Çok çeşitli en boy ve kılıktadırlar.
Ellerine bir kalem geçirenleri şimdilerde, ya; a) bulundukları gazetenin patronunun beyin faaliyetleri ile koordineli bir şekilde, yahut b) küreselleşmeci kılığındaki yeni efendileri olan sömürgecilerin ağzının içine bakarak, edindikleri “köşe”lerde “icrayı faaliyet”te bulunmaktadırlar.
Aslında askerin; bir yerlerde yazan-konuşan biz “emekli subayları”; gereksiz alınganlık gösterip kurum içi bir takım tek taraflı ve haksız tasarruflarla engellemesi değil, altın madalya ile ödüllendirmesi gerekir.
Biz asker adına konuşmuyoruz. Olaylara askerce yorum getiriyoruz.
Bakkal-çakkal-ilişmiş-ilişmemiş herkes her fırsattan istifade askerî yahut askerle ilgili yorum yaparken; askere saldırırken; asker ise aldığı terbiye icabı üniforması ile saldıranların seviyesine inmeme titizliği gösterdiği için bağrına taş basıp çoğu zaman saldırıları cevapsız bırakmaya mecbur kalırken biz üniformasını çıkarmış askerlere gerekli “ihtimam” gösterilmelidir.
Bize iyi bakmalıdır asker, bulunduğu konum itibariyle seviyesine inip yüz-göz olmadığı Karen Fogg-Bush çocukları ile onun adına, “durumdan vazife çıkarıp” muhatap olduğumuz için.
Allah Rahmet Eylesin, Tank Okulu’ndaki ilk Tümen Komutanımız genç teğmenlere ilk öğüdünde, “askerlik hayatınız boyunca üzerinize çamur sıçratmamaya dikkat edin” demişti.
Öyle değil mi? Yerde çamur görürseniz, üzerine basarsanız sıçrar, etrafından dolanıp geçin.
Üniformamızı hep temiz tuttuk. Ama askerin eskisi olamayacağı, olsa olsa emekli olacağı için can çıkar huy çıkmaz örneği, üniformayı hep koruduk ve kolladık.
Şimdi de köşemizde kalemimizle üniformanın üzerine sıçrama fırsatı gözleyen çamurları engellemeye çalışıyoruz.
Üniforma sahiplerinin sıçrayan çamurla muhatap olmasına, sıçrayan çamuru temizlemek için bile olsa eğilmesine gönlümüz râzı olmadığı için elde kalem yirmidört saat nöbet tutuyoruz.
Adamın biri; “Irak’a gidilecekse buna ağırlıklı olarak asker karar vermeli” diyor ama hemen ekliyor; “Ve Irak’a profesyonel askerler gitmeli”..
Emriniz olur..
Örneğin 30.000 kişilik bir güçten bahsediliyordu Irak için. Astsubayların hepsini manga neferi, teğmenlerin hepsini manga komutan yardımcısı, üsteğmenleri manga komutanı, yüzbaşıları takım komutanı, binbaşıları bölük komutanı, yarbayları tabur karargah subayı, albayları tabur komutanı, tuğgeneralleri alay karargah subayları, tümgeneralleri alay komutanı yapalım..
Hazret profesyonel asker istiyordu ya..
Hepsini Irak’a gönderelim. Türkiye’deki birliklerde doğacak personel açığını da imam-hatip mezunları ile dolduracağımız Harbokulları’nda hızlandırılımış kursa tâbi tutup iki ayda mezun ederek orduya kazandıracağımız sarıklı-cübbeli yeni tip subaylarla dolduralım..
İstenilen bu değil mi?
Adamın bir diğeri; “Biz gerçekten arkasında ABD’nin yer aldığı bir Kürt isyanını bastırmaktan âciz bir ülke miyiz? Öyleyse biz bu orduyu niçin besliyoruz? 30 Ağustos’larda tören yürüyüşü yapsın, subaylar lojmanlarda otursun, orduevlerinde ucuz fiyata yemek yesin diye mi?” diye sorup, popülizmin en cıvığını yapıyor.
