Oysa devlet mekanizması cumhurbaşkanından en alttaki memuruna kadar tahsilli tahsilsiz, dürüst gayri dürüst, liyakatli liyakatsiz insanlardan oluşan somut bir mekanizmadır. Dolayısıyla devletler insanlar tarafından idare edildikleri için bir çok hata yapan mekanizmalardır. Daha doğrusu devletler hiç hata yapmasalardı, düzensizlikler, puroblemler, karışıklıklar, sıkıntılar husule gelmez, her devlet ebediyen mevcut ve müreffeh olurdu. Demek ki devletler de hata yapıyor. O halde devletlerin kutsal olup olmadıklarının, başka bir deyişle hatasız olup olmadıklarının sorgulanması anının geldiği aşikârdır. Eğer isnat edilen kutsallığı sorgularsak, devlet hatalarını görür, kendine çeki düzen verir, puroblemleri halletmesi daha kolay olur.
Şunu en başta belirtelim: Türk sağında var olan devletin kutsallığını, başka bir deyişle fetişizmini sorgulamamız, tamamiyle iyi niyetledir. Felsefi anlamda devlete karşı olan nihilizm, anarşizm, Leninizm ideolojileriyle hiç bir alakamız olmadığı gibi, devletin manevi şahsiyetini ve gücünü zayıflatmak maksadını da gütmüyoruz. Devleti eleştirmenin, devletin yanlışlarını düzeltmeye yarayacağına inanıyoruz. Zira devletin kutsal görülmesi veya devlet fetişizmi sebebiyle Türk sağında herkes devletin yaptığını doğru görmektedir. Halbuki öyle değildir. Mesela Türk ordusu habire pohpohlanıp durulur. Şayet 20-30-40-50 sene evvel Türk ordusunun hiç bir teknolojik gücü olmadığı söylense, vurgulansa, üçüncü bin yılın başında Türk ordusu tank tamir edemeyecek seviyede değil, tank yapacak seviyede olurdu.
Türklerde felsefenin, yani düşünme ve düşünce disiplininin kuvvetli olmaması, karşılaştığımız bozuklukların birincil sebebidir. Zira düşünme ve düşünce olmayınca sebep-sonuç ilişkisi çözülememekte, genellikle meselelere sonuçtan bakılmakta, bu da meselelere yanlış teşhis konulmasına ve haliyle yanlış tedavi uygulamasına sebebiyet vermektedir.
Tarih boyunca kutsal devlet anlayışı
Tarih boyunca devlet kuran ve idare eden hükümdarların, padişahların, kıralların, imparatorların tebaalarından farklı ve üstün olduğu istisnasız kabul görmüş bir olgudur. Zira eğer böyle olmasa, yani idare edenler üstün olmasa, tebaası üzerinde nasıl hakimiyet kurabilir? Hakimiyet kurması için tebaadan farklı olması, üstün olması, olağan üstü özellikler taşıması, daha doğrudan bir ifadeyle kutsal olması gerekir. Tarihe baktığımızda bütün devletlerde bu düşüncenin tezahürleri açık seçik görülür.
Mesela Eski Türklerde hükümdar kutlu idi ve kutunu kaybettiğinde hükümdarlık hakkını da kaybederdi. Bilge Kağan kitabelerde kendisinden Tengri teg tengride bolmuş Türk Bilge Kağan (Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağan) olarak bahseder. Gök Türk, anlam itibariyle kutsal Türk demektir. Uygurlarda da durum aynıydı. Kağanlarına ıduk kut, yani ilahi ruh diyorlardı. Uygur kağanlarının unvanları ay tengride kut bulmuş (ay göğünde kutlu olmuş) veya kün tengride kut bulmuş (güneş göğünde kutlu olmuş) şeklinde başlıyordu. Tuna Bulgar Türklerinde de aynı ilahilik ve fevkaladelik görülür. Bulgaristanın Madara yöresinde bulunan Grekçe kaya kabartmasında han için “Tanrı tarafından gönderilen Tanrıya benzer Melemir Han” ifadesi yer alır.
