Gezi

 

Banu Erkmen  

Denizli


Tarihin unutulmamak, doğanın dokunulmamak için yaşandığı bölgelerden acı haberler geliyor. Hiç bitmeyen orman yangınları, ard arda gelen depremlerle gözüm haber bültenlerinde, yüreğimse çarpıntılarda. İnsan eli ile gelen yangın felaketlerini asla anlayamıyorum, Hiç aklımdan çıkmayan yerleşim alanları, ören yerleri, yaylaları, tarihi eserleri, travertenleri, suları, gölleri, şelaleleri ile Denizli şu günlerde beşik gibi sallanıyor. Denizli’ye gidince uğramadan edemediğimiz dokumaların en zarifinin el tezgâhlarında dokunduğu, Buldan sallanıyor.

M.Ö. 4000 li yıllarda Kalkolitik dönemle yaşamın başladığı Denizli adı eski Türkçe’deki karşılığı olan Tensiz(Deniz) kelimesinden gelir. Selçukluların Ladik dediği kentimize Timurlenk’in zafernamesini yazan Zemdi, Tenguzluk ve Tonguzluk diye iki isimden bahsetmektedir. Tenguzluk ve Tonguzlu zaman içinde halk arasında değişme uğrayarak Denizli olmuştur. M.Ö. 261-245 yılları arasında Suriye Kıralı II. Antiyokustheos tarafında kurulan şehrin adı Türklerin eline geçene kadar Laodıcıa olup, Türkler şehri fethettikten sonra bölgede suyun bol olduğu Kaleiçi Mahallesine yerleşmişler ve şehrin adı Tenguzluk veya Tonguzluk olarak değişmiştir.
Deprem bölgesinde olması