Çok değil 81 yıl önce.. “Batı Anadolu’da düşman ordusu ile yerli Hıristiyanların basit bir programları vardı: Yakmak, soymak, öldürmek.. Bu üç imtihandan kurtulabilenler korku ve dehşetten büyümüş gözlerle bize bakıyor. Hemen hepsi evsiz, ekmeksiz, parasız, hayvansız, ve eşyasızdır...” der Falih Rıfkı Atay, “Eski Saat” adı ile anılarını topladığı kitabında. 1922 senesi Eylül ve Ekim aylarında halâ dumanı tüten Batı Anadolu’da gazeteci-yazar kimliği ile gezerken gördüklerini, dinlediklerini bizlere anlatır. Parsa’da 200 ev yanmış, Manisa’da ise taş üstünde taş kalmamıştır. Manisa’da halkın anlattıkları dehşet vericidir:
-Şuracıkta, havuzun kenarında bir gebe kadının karnını yarmışlar, yedi sekiz aylık çocuğunu çıkarmışlar, bu avuç kadar yavruda bile süngü yarası olduğunu gözümle gördüm. Kadınlar evlere toplandılar, yerli Hıristiyanlar ile düşman askerleri ellerini kadınların koynuna sokup paralarını, altınlarını aldılar, parası, altını olmayan kadınları süngülediler. Erkekleri kadınların gözleri önünde toplu olarak öldürdüler. Halkı hayvan vagonlarına doldurup İzmir’e götürdüler. Daha sonra Manisa’yı yakmaya başladılar. Yunan kumandan belediyenin balkonunda idi. Ara sıra gür sesi duyuluyordu: “Şuna bir süngü daha vur, iyi ölmedi. Şu eve daha benzin, iyi yanmadı.” Ve koca Manisa bir taş ve kül yığını oldu. ....
Kasaba, Salihli hep aynı şekildedir. Yollar Türk cesetleri ile doludur. Kokudan nefes almak bile zordur. 100 hanelik Mersinli köyü tamamen yanmış, canlı olarak 2 kadın ile sağır dilsiz bir kız kalmıştır. Yerli Hıristiyanlar Türkleri önce yağmalamakta sonra Yunanlılara ihbar etmekte, süngülenen her Türk için “Bir Türk daha geberdi” diye sevinç naraları atmaktadır. Halbuki düne kadar komşu idiler. Birbirlerinden alışveriş ederler, iyi ve kötü günde de birbirlerini yalnız bırakmazlardı. Şimdi ise yakıp, yıkıp, çalıp öldürüyorlar, geri kalan kadın, çocuk ve ihtiyarları esir diye alıp, önlerine katıyorlar günlerce yürütüyorlardı. Yorgunluktan, açlıktan düşenleri, şose kenarındaki sudan bir avuç alıp dudağını ıslatmak isteyenleri henüz kanı kurumamış bir süngü ile öldürüyorlardı. Alaşehir’de ise yerli rumlar süngü ile 600 kişiyi öldürdüler, Alaşehir’i son evine kadar yakarken 200 den fazla insanımızı ateşe attılar. Yunan taburu giderken de istasyonda 300 Türk çocuğunu öldürmüştür. Türk insanı aç, çıplak, evsiz, barksız, taşın toprağın üstünde yatmakta, kafasını sokacak ufacık bir dam altı bile bulamamaktadır. Süngü yarasından daha beter olan ırz facialarını yaşayan kadın ve kızlarımız ise acıdan kaskatı susup kalmışlardır. Yazar batı Anadolu’nun neresine gitse, Bursa dahil gördükleri aynıdır .