Çin imparatoru göğün oğlu sanını taşıyor, kendisini bu sanla yüceltiyordu. Eski Romalılar imparatorları senato kararıyla ilahlaştırıyorlardı. Doğu Roma imparatorları kendilerini Tanrının seçkin kulları olarak gösteriyorlardı. Rus çarları ilahi bir kuvvete sahip olduklarını ve Allah tarafından Rusyayı idareyle görevlendirildiklerini söylüyorlardı. Hatta Deli Petro daha da ileri giderek kendisine itaat edilmesini Tanrının istediğini bildiriyordu. 1. Dünya savaşındaki Alman imparatoru 2. Wilhelm, Tanrının ruhunun kendisinde olduğunu, Hitler ise Tanrının kendisine bir misyon yüklediğini iddia etmişti.
Osmanlılarda ve İslam devletlerinde padişah mutlak hakimdi ve yer yüzünde Zıllullah, yani Allahın gölgesiydi. Tebaası ise kuldu. Hatta Osmanlılarda yoksa da Azerbaycan Türklerinde Şahkulu, Alikulu, İmamkulu gibi özel isimler mevcuttu (Yani insanın kulu da olunabiliyordu).
Görüldüğü üzere devletin kutsallığı meselesi yalnız Türklerde değil, bütün toplumlarda vardır. Çünkü devleti idare edenler diğer insanlar üzerinde hakimiyetlerini kolaylaştırmak, sürdürmek ve isyan edilmesini önlemek için kırallara, hakanlara, hükümdarlara kutsallık izafe etmişlerdir. Hükümran olan kutsal olunca başında bulunduğu devlet aygıtı da kutsal olmakta ve tebaa için itaat edilmesi gereken bir otorite olarak ortaya çıkmaktadır. Buna misyonlar, hedefler, dinî gerekçelerle destek sağlanmakta, neticede devletin veya devletlerin kutsallığı olgusu kurumlaşmakta, yapısallaşmaktadır.
Kısaca bütün devletlerde idareci ve hükümran olanlar kendilerini tebaadan ayırmışlar ve kendilerine üstünlük, başka bir deyişle kutsallık izafe etmişlerdir.
20. asırda dinin insan toplumlarındaki öneminin azalması ve daha değişik bir devlet şeklinin, demokrasinin ortaya çıkması, devlet anlayışında ve kavrayışında önemli değişikliklere yol açmıştır. Devletler büyük ölçüde kutsallıklarını kaybetmişler, millete ve ferde daha çok önem vermişler, vatandaşlarını idarede kuvvete daha az veya gerektiğinde baş vurur olmuşlardır.
Devletler neye göre kutsal kabul edilir?
Kutsallık temelini dinlerden alır, daha açıkçası kutsallık dine göredir. Dinin haricinde olan hiç bir şey kutsal değildir. Bugünkü devletler laik olduklarına göre haliyle kutsal olamazlar.
Türkler İslamiyetle şereflendikten sonra hem eski Türk ananesinin, hem de sünni ideolojinin tesiriyle devlete karşı çıkmayı doğru bulmamışlardır (Teoride böyle olmakla beraber, Türk devletlerinde baş kaldırı hiç bir zaman eksik olmamıştır). Sünni ideoloji otoritesizlik yüzünden İslamiyette kutsal sayılan mal, can, ırzı korumak amacıyla devlet zalim olsa bile devlete karşı gelmeyi uygun bulmaz. Çünkü anarşi dönemlerinde hiç bir şey güvende değildir. Dolayısıyla alimler ve halk ululemre uymayı bir vazife telakki eder. Şii ideoloji ise ehl-i beytin halifelik ve hükümdarlık hakkının gasbedildiğine inandığı için kendi idelojisinin iktidarda olmadığı bütün rejimleri gayri meşru sayar ve bu tür devletlere baş kaldırmayı dinî bir gereklilik olarak görür. Bu durum İranda şii İslam devriminin neden husule geldiğini açıklar. Bu sebeple şii topluluklar her zaman aktif olmuşlardır.
Osmanlının kutsal devleti
Devletin kutsallığı fikri Osmanlılarda da vardı. Lakin bu kutsallık Osmanlı devrinde bilinçsizdi, ancak Osmanlının son yıllarından ve cumhuriyetten sonra bilinçli hale gelmiştir.
