Evrak-ı Perişandan

 

Doç. Dr. Fethi Gedikli  

Türkçe yavan bir dil midir?


Bu da nereden çıktı dediğinizi duyar gibiyim. Ne var ki aramızda az da olsa böyle bir batıl inanca sahip olanların bulunduğu anlaşılıyor. Geçenlerde “Radikal İki”de (Çağrı Öztürk, “To be gıcık in Turkey”, 19.10.2003, s. 5) böyle bir inancı dillendiren bir yazı okuduğumda, ne yalan söyleyeyim, hadsiz ölçüde canımın sıkıldığını ifade etmeliyim. Türkçe yavan bir dil midir, kaba bir dil midir? Bir an için öyle olduğunu kabul etsek bile bu durumdan dolayı suçlu sayacağımız, sorumlu tutacağımız bizzat Türkçe midir yoksa onun konuşur ve bilhassa yazarları mıdır?

Mesela Türkçeyi yavan bulanların bu yavanlıkta hiç mesuliyeti yok mudur? Bu son soru hiç de anlamsız sayılamaz. Dille konuşuru veya yazarı arasındaki ilişki etkileşime dayalıdır. Bir yandan sizin zihnî dünyanızı biçimlendiren içine doğduğunuz dilse, öbür yandan verili bulduğunuz bu dili yeniden üreten, ona bir şeyler katan, yeni kavramlar kazandıran yahut mevcut olanların anlam sahalarını genişleten sizsiniz. Siz hiçbir şey yapmadan şikayet ederseniz, karşı karşıya kaldığınız mesele devam edecek demektir. Kaldı ki söz konusu mesele sadece sizin hayatınız boyunca sürmeyecek, siz bu âlemden göçtüğünüzde çocuklarınıza onu da kötü bir miras olarak bırakacaksınız.
Tabii üniversitelerin başına yirmi yılı aşkın bir müddettir lök gibi çöken bir kurulun başkanının Türkçeyi bilim dili olarak yetersiz saydığı bir ülkenin İngilizce eğitim yapılan bir üniversitesinde görevli bu gencin başka türlü inanma ihtimali zayıftır. O sebeple, yanlış eğitim dizgesinin, ihmalin, tembelliğin, kompleksin bir ürünü ve sonucu olan bu genç arkadaşımızı suçlamak haksızlık olur, insafsızlık olur. Hâlâ daha her sıkıştığımızda başvurduğumuz ve henüz aşılamamış en iyi sözlüğünü 1860’larda -toprağı bol olsun- Redhouse isimli bir İngiliz’in yaptığı bir kültür çevresinde yetişen bu genç öğretim elemanının başka çeşit iddia sahibi olmasını beklemek biraz da safdilliktir.Onu anadilinin yavan olduğuna inanmaya götüren esas nedenlerden birisi önce gelenlerin de bir şey yapmayıp aynı şekilde düşünmüş ve davranmış olmalarıdır. Bir dili zenginleştiren, geliştiren, işleyen, incelmiş ve zevkli bir hale getiren onun mensuplarıdır. Konuşurlarından bağımsız dillerin bir varlığı olamayacağına göre, ya da olsa olsa bunlar ölü diller diye isimlendirileceğine göre, mantıkî olarak bir lisanın şöyle veya böyle olduğundan bahsetmek abestir. Öyleyse böyle bir hüküm cümlesini nasıl anlamak lazımdır? Şöyle anlaşılabilir: İlgili dilin konuşurları ve yazarları öbür dil topluluklarından geri zekalı olamayacaklarına göre, onların dillerini gereği gibi işle(ye)mediklerinden söz edilebilir. Geçmişte dillerini işlememişlerdir, halen de işlemiyorlardır.