Sanki Türkiye’de seçimle meydana gelmiş parlamentoda askerler oturuyor, bakanlar kurulu askerlerden müteşekkil, Amerika’nın desteğindeki Kürtlerle savaşa girilip girilmeyeceğine asker karar veriyor.
Siyasi iktidar askere “Amerika ile savaş” dedi de “Olmaz biz sadece ucuz yemek yeyip, lojmanlarda oturmaya, bir de tören geçişi yapmaya meraklıyız” mı dendi?
Bir diğeri, (hem de paşa torunu); “Türk Silahlı Kuvvetleri'nde kimin nasıl konuşması gerektiği konusunda Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'ün çektiği kırmızı çizgiler isabetli oldu. MGK Genel Sekreterliği'deki görev değişim töreninden sonra gazetecilerle sohbet ederken şu noktalara işaret ediyordu: (1) Türk Silahlı Kuvvetleri'nin görüşlerini Genelkurmay Başkanı açıklar. Genelkurmay İkinci Başkanı'yla Genel Sekreteri de bu konuda yetkilidir.(2) Kuvvet komutanları ancak kendi kuvvetleri ile ilgili açıklama yaparlar. (3) Eski Birinci Ordu Komutanı Orgeneral Doğan'ın Irak'la ilgili açıklamaları kendi ferdi görüşleridir; keşke emekli olduktan sonra konuşsaydı. Bu kadar açık. Orgeneral Hilmi Özkök'ün çektiği bu kırmızı çizgiler herhangi bir yorumu gerektirmiyor. Ama not etmekte yarar var: Orgeneral Tuncer Kılınç'ın MGK Genel Sekreterliği görevini devrederken yaptığı konuşmanın bu kırmızı çizgileri hiçe saydığı bir gerçektir. Paşa, TBMM'de iktidar ve muhalefet milletvekillerinin oylarıyla kabul edilmiş olan AB ile 7. Uyum Paketi'ni yerden yere vurmuştur. Karşısında Cumhurbaşkanı oturuyor. Paketi onaylayan o. Karşısında Başbakan oturuyor. Paketi oluşturan o. Karşısında Genelkurmay Başkanı oturuyor. Paketi kapalı kapılar arkasında eleştiren, ancak nihai kararı demokrasinin gereği olarak siyasal otoriteye, yani hükümete bırakan da o... Ama Orgeneral Kılınç, yalnız Cumhurbaşkanı'yla Başbakanı değil, Genelkurmay Başkanı'nı da "konuya sahip çıkmadığı" gerekçesiyle biraz üstü örtülü biçimde eleştiriyordu. Nasıl oluyor bu?Bu gücü nereden alıyor? Televizyonda önceki gün Orgeneral Kılınç'ın konuşmasını izlerken, Dışişleri Bakanlığı'nda görev yapan değerli büyükelçi arkadaşlarımı anımsadım. Ankara'da müsteşar olarak, müsteşar yardımcıları olarak, Washington ve New York'ta, Londra, Paris, Roma ve Madrid'de, Tel Aviv'de, Brüksel'de, diğer önemli başkentlerde Türkiye Cumhuriyeti'nin temsilcileri olarak çalışan dostları düşündüm. Hepsi hemen her gün, Irak olsun, ABD ile, AB ile ilişkiler olsun Türkiye'yi yakından ilgilendiren konuları yazışıp tartışırlar. Bazen kendi bakanlıklarıyla, bazen Genelkurmay'la, bazen hükümetleriyle görüş ayrılığına düşerler; kızdıkları, düş kırıklığına uğradıkları olur. Bunların birçok örneği tazedir. Görüş ayrılığına düşen bazen Washington gibi en önemli merkezde görev yapan büyükelçi, ya da Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı gibi Türk devlet bürokrasisinin en tepesindeki değerli diplomatımız olabilir. Ama yüreklerine taş basıp susarlar. Hiçbiri kalkıp basına açıklama yapmaz. Son kararın siyasal otoriteye ait olduğunun bilinci içindedirler. Bu onlar için aynı zamanda bir meslek terbiyesidir. Ayrıca yasalar da gelenekler de böyle der. Peki, Kılınç Paşa ayrıcalıklı mı? Doğan Paşa ayrıcalıklı mı? Hurşit Tolon Paşa ayrıcalıklı mı? Son söz: Türk Silahlı Kuvvetleri yeniçeri ocağı değildir ve olamaz. O günler Osmanlı'da kaldı, Atatürk tarafından tarihin çöp tenekesine atıldı” diye döktürüyor!