Türk milliyetçiliğinin gelişmeye başladığı Osmanlının son zamanlarında bir çok yazar ve düşünür, devlete ve padişaha karşı gelmeme olgusunu eserlerinde işlemişlerdir. Mesela Ömer Seyfettin Ferman hikâyesinde bunu pek güzel anlatmıştır (Hikâyenin özeti şöyledir):
Ferman hikâyesinin kahramanı Tosun beye annesi iki şeye, padişaha ve devlete karşı gelmemesini öğütler. Devlet hizmetine giren Tosun bey verilen vazifeleri başarıyla yerine getirir. Başarılarından ötürü “vücudunun bir gün devlet için zararlı olabileceği” düşünülerek idama mahkum edilir. İdam emri kendisine verilerek ifası için Niş paşasına gönderilir. Başarılarına vakıf olan paşa emri yerine getirmek istemeyince Tosun bey kılıcını çeker, devletin emrini uygulaması için paşayı tehdit eder ve kendi idamını sağlar.
Türk milliyetçiliği ve genel olarak Türk sağı, Osmanlıdan ve Türk milliyetçiliğinin ilk mensuplarından devletin kutsallığını, devletin her şeyi bildiğini, ona karşı gelmemek gerektiğini aynen tevarüs etmiştir (Devletten demokratik bir hakkı istemek, ona karşı gelmek olarak telakki edilmiştir).
Fetişizm
Devletin kendisini, devlete ait bir unsuru veya mekanizmayı, kurumu, partiyi, ideolojiyi, hatta şahsı kutsal kabul edip onu eleştirmemek, her yapılanı doğru kabul etmek, onu kutsamak, hatta neredeyse ona tapınmak fetişizm olarak kabul edilebilir.
Fetişizm çeşitleri: 1. Devlet fetişizmi?
Ülkücü gençler geçmişte bütün işkencelere rağmen “devlet benim devletimdir, her şeyi yapar, ne yaptıysa doğrudur” mantığını işletmiş ve onu kutsal kabul etmekte devam etmişlerdir.
Hatta sağ kesimde sendikal hareketler ve mesleki derneklerin hak araması bile devlete karşı gelmekle özdeşleştirilmiş, sağ sendikalar devletten bir şey istemeyi devleti yıkmakla (!) eş anlamlı gördükleri için kanuni haklarını bile kullanmaktan imtina etmişlerdir. Tabii bu politika onlara çok şey kaybettirmiş ve geçim sıkıntısı içindeki işçi ve memurları sol sendikalara itmiştir.
Kimileri daha da ileri giderek “Çeçenler Ruslara niye baş kaldırıyorlar, Ruslar bin yıllık devlettir” gibi acayip ve garaip fikirler bile öne sürmüşlerdir.
İşte bu sebeplerden ötürü ülkücü gençlik Türk toplumunda demokratik kültürü en zayıf olan kesimlerden biri olmuştur.
Devlet bir mekanizmadır. Devleti idare edenlerle büyür veya zayıflar. Hele günümüzdeki demokrasilerde devleti idare edenler özel, olağan üstü insanlar değillerdir. Eskiden kırallık, padişahlık, imparatorluk devirlerinde öyleydi. O zaman kişiler kendi çabalarıyla devlet kurar, devleti kendi malı saydıkları için onu oğulları arasında paylaştırırlardı. Osmanlılardan önceki Türk devletleri hep böyleydi ve yıkılışlarının esas sebeplerinden biri de buydu.
Bugün ise aynı şeyi düşünmek için akla uygun bir sebep gösterilemez. Dışarıda devleti onlardan iyi idare edecek binlerce, belki milyonlarca tahsilli, bilgili, kültürlü, dürüst insan vardır. Türk devletini idare edenler ne akıllı, ne becerikli, ne de cesurdur. Yalnızca iyi ayak oyuncusudur. Devlet makamlarına gelmelerinin esas sebebi de iyi ayak oyuncusu olmalarından dolayıdır. Bu sebepten devlete özel bir önem atfetmeye gerek yoktur.
Halihazırdaki Türk devletini Mankurtlar (batıcılar) idare etmektedir ve Türk devleti 1952’de Natoya girdikten sonra bağımsızlığını kendi eliyle ABD ve Avrupaya teslim etmiştir. Bunun sebebi Türklerin şarklı ruhlarında yatmaktadır. Gerçekte Türklere zorla bir şey yaptırılmaz, ama iyilikle her şey yaptırılabilir.