Sorunu böyle vaz etmek çözümü de içinde barındırır ve dilin her konuşurunu vazife başına davet eder. Nasıl iktisadi manada memleketi kalkındırmak için belli dönemleri kapsayan kalkınma planları yapılıyor, başat kültürün dört koldan bombardımanına maruz kalınan bir çağda aynı şekilde dili de işlemek içinde benzer planlar yapmak lazımdır. Bunu yapacak olan toplumun siyaset ve eğitim kurumlarıdır. Yeri gelmişken söyleyelim ki dil devriminin yürürlükte ve gündemde olduğu seksenlere kadar muhafazakar kesimin, özleştirme hareketine karşı, dile müdahale edilemeyeceği, dilin tabii seyir içinde gelişen ve yaşayan bir canlı olduğu yolundaki anlayışları yanlıştı. Karşı çıkılması gereken tasfiye hareketi idi, yoksa yeni kelime türetmeyi kınamak, bunu kelimeye kötü bir anlam yükleyerek “uydurmacılık”la suçlamak yapılabilecek en büyük yanlışlardan biriydi. Aydını, okumuşu, yazarı yeni kelime uydurmazsa, haydi bu sözü beğenmiyorsunuz diyelim, yeni kelime yapmazsa bilim dili, felsefe dili, teknik dil nasıl gelişecek?
Konuştuğu lisanı yavan bulmak dil dışı tesirlere bağlıdır aslında. Bir süre Mısır’ın başşehri Kahire’de ikamet etme olanağı bulmüştum. Orada karşılaştığım bazı tavırlar son derecede ilgi çekici idi. Bilenler bilir, dünyanın en zengin dillerinin başında Arapça gelir. Bir din dili olarak yüzyıllar boyu değişik milletlerden pek çok âlim tarafından işlenmişliği dışında yapısı itibariyle de yeni kelimeler türetmeye fevkalade elverişli bir dildir Arapça. Böyle olduğu halde Araplar bugün çok sefil halde yaşamaktan kurtulabilmiş değillerdir. Burada Kemal Tahir’in Arapçanın bu varsıllığına telmihen büyük dil büyük devlet kurmaya yetmez anlamında önemli bir tespit yaptığını da anmadan geçemeyeceğim. Ve ne yazık ki hal-i hazırda bir kısım Arap bu dili konuşmaktan utanır vaziyettedir ve ondan kaçmaktadır. Arapça güzel ve zengin bir dil dediğinizde Arap öğrencilerin aynı kanaati paylaşmadığını, onların İngilizceye aşık olduğunu hayretle görüyorsunuz. Arapça hitap ettiğiniz neredeyse her Kahireli sizi İngilizce yanıtlamaya kalkmaktadır. Demek ki hakim Batı karşısındaki aşağılık karmaşası kendi dili ister zengin, isterse fakir olsun (yavanlık başka bir şey) onu küçümsemeye ve ondan kaçmaya itmektedir insanı.
