, liberasyona uğramış, zorlama bir kaynaşma/birliktelik felsefesi ile yaklaştı küreselleşmeye. İslâm cihanşümul bir dindir, bütün insanlığa seslenir, dolayısı ile böyle bir dinin mensupları küreselleşmeye karşı olamaz, temelli bir yaklaşım sergiledi. Hatta internet’in tebliğ konusunda büyük imkânlar sunduğunu belirtti. Açıkçası sayın Karlığa da, genel eğilime, genel yumuşama iklimine uyan görüşler ileri sürdü. Ne var ki, çizilen çok ‘uluslu çağdaş fotoğraf’ karşısında gönlümüz mutmain olmadı. Emin olamadığımız, emin olmamız yolunda hiçbir insanlık ve erdem göstergesi ortaya koymayan, dayatmacı, aç gözlü bir yaklaşım konusunda; temenniden öteye gitmeyen iyimser yorumlarla, hayatî öneme haiz kuşku ve endişelerimizden sıyrılmamız/davul-zurna çalarak, bu ‘global köye’ giriş yapmamız beklenemez bizden.

KÜRESELLEŞMENİN DİNİ
Sayın Bekir Karlığa’ya da, eğer ev sahibi durumunda olmasaydım, şu soruyu yöneltecektim:
“Eğer sizlerin ifade ettiği gibi, küreselleşme ‘bütün dünya milletlerinin genel bir katılım hareketi’/sulh içinde bir arada yaşayacak insanlık havuzu (!) olacaksa, bu hareketin dini hangi din; ahlâkı hangi ahlâk olacak? Sizin dininiz cihanşümuldur, o halde küreselleşmenin dini de İslâm olsun mu diyecekler bize? Buna zerrece ihtimal olmadığı kesin. O halde, dinimizin evrensel olması, bu kutsalın dışındaki zihniyetin sürüklediği küreselleşme tekerleğine yön ve vicdan kazandırmada ne kadar müessir olabilecektir ki? Kurallarını koymada ve ahlâkını biçimlendirmede, insanlık onuru ve faziletli dünya tasavvurunu teşkil etmede söz sahibi olamayacağımız bir hareketin içinde yer almak, aslında kendi insan tasavvurumuzdan, kendi ahlâk anlayışımızdan vazgeçmenin, yani rota ve referans değişikliğine uğramanın dışında, ’kendimiz olmaktan çıkmanın’ ötesinde, bize ne kazandıracaktır?
Tabii ki, bütün kapılarımızı dış dünyaya kapatalım, büsbütün içimize kapanalım, dünyadaki gelişmelere ilgisiz kalalım; millî bir getto oluşturalım, demek istemiyorum. Küreselleşme üzerimize gelen devasa bir dalga. Afet de olabilir, bir çıkış yolu da. Mesele, dalgakıran olabilmektir. Fakat şu anki gidişin bir esenlik muştusu taşıdığı yolundaki peşin kabullerin, yerel bir mercekle yeniden incelenmesi ve muhtemel endişelere karşı sistemli bir tavır alınması, kaçınılmaz bir gereklilik gibi görünmektedir. Kapakları açılmış dev barajın önünde bekleyip, elimizdeki nâzenin gül fidanı için ‘ab-ı hayat’ umarken, akıntıya kapılıp bilinmeze sürüklenmek, tümden yok olmak da var işin içinde! Hiç böyle bir tehlike yokmuş gibi sergilenen umursamaz yaklaşımlar, insanı endişelendiriyor.
Bir de, son günlerde “Büyük Ortadoğu Projesi” çıktı karşımıza. Sakın ‘medeniyetimiz diriliyor!/artık arka bahçemizde söz sahibi olacağız!’ diye hayale kapılmayın. Hem zaten kapılsanız da, önünüzde aşılmaz ‘kırmızı çizgiler’ var. Yani anlayacağınız, bu proje de, ‘küresel eksenli hegemonik etki alanı’ oluşturma hesabına dayanıyor ve ne yazık ki, biz yine figüran rolündeyiz!



www.ufukotesi.com - 03 / 2004  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.