Devlet her şeyi bilir mi?
Devletin her şeyi bilmesi eskiden, mesela Osmanlı zamanında mümkündü ve doğruydu. Çünkü o zaman bilgili, kültürlü insan azdı. Dolayısıyla devleti idare edenler hem bilgi, hem tecrübe bakımından tebaadan üstünlerdi. Ancak günümüzde böyle bir şey düşünülemez. Artık devlet her şeyi bilemez. Fertler bazı hususlarda devleti arkada bırakmışlardır. Mesela Türk devleti 1950’lerde 1960’ları, 1970’leri, 2000’leri görememiştir. Devlet, 10-15 yıl önce Azerbaycanı bir çok ülkücüden daha iyi bilmiyordu. Bugün de bildiği şüphelidir.
Bugün dünyanın şeffaflaştığı, küreselleştiği bir çağda, kitle iletim araçlarının devlet organlarından önce haber verip aldığı bir çağda fert ve toplum her zaman devletten ileridedir. Bugün dış işleri bakanlıkları ajansların gerisine düşmüş vaziyettedir.
Halkımızın büyük bir kısmında görülen devletin her şeyi bildiği, ne yapıyorsa doğru yaptığı, yanlış bile olsa bunun öyle icap ettiği, yapılanların veya yapılmayanların arkasında mutlaka bilinmedik bir şeyin bulunduğu ve bizim onu bilemeyeceğimiz düşüncesi de doğru değildir. Eğer böyle olsaydı mesela Kıbrıs meselesi çoktan halledilmiş olurdu. Demek ki bir şey yapılmıyorsa bilindiğinden değil, bilinmediğindendir.
Devletin her şeyi mutlak surette bildiği düşüncesi Türkiye dışındaki Osmanlı topraklarında da devam etmiş (Bulgaristan, Yunanistan, Suriye, Irak), oradaki Türk toplumları “Türkiye en iyisini bilir” düşüncesiyle cumhuriyetten sonra herhangi bir mücadeleye girişmemişlerdir (Batı Trakyadaki benzer girişim Osmanlılarca boğulmuştur). 1989’dan sonra Bulgaristan ve 2003 eylülünden sonra Kerkükteki hareket nihayet “Ankaranın bir şey bilmediğini anlamış” ve kendi inisiyatifleriyle yollarına devam kararı almışlardır.
2. Ordu fetişizmi
Türk insanında fetişizm yalnız devlete yönelik değildir. Ordu fetişizmi de mevcuttur.
Türk milleti gerçekten asker bir millettir. Tarihinde kurduğu devletler, yetiştirdiği büyük komutanlar ve devlet adamlarıyla ne kadar övünse yeridir. Bu bakımdan ordusunu peygamber ocağı olarak görmüş ve onu her zaman sevmiş, saymış, kutsallaştırmıştır. Türk milleti evladını askere neşeyle, düğün bayramla gönderir, eğer evladı askerde şehit olursa ağlamaz, aksine sevinir, övünç duyar.
Türk insanının bu vasfı bugün de devam etmektedir. Yalnız ordunun da milletine, onun manevi değerlerine biraz daha saygılı ve müsamahalı olması lazımdır. Böyle olduğu takdirde orduya olan sevgi ve saygı devam eder.
Ancak bugünkü duruma baktığımızda 2203 senelik Türk ordusunun hiç bir silahını doğru dürüst yapamadığını, tank bile tamir edemediğini, bu sebepten katrilyonluk tank ihalesini 55 senelik İsrail devletine verdiğini, sadık müttefik olarak her verilen görevi bazen piyon olarak kullanılma pahasına da olsa yerine getirdiğini görüyoruz. Halbuki onu fetiş haline getirmeseydik, iyi niyetle tenkit etseydik, bu söylediklerimiz şu anda muhtemelen mevcut olmazdı. Katrilyonlarımız da ülkede kalır, emeklimizi günde bir simit alan duruma düşürmezdik. Umarız bundan sonra öyle olur.