Paşa torunu, Özkök’ün; “Bu söylediklerim, Doğan Paşa ile aynı fikirde olmadığım veya onun düşündüklerinin yanlış olduğu şeklinde yorumlanmamalıdır” dediğini es geçiyor.
Paşa torunu “TSK yeniçeri ocağı değildir” deyip konuya güya damardan giriyor, fakat dışişleri mensupları örneğini doğru olarak yakaladığı halde olaya şaşı baktığı için teşhisi de şaşkın şaşkın koyuyor.
Konunun can damarı zaten, büyükelçilerin “Ankara'da müsteşar olarak, müsteşar yardımcıları olarak, Washington ve New York'ta, Londra, Paris, Roma ve Madrid'de, Tel Aviv'de, Brüksel'de, diğer önemli başkentlerde” çalışıyor olmaları.
Siz hiçbir dışişleri mensubunun Anadolu’nun ücra bir köyünde-kasabasında görev yaptığını duydunuz mu?
Halbuki asker en iyi yetiştirdiği personelini üç kere üçer yıllık sürelerle buralarda bulundurmuyor mu?
Malatya, Erzurum, Ağrı, Diyarbakır, Hakkâri, Van, Kars çok general görmüştür de, acaba hiç elçi görmüş müdür?
Dışişleri, politize olmuştur. Özlük hakları, yâni tayin ve terfiler tamamen siyasi iktidarın elindedir. Her görüşteki iktidarın meşrebine göre çözüm üretme uzmanıdır dışişleri personeli. “İstenmeyen bir görüş” oluşturulduğunda sorumluları derhal o ışıltılı batı başkentlerinden “merkeze” alınırlar. Maaşları da dolardan, Türk lirasına dönüverir.
Şimdi anladınız mı hariciyenin neden “bağrına taş” (!) bastığını?
Ve şimdi anladınız mı, siyasilerin ve omurgalı-omurgasız bütün “ilişmişler”in askerin terfi ve tayinlerini hiç siyasileri bulaştırmadan yapan YAŞ’ın tasarruflarına neden “taktığını”?
Koskoca Türkiye Cumhuriyeti; Irak’a asker göndermeye temel teşkil edecek Irak politikasını oluşturmak için nabız yoklamak-görüşmelerde bulunmak üzere “iktidar partisinden iki milletvekilini” Irak’a yolluyor.
Dışişleri ve MİT görevlilerinden oluşan bir heyet de yolluyor ama heyet nedense “netâmeli” Türkmenlerle görüşmüyor. Siyasi iktidarın, Amerikalıları gücendirmemek için yeni oluşturduğu “Irak halkını bir bütün olarak görüyoruz” prensibine uygun hareket ediyor.
Koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti; Ankara’ya çağırdığı Irak’lı “şeyhler, dervişler, mensuplar ve müritlerle” görüşüyor, onları ağırlıyor.
“Şeyhler ve dervişlerle” ilgili Atatürk ilkeleri, dışişleri köşküne çağırılan şeyh ve dervişlerin yabancı pasaportlu olmasıyla sulandırılmaya çalışılıyor.
Ne farkı vardır Akepe’nin bu kabile reisleri ve tarikat ehlini muhatap kabul etmesiyle, Özal’ın Barzani-Talabani’ye pasaport vermesinin ve Erbakan’ın köşkte sarıklı-sakallı-cübbeli yemekler vermesinin.
En ufak bir farkı yoktur, çünkü “aynı yolun yolcusudurlar”, çünkü Erbakan çölde bir bedevi çadırında Türkiye aleyhine yağdırılan hakaretleri dinlerken maiyetinde bulunup ağzını bile açmadan, tepkisiz gözlerini tavana diken zâtı muhterem şimdi dışişleri bakanlığı koltuğunda oturmaktadır.