Yunanlı hiç değişmedi. 900 yıldır Türk’ün olan toprağı kısacık bir süre işgâl etmekle sahiplenmiş, bir gün Batı Anadolu’ya tekrar gelip, yerleşeceğinin hayallerini kuran rumlar yazarın anlattıklarının hepsini ayni ile vaki ve de gerçeğin ta kendisi olarak l959-1974 arası Kıbrıs’ta yaptı. 1974 de Türk askerinden boyunun ölçüsünü alırken, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’de tarihte ve coğrafyada yerini aldı. Kendisini Kıbrıs Türkünün kutsal davasına adamış Rauf Denktaş çoktan KKTC’nin lideri olmuştu bile. Türk askeri ile baş edemeyeceğini anlayan Yunanlılar ise KKTC’yi topraklarına tekrar katabilmek için atalarının Bizans oyunlarına başladılar. Her çevirdikleri dolapta sevinçten havalara sıçrayıp “bu sefer tamam Denktaş’ı hallettik” derken karşılarında Türkiye Cumhuriyeti’ni buldular. Son çare olarak Annan (İlk seçildiği zaman teşhisimi zaten koymuştum ve hiç sevememiştim) ile oturup, rumların dikte ettirdiği bir plan hazırlandı. KKTC ve Türkiye’den de bazı sütü bozuk yazarlar bağlandı. AB’yi de arkasına alıp, milyonlarca dolar yardımlı muhalefet ve sendikalar KKTC de bir anda devreye girdi. Tarihimizdeki o utanmaz sirtaki devride bu arada başladı. Bazı yazarlar, gazeteciler, şairler, romancılar, bürokratlar ve hatta dışişleri bakanları “Suyun öteki yakası” diyen Atina’da buzo eşliğinde sirtaki oynamaya başladılar. Ama onlardan bize gelip, Ankara’nın meşhur misketini oynayan vallahi olmadı. Gören varsa söylesin, ben görmedim. Tabi bizler ve de sizler söylenmeye, tenkit etmeye, tavır koymaya başladık. Meğer biz ne ayıp şeyler yapıyormuşuz. Ne ayıpmış milliyetçilik. Rezaletmiş efendim rezalet! Bu devirde milliyetçilik mi kalmış? Bir de kafatasçı demediler mi? Hem de bana.. Bana Atatürk ile Venizelos örneği veriyorsunuz da a benim canlarım; sorarım size Atamız Atina’ya gidip hiç sirtaki oynadı mı? Ya da hangi dava arkadaşını “Canım 200 bin nüfuslu bir yere hâkimsin, uğraşamam seninle, uğraşırsam İngiltere Kralı beni ziyarete gelmez, Türkiye de muasır medeniyet sahibi olamaz” deyip sattı? Lozan’dan sonra bile Musul, Kerkük, Hatay, Kıbrıs aklında ve gündeminde oldu. Musul ve Kerkük’ü halletmek üzere iken bugünkü PKK’ cıların dedeleri o zaman hem Atamızı hem bizleri sattı. Arkalarında da bugün rumların arkasında olan İngiltere ve ABD vardı. Rahmetli Atatürk Hatay’ı halletti ama “Kıbrıs’tan gözünüzü ayırmayın” diye de vasiyet etti.
Güney Kıbrıs’ta bugün neredeyse rumdan fazla PKK’lı var. Her gün Türkiye aleyhine nümayiş yapan bu teröristlere pasaport, yiyecek, giyecek ve mekân vererek sahip çıkan Rumları benim hükümetim acaba neden görmüyor? Batı Trakya Türklerine Lozan’dan doğan hiçbir hakkı kullandırmadığı gibi, Atina’da naylon müftüleri Gül’ü akredite ederken, dışişleri bakanımız Papanderu’ya nota eşliğinde “Beraber yürüyoruz biz bu yollarda” mı diyordu?
Bugün Kıbrıs’a sahip çıkan Rauf Denktaş’a dünden daha fazla sahip çıkmamız gerek. Yanına AB’yi de alan rumlar için en büyük tehlike 1. ve 2. İnönü’de, Sakarya’da, Afyon’da yenildikleri Atatürk. Eğer Denktaş’ı bir kere yenerlerse, kendilerince Atatürk’ü yenmiş sayacaklar. Zaten o nokta da, onlara göre kırılma noktası olacak, Güya, Türklerin önünde bir engel olarak gördükleri Atatürk’ü aşacaklar. Zavallılar öyle zannediyorlar. Ama ne de olsa gafil işte bilmiyorlar ki; her Türk, suyun öte yanında karpuz kabuğundan madalyon verdiği birkaç zanaatkâr taifesi değildir.
Veyahut da için için Mustafa Kemal’e öfkelenen, O’nu kendileri için tehlike olarak gören, başpiskopos Bartholomeos’un dostu olmayı meziyet sayan politikacılarla da, Türk milletini aynı kefeye koymasınlar. Öyle ya; o bir avuç politikacı tehlike, engel, öfkelenmelerine neden sıralamasında Mustafa Kemal’den sonra ikinci sıraya da Denktaş’ı koydular.
Ama;
Şunu unutmasınlar ki; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin lideri Denktaş’ı verirsek, masada Atatürk’ü de vermiş olacağız. “Elini versen kolunu alamazsın” atasözü bize aittir. İçinde bulunduğumuz ahval ve şeraiti, politikacıların gaflet ve dalâletini de düşünürsek, bizim için bu bir vatan felâketi olur.
İşgâl dediğin ne ki; günümüzde 12 saatte tamamlanan basit bir operasyon olduysa eğer, o zaman Mustafa Kemal’e için için öfkelenen politikacıların eşlerinin, kızlarının türbanına, anacığımın eşarbına, benim tayyörümün degajesine bir süngü değer...
O süngüyü biz 81 yıl önce tanımıştık.
Louzidu’ya ödeme yapmak için milletin parasına el koymaya benzemediğini, politika ile siyasetin çok farklı olduğunu, politikayı sizler gibi herkesin yapabildiğini ama siyaset için erdem gerektiğini o süngünün acısında bir saniyede öğrenir insan.
Ama ki; artık ne çare?
|