Türklerin okumuşların sorumluluğuna biraz daha yakından bakmak icap ederse Tanzimat devrine kadar Bergamalı Kadri’nin eseri sayılmazsa, Türkçenin dilbilgisinin yazılmadığını kaydetmek mecburiyetindeyiz. Üstelik Türkler tarafından sayısız Arapça dilbilgisi kitapları yazıldığı halde vaziyet bu olmuştur. Gene kaydetmek zorundayız ki uzun asırlar Türkçe bir dil olarak incelemeye değer bulunmamıştır. Burada Ağaoğlu Ahmed’in anlattığı çok çarpıcı bir anektodu zikretmek isterim: Muallim Cevdet Bakü’ye yeni açılan mektepte öğretmenlik yapmak için gitmişti: “Cevdet Darülmuallimîn (Öğretmen Okulu) programını hazırladı. Âyan ve eşraftan bir meclis kuruldu. O meyanda Bakü’nün baş ahundu (en büyük dini yetkilisi) Hacı Mirza Ebu Türab da bulunuyordu. Bu yetmişlik ihtiyar Bakü’nün en ileri geleni ve en sahib-i nüfuz ahundu idi. Kendisine inanmış öyle müritleri vardı ki bir işaretiyle tereddütsüz adam öldürürlerdi. Ve bu hareketleriyle cennetin tam ortasında en güzel bir köşkle en nefis huri ve gılmanlara sahip olacaklarına derinden kânî idiler. Binaenaleyh ahunda karşı söz söylenemez, her ne dese: “Belî, cenab-ı ağa buyruğunuzdur.” demelidir. Cevdet programını okumaya koyuldu. Dersler, derslerin saatleri birer birer zikredildi. Hesap, tarih, coğrafya, kimya, fizik...
Ahund uyukluyordu. Nihayet Cevdet okudu:
-Türk sarf ve nahvi (dilbilgisi)!
Ahund gözlerini açtı ve üzerindeki abayı geri atarak:
-Ne mene?
-Türk sarf ve nahvi!
-Hayır, böyle bir şey yoktur. Arapçadan başka bir lisanın sarf ve nahvi yoktur. Türkçe ne menedir ki sarf ve nahvi olsun. Hayır!
Zavallı Cevdet elinde kalem durdu ve etrafa bakındı. Herkes başını aşağı salmış, kimsede nefes alma kudreti kalmamıştı. Ahundun müritleri ise kızgın kızgın etrafa bakınıyorlardı. Birkaç dakika bu öldürücü sükunet içinde geçti. Nihayet ben dayanamadım ve büzüle büzüle, küçüle küçüle:
-Cenab-ı ahund! Her dilin kendine göre bir sarfı nahvi vardır, dedim ve misal olmak üzere kendi adımı alarak Ahmed, Ahmedden, Ahmede diye tasrif etmeye (çekmeye) başladım.
Ahund kızdı:
-Sus cahil! Arapçadan başka bir dilin sarf ve nahvi olmaz.
Müritleri gözlerini bana doğru dikmişlerdi. Fakat ben dayanamadım:
-Cenab-ı ahund! Mesela Rusçanın sarf ve nahvi vardır. Rus mekteplerinde tedris ediliyor (öğretiliyor).
Ahund bütün bütün kızdı ve bir küfür savurarak:
-Demek k sen bizi Rus yapmak istiyorsun kâfir! (dedi).”