Ertesi gün; su akarken küpünü doldurarak konuya “fransız kalmak” istemeyen bir “mozaik bacanak” ile yukarıda sözünü ettiğimiz paşa torunu; Orgeneral Özkök’e övgüler yağdırıyorlar.
Özkök demiş ki;
“TSK personelinin çok daha olgunlaşmış bir fikri yapıda olmalıdır. TSK personeline kuvvetli bir entelektüel temel kazandırmak zorundayız. Aksi halde…değişimin farkına bile varmadan yerinde sayanlardan kendimizi kurtarmamız mümkün olmayacak. Çünkü soğuk savaşın yerini bugün küreselleşme almıştır”.
Aslan bacanak ile paşa torunu; Orgeneral Özkök’ün “soğuk savaş gözlüklerini atıp küreselleşmeye uymamız gerektiği” şeklindeki sözlerini “uyum paketlerine uyum” olarak algılamaya teşneler.
Uyum paketleri Sevr, küreselleşme ise modern çağın sömürge siyasetidir.
Mozaik bacanak ve paşa torunu ile aynı holdingin bir başka gazetesindeki “Türkiye’nin kültürel zenginliği”ni oluşturanlardan olan yönetmen işte bunun için MGK’nın çalışma şekline, görev talimatına takmıştır iki gündür.
Çünkü MGK ve asker, Sevr ve küreselleşmenin önündeki en büyük iki direnek noktasıdır.
Özkök Paşa’nın küreselleşme ile ilgili düşüncelerini neden; “Dünya değişmiştir, soğuk savaş alışkanlıklarından sıyrılıp şimdi küreselleşme tehlikesine karşı teçhiz edilmeliyiz” şeklinde okumuyorsunuz?
“Kültürel zenginliğe sahip yönetmen”; “MGK’nın belgeleri açıklansın” buyuruyor.
Baş üstüne.
Önce ve “başlangıç olarak” sizin holdingin muhasebesi, siyasi ilişkileri, ekonomik veri transferlerini neden açıklamıyorsunuz?
“Ara sıcaklar”a sonra bakarız.
İlişmiş medyanın ilişkileri gizli kalacak ama devletin gizli belgeleri açıklanacak.
Bunun adı küreselleşme değil, yuvarlaklaşmadır.
“Bu taraftaki cepheden” Arcayürek’i ise bir kenara atmamak lâzım, bu aralar kendini aşıyor.
“Kılınç Paşa konuşmasında ‘ulusal konularda tek yumruk olabilmenin önemine rağmen ülkü birliğinde zorluk çeken bir toplumuz’ diye özetlediği gerçekçi yargıyı daha sonra altı çizilecek şu cümlelerle açıyor: ’80 yıllık laik TC, Atatürk milliyetçiliği anlayışında tek devlet-tek ulus-tek dil-tek bayrak ülküsünü daha da güçlendirerek devam ettirmesi gerekirken halen hilafet ve şeriat arayışında olanlarımız var. Dil birliğimiz bozmaya çalışan, tarikatlaşma ve cemaatleşme yoluyla inanç birliğini zedeleyen tutumlara nasıl tek yumruk olacağız?’ “
Arcayürek “altın vuruş”u kapanış cümlesiyle yapıyor:
“Geçmişi buram buram hilafet, şeriat arayışı kokan bir başbakan ve çevresindeki kadroya karşı; laik cumhuriyeti korumaya ve kollamaya ant içen (veya ant içtiğini söyleyen) sivil-asker liderler, buyurun yanıtlayın bu soruyu:
Ne zaman tek yumruk olacağız, olabilecek miyiz?”
“Sivil liderlik”ten uzun zamandır umudunu kesmiş biri olarak ben “askeri liderliğin” bu hayatî soruya vereceği cevabı gerçekten çok merak ediyorum.
Verilecek cevap ya bizi başka çözüm yolları aramaya sevk edecektir, yahut a) Safari düşkünü “gurma” köşe yazarının, b) paşa torununun, c) aslan bacanak’ın, ve d)Türkiye’nin kültürel zenginliğini temsil eden yönetmenin ipliğini pazara çıkaracaktır.
Cevap mümkünse yarınki 30 Ağustos kutlama mesajı ile gelebilir mi acaba?
Acelemiz var da!
|