3. Parti ve lider fetişizmi
Lider fetişizmi tarihte, yakın tarihte ve günümüzde bir çok toplumlarda görülen bir olgudur. İnsanlar Erich Fromm (1900-1980)’un deyişiyle rahat etmek için kendi özgürlüklerini bir lidere veya ideolojiye feda ederler. Hulasa hürriyetten kaçarlar. Böylece sorumluluktan kurtulurlar. Hitler, Stalin, Mao, Kim İl Sung ve Saddam lider fetişizminin en somut ve çarpıcı örnekleridir. Bilindiği gibi Stalin dönemine Sovyet siyaset edebiyatında şahsiyete perestiş (şahsa tapınma) devri denmektedir.
Türkiyede lider fetişizmi bizzat devlet tarafından her türlü vasıta ile (eğitim, basın, radyo-tv vs.) halka empoze edilmeye çalışılmıştır.
19 mayıs 2003 günü bir düğün vesilesiyle bulunduğumuz Trabzon’da cep telefonumuz çaldı. MHP genel merkezinden eski bir bürokrat arıyor ve Kıbrıs kitabımız hakkında bilgi istiyordu. Gerekli bilgiyi verdikten sonra sözü “MHP’nin Kıbrıs hakkında yeteri ölçüde faaliyet yapmadığına” getirdik. Muhatabımız açtı ağzını, yumdu gözünü. Baktık ki, karşımızdaki insanın mukaddesine dokunmuşuz; bir şey demedik. Vatandaş da monoloğuna devam etti.
3 kasım 2002 seçimleri sonrasında MHP genel merkezi de halkı tebaa görme yanlışına düşmüş, hiç bir tenkidi kabul etmemiştir.
Sonuç
Devletin kutsal olduğu fikri hemen her devlette mevcut olmuş, Türkiyede Osmanlıdan miras olarak alınmış, Cumhuriyet devrinin milliyetçi-sağcı Türk siyasi tarihçi ve yazarlarınca idealleştirilmiştir.
Sağ görüşlü, milliyetçi, mukaddesatçı aydınlar düşünme ve düşünce disiplinine vakıf olmadıklarından ötürü camialarını aydınlatamamışlardır. Devlet, ordu, parti, lider fetişizmi ile kendilerini okuyanları, dinleyenleri aldatmış, kandırmışlardır. Hatta Kemal Tahirin Devlet Ana romanının adını devletin babalığını gölgeliyor diye tenkit etmişlerdir (Solcular bu romanı faşist olarak nitelendirmişlerdir).. Kimileri Alman Nazizminin dayandığı Hegelin devleti ve kuvveti yücelten felsefesini devlet fetişizmine temel olarak almış, o kadar ki işi neredeyse fena fid-dövle, yani devlette yok olmaya kadar vardırmışlardır.
Bir daha belirtelim ki ortaya koyduğumuz görüşlerle devlete karşı olduğumuz sanılmasın. Dünya durdukça devletler varlıklarını sürdüreceklerdir. Çünkü insanlar hiç bir zaman kendi başlarına bırakılamazlar. Eğer bırakılırsalar, toplumda tabiat kanunları geçerli olur ki bu da en hafif deyimle felaket hatta kıyamet demektir. Böyle bir vaziyette ne mal, ne can, ne de ırzı korumak mümkündür. İslam alimleri sırf bu yüzden düzeni sağladıkları can mal ve ırza tecavüzü önledikleri için zalim devlete itaati dahi gerekli görmüşlerdir. Devlete karşı değiliz, ona saygılıyız, kanunlara uyarız. Devlet bizim devletimizdir. Halkımız devlete olan saygısını ve sevgisini Allah devlete millete zeval vermesin duasıyla gayet güzel özetlemiştir. Ancak onu kutsallaştırmaya, fetiş haline getirmeye, ona tapınmaya da gerek yoktur. Yani Ömer Seyfettinin Ferman hikâyesindeki gibi devleti körü körüne kutsamanın bir anlamı yoktur. Sırf bu yüzden devlet hatalarını göremiyor ve Türk insanı zeki olmasına rağmen inisiyatif kullanamadığı, devlet de her hangi bir teşvikte ve yöneltmede bulunmadığı için sosyal ve müsbet bilimlerde bir varlık gösteremiyor.
Üstelik devleti kutsallaştırma demokratizmi ve belli çerçevede fikir hürriyetini de öldürüyor.
|