İşte Türkçe böyle bir kendini inkar edişi, cehaleti ve taassubu yırtıp geliyor!
Yabancı dille eğitim yapmak tersinden yeni devşirmeciliktir, cumhuriyet ideolojisine muhalefettir, bindiği dalı kesmektir. Ortaöğretime devam ederken bize okudukları maval, Latincenin bilim dili olduğu idi. Bugün Latince sessizce sahneden çekilmiş ve onun yerini İngilizce almıştır. lakin bunun da geçici bir hal olduğu unutulmamalıdır. Dünya akşamdan sabaha bin bir türlü tebeddülat yaşamaktadır. Akşam var olan sabah yok olmaktadır. Gün doğmadan neler doğar. On dokuzuncu asrın ve hatta İkinci Dünya Harbine kadar itibarlı dil Fransızca değil miydi? Bugün “Amerikanca” karşısında Fıransızcanın durumu da Türkçeden farksız değildir. Belki yegane fark Franızca konuşan birisinin hiçbir zaman Fıransızca yavan bir dildir demeyecek olmasıdır.
Bir kişi ana dilini nasıl yavan bulabilir? Burada “ana” kelimesine dikkatinizi çekmek isterim; insan ana dili karşısında nasıl bu kadar nesnel, bu kadar hissiz olabilir? Herhalde tamamen onun dışında büyütülerek... Aksi takdirde, annesinin onu uyuttuğu, ninnilediği, sevip okşadığı bir dili insan nasıl böyle tanımlayabilir? İşte yabancı dille eğitime tam da bu sebeple karşı çıkmalıdır. Hem de anaokullarından itibaren bütün bünyeyi sardığını hatırlayarak... Demek ki yabancı dil, muhatabını yani öğrencisini “ana dili havzası”ndan çekip almaktadır. Siyasi ve iktisadi hakimiyetini devreye sokarak öğrencisini kendi “kültür havzası” için devşirmektedir. Bir cumhuriyetin, kendisini Arapça ve Farsçayı ön plana çıkararak Türkçeyi ihmal etmekle suçladığı selefi bir devleti mahkum ederken, aradan yarım asır geçmeden yabancı dille eğitim yapmaya başlaması ironiktir, acıdır. Belki de Osmanlıların intikamıdır. Bu kararı alan kesimlerin, bürokrat ve siyasetçi kesimlerin “Cumhuriyet İdeolojisi”ne ihanet ettiğinin sağlam bir delilidir ve bu durum, doğurduğu neticeler itibariyle “hakim sistem”e kendi el ve kaynaklarıyla “yeni-devşirmeler” yetiştirmekten başka bir şey değildir.
Başka dillerden kelime almak problem değildir. Kelime almak yeni topraklar fethetmek gibidir, bir süre sonra fethettiğiniz toprak vatanlaşır. Yanlış olan yabancı dille eğitim yapmaktır, böylece kendi dilini aşağılamaktır. Yanlış olan yabancı dilin kurallarını ve eklerini almaktır. Ve dilde olan bir kelimeyi kovup yerine yenisini taşımaktır. Yani somutlaştırmak gerekirse Yunus’u, Baki’yi, Fuzuli’yi, Nedim’i, Şeyh Galib’i, Şinasi’yi, Namık Kemal’i, Abdülhak Hamid’i, Haşim’i, Uşaklıgil’i, Fikret’i, Ömer Seyfeddin’i, Yahya Kemal’i, Mehmed Akif’i, Refik Halid’i, Hüseyin Rahmi’yi, Reşad Nuri’yi, Halide Edib’i, Yakub Kadri’yi, hatta Sait Faik’i, Attila İlhan’ı, dünkü nesiller gibi, bizim neslimizin ve yarınki nesillerin de okumasını zorlaştırmak, hatta ortadan kaldırmaktır. Yeni aldığımız kelimeler –eskilerini tedavülden çıkarmamız sebebiyle- bize bunları okumaya mal olmasın. Kültürel devamlılığımız kesintiye uğramasın. Bu devamlılığı öğreneceğimiz bin kelimeyle temin edeceksek bu bin kelimeyi öğrenelim ve kültürümüzü taşıyıp geliştirecek gelecek kuşaklarımıza öğretelim.
Sevindirici olan böyle düşünen ve davranan okumuşlarımızın mevcudiyetidir. Yine “Radikal Gazetesi”nin yazarı Mine Kırıkkanat sonunda isyan ediyor ve bakın ne diyor: “Oysa ben haddini bilen normal bir insanım. Yalnızca tarihin benim kuşağımla başlamadığını anladım ve geçmişte neler yaşandığını okuyarak öğreniyorum. Bin kelimelik de bir Osmanlıca dağarcığım var, bir dil zenginliği olarak kullanıyorum. Kimsenin artık okumadığı kitapları, yazarları okumaktan da zevk alıyorum. Kısacası dünyanın her yanında her olağan insanın yapması gerekeni yapıyorum, o kadar. Ama Türkiye kendisiyle başlayıp biten allamelerle dolu.” Birkaç yıl evvel bir Amerikalı Türkiyatçı da Divan Edebiyatını okuyup anlamak için birkaç yüz eski kelimenin bilinmesinin yeterli olduğunu söylüyordu. Gel gelelim biz yapmaya değil yıkmaya talibiz.
Bir dokun bin ah işit misali bu bahiste söylenecek o kadar çok söz var ki... Her şeye rağmen benim Türkçenin geleceğine güvenim tam! Daha gelişme devrindeyken Farsçanın Arapçanın hakim olduğu çağlardan ve coğrafyadan çıkıp büyük bir dünya dili halini alan Türkçenin bu kemâl çağında yitip gideceğini düşünmek insanın kendinden şüphe etmesi demek olur.. Bu dilin bir kardelen gibi asırların ihmalini delip gelen bir yeteneği var! O yetenek dünya durdukça kendini var edecektir!


www.ufukotesi.com - 11 / 2003  

fethigedikli@ixir.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.