Fakat ne hikmetse, bakış açınızı, zihniyetinizi, tasavvur ve düşüncenizi sorgulamayı, tahlil ve tashih etmeyi yine de aklınızın ucundan geçirmiyorsunuz. Bu ne trajik ve ne esef verici bir direnmedir böyle.
Öyleyse yaşayın, ateşini kendi ellerinizle/eylemlerinizle tutuşturduğunuz cehennemde, kime ne! Besbelli ki siz, ölen insanlardan ziyade, kırılıp dökülen somaki mermerlere, parlak, camsı, granit taşlara üzülürsünüz. “Bir insanı öldüren, bütün insanları öldürmüş gibidir!” hükmü, sarsıp ürpertemez taş yüreğinizi.
Biliyorum, acı daha çok sıcak, acı daha çok derin. Fakat ola ki, acının incelttiği saydam açıdan gerçeği görmeniz daha kolay olur ümidiyle, ifade etmek istiyorum ki, eğer idrakinizi maddenin çekim alanından kurtarıp, mücerret değerlere, erdeme yöneltmezseniz, ne yazık ki, benzer acıları yaşamaya ve yükselttiğiniz şatafatlı kulelerin, aç kurtlar tarafından parçalanmış geyik karnı gibi paçavraya döndüğünü, dahası ak mermerlere sıcacık insan kanı sızdığını görmeye devam edeceksiniz.
ALLAH KORKUSU
Ne tuhaftır ki, bir zamanlar eşyanın ihtişamı ile, kibir ve cesametle, heyula gibi aşağıdakileri/alt tabakayı, kutsal insanlık imtihanından geçirilenleri, “varoşların çaresiz çocuklarını” küçümseyen, Sanayi Mahallesinin solgun gece kondu duvarlarına tepeden istihza ile bakan; dışı ak mermerden, içi kirli gökdelen, sanki bu kibirli görüntüsünün cezasına çarptırıldı.
Sakın ola, acının üzerinden edebiyat yapıyor diye düşünmeyin. Tekrar ediyorum, maksadım eşya ile erdem arasına keskin bir çizgi çekmek; yoksa dünyamız çok daha büyük acılar yaşayacak bu gidişle. İkincisi, sözlerim sadece bizim insanımıza değil; çünkü bombalama hâdisesi uluslararası bir cinayet şebekesinin işine, bir lânet organizasyonuna benziyor. Bırakınız âlî İslâm’ı, insanlıktan zerrece nasibi olan biri, böyle bir vahşetin faili olamaz!..
Demem o ki, ister içeride olsun, ister dünya genelinde, iç murakabesi, vicdanı, merhamet duygusu; açıkça belirtelim Allah korkusu ve ahret endişesi olan insan, asla böyle bir câniliğe, böyle bir sefilliğe bulaşmaz. Ne maşa olur, ne taşeron!
Yani, sözün özü çektiğiniz ve sizinle birlikte bizim de çektiğimiz bu büyük azap, klasik insanlık anlayışının dışında, korku, endişe ve kuşkuya dayalı bir dünya inşa edilmiş olmasından kaynaklanıyor. Hani “modern dünya-medeniyet gelişmesi” diye övgüler dizdiğiniz, bütün uluslara kendiliklerini silerek, bu küresel cennette(!) yerlerini almalarını önerdiğiniz/dayattığınız ‘yeni dünya.’ Evet, dünya yeniden dizayn edilmeli, fakat daha faziletli, daha ulvî bir dünya tasavvuru ile.
Madde ve teknik tapınma içinde, çağdaş Bâbil kuleleri yükseltenler, sosyal ve ahlâkî dengeyi bozarak, mânâ yönüyle insanı ‘aşağıların aşağısına’ ittiklerini bilmeli. Sahi siz hangi taraftasınız, küresel cinayetler şebekesi tarafında mı, yoksa “Kim bize taş atar ise güller nisar ola a’na!/Urmaklığa kast edenin, düşem, öpem ayağını!” diyen erenlerin safında mı? Evet bir taraf olmalısınız, yoksa bîtaraf alan, bertaraf olur! Kanlı fotoğraflarda görüldüğü gibi...
Ey alçak ve rezil dünya, nerde karıncayı ezmeyen, gülü soldurmayan, “incinse de, incitmeyen”, kalp kırmanın Kâbe’yi yıkmaktan daha beter bir günah olduğunu bilen, hassas, kemâle ermiş insan?
Çerağ yakıp, çağın zifiri karanlığı içinde, ezip geçtiğiniz faziletler manzumesini arayın. Yoksa böyle çok daha insan parçaları toplarsınız, görkemli (!) gökdelenlerin etrafından. Ve yine beyaz gömleklerinizi giyip, uzanırsınız yumuşak koltuklarınıza. Vicdan ne ki, acıma duygusu ne ki, merhamet ne ki, Allah korkusu ne ki. Bilmem, yumuşatır mı katı kalplerinizi, fazilet risalesinin ruhu sarsan manevî iklimi: “De ki: Yer yarıldığında, dağlar bir deniz gibi dalgalandığında ve gökyüzü kızartılmış yağ renginde eriyip, yeryüzüne döküldüğünde, insan kaçacak bir yer arar! Fakat biz onu sımsıkı yakalarız. O ne kötü bir sondur!”
SAPKINLIĞIN SONU
Yüreğimizdeki bu “küresel korku” ile, dokuz günlük uzun bir bayram tatili geçirdik. Eş-dost ve kabir ziyaretlerinin dışındaki tatil günlerini fırsat bilerek, yaklaşık 10 yıldır üzerinde düzenleme, tasnif ve ayıklama yapamadığım kitaplığımdaki suskun, kederli kitaplarla hemhâl olma fırsatı buldum.
Yüzlerce kitap, ihmal edilmiş birer sevgili, birer dost gibi sitemle, güceniklikle karşıladı beni. Bizi bu dar odaya hapsettin ve unuttun, diye yakındılar. Oysa dediler, nasıl ki çiçekler koklanmak için varsa, kitaplar da okunmak için vardır. Okunmayan kitap, fethedilmeyen bâkir bir ülke, gönlü kazanılamayan nazenin bir kız; koklanmamış çiçek, saçı okşanmamış mahzun çocuk, ısıtmayan sönmüş ateş gibidir. Kelimeler, okununca sırrını, hikmetini faş eder, kanatlanır, dirilir ve diriltir. Fikrin, idrakin, felsefî derinleşmenin ebedî ateşini tutuşturur beyinlerde. Çölü, güle çevirir bir mânâda. Bunun için, “kimde yoksa bu ateş, yok olsun!” der sözün sultanı Mevlânâ...
Her kitap farklı bir sitemde bulundu. Ayrı bir söz söyledi, ayrı bir tenkit yöneltti bana ve sığ çağa. Her kitap küskün ve hatta kırgın idi. Her kitap, kitaptan uzaklaşarak ruhsuz maddeye, kötülüğü bünyesinde taşıyan murakabesiz servete yaklaşan dünyaya öfkeliydi. Yine de siz bilirsiniz, dedi bütün gücenik ve kızgın kitaplar. Maddenin sonunu/eşyanın ölümünü kaç kere gördünüz, kaç kere mezara gömdünüz fizikî ihtişamı; kaç kere tecrübe ettirildi insanoğluna hüsranlı, ziyanlı dünya saltanatının sonu. Fakat hâlâ daha aldanışa, sapkınlığa, maddeye tapınmaya, şeytan ateşine odun taşımaya devam ediyorsunuz! Ne kadar acınası bir hâl/bir Firavun inadı sergiliyorsunuz böyle? Yazık!..
CİNNETTEN CENNETE
Bir kabahatli gibi susup dinledim, Şark ve Batı klasiklerini. Çağcıl felsefe kitaplarını. Her cümle keskin bir bıçak gibi çizdi kalbimi. Kurşun gibi yaraladı şuurumu. Sonra sitem ve söylenme sırası bana geldi. İyi de dedim, bütün kitaplara ortak bir hitapla: Sizin anlattığınız erdemli, soylu, kemâle ermiş âsûde dünya yok artık. Ne aşkın kutsallığı kalmış, ne kutsal metinlerin büyüsü. Kaos ve karmaşa içindeyiz. Yığınlar hırs, kin ve bencillik okyanusunda boğuluyor. “Söz öldü, yaşasın para!” çığlıkları atılıyor!” artık. Geleneksel kıymet ölçüleri tedavülden/dolaşımdan, beyinlerden kaldırıldı. Tam bir sosyal çözülme, tam bir beşerî çöküş içindeyiz. Sis ve ses bombaları yüzünden sağlıklı bakış açımızı, ufkumuzu, yönümüzü kaybettik. Ahlâk, erdem ve insanlık dairesinin dışına itildik.
Zincirlerinden boşalan ve haddi aşan dizginsiz insan kalabalıkları arasında şaşkına döndük. Ne tefekküre, ne felsefeye, ne hikmete, ne edebiyata, ne estetiğe, ne de kutsal metinlerin uyarıcılığına itibar ediyor, idraki puslanmış, iç güdüleri kışkırtılmış, azıtmış insan kütlesi. Bunun için, “Bozulduğu zaman, insandan daha tehlikeli bir şey yoktur!” der bilgeler. Onları durduracak, dizginleyecek, ‘sırat-ı müstakim”e yöneltecek kudretimiz/kuvvetimiz yok. Ne yapabiliriz ki?
Çaresizlik içerisinde kenara çekildik. Bu azgın sel karşısında direnmek, çok trajik bir hâl olurdu herhalde. Fakat bilesiniz ki, bu zahirî ve kerhen bir boyun eğiştir. İç direnişimizi sürdürüyoruz, sürdürüyoruz ki, müstesna bir değer olarak sizi evimizin en nâdide köşesinde ağırlıyor, gelecek güzel zamanlar için bekletiyoruz. İklimini ve mevsimini bulduğunda/ruhlara ebedîyet cemresi düştüğünde yeşerecek soylu tohum gibi, insanlığın erdemli büyük çıkışının ümidi hâlâ sizde yaşatılıyor. Çünkü biz kitap medeniyetiyiz. Kelâmın ve kalemin kutsallığına inanırız.
Zulmetmektense, zulmedilen olmayı yeğleriz. Belki, ‘Şark tesellisi’ diyeceksiniz ama, “gâliptir bu yolda mağlup.” Çünkü, biliriz hükmünü den-i dünyânın, bize ilham veren irfânımız var.
Mevcut çözülme ve bozulma, arızî bir durum. Sisler mutlaka dağılacak, vicdanî sansürden nasipsiz servet hastalığı ve aç gözlülük mutlaka sorgulanacak, insanlar mutlaka bir murakabeye, muhasebeye tabi tutacak fiillerini; eşya, iskeletten eğreti bir askıya asılacak ve kelimelerin esrarı, müjdeciliği yine cari olacak cemiyette. Çünkü, “insan insanın kurdu” ise eğer, o yer “emin belde” değildir; “yeryüzü cehennemidir!” İlelebet böylesi bir cehennemde yaşayamayız! Hem sonra “sevip-sevilmek” varken, insanın insana korku saçması, kabul edilebilir bir durum değil. Zaten günün birinde mutlaka ölecek olan insanı, birkaç yıl önceden öldürmek, âlemin özü olan, şerefli insana ve onun âlî statüsüne yakışmaz.
MÂNÂ İNKILÂBI
Ünlü Alman düşünürü Erich Fromm, çağı sorgulayan etkili eserlerinde, “Hasta bir toplumdan çıkış yolları” önerir; fakat önerileri bizzat hastalıkla mâluldür. Çözüm ve çıkış nedir o halde? Cevabı çok net ve açık: “cinnet toplumundan, cennet toplumuna dönüş!”
Yani, bir mânâ inkılâbının gerçekleştirilmesi. Şeylere yenik düşmemek, maddeyi aşabilen, aşkın/öte bir tefekkür şuuruna, ulvî bir bakış açısına sahip olmak. İşte asıl ve asil “olmak!” keyfiyeti bu terkibin içinde: Mücerret âlemle, hükmü geçmez kıymetlerle, üstün bir ahlâk nizamıyla tanışmak.. Yoksa, taş ne ki, mermer ne ki, fâni dünyada hükümranlık, zâlimlik, Firavunluk ne ki!..
Sadece bizim değil, bütün insanlığın asıl meselesi, kan kokan, lânet tüten servetin ve muhakemesiz yıkıcı gücün değil; sevginin, erdemin ve bilgeliğin itibar gördüğü bir dünya oluşturmaktır. Huzur, sükûnet ve ebedî saadet orada, o “emin belde”de...Ötesi kaos, kargaşa, cinnet ve cinayet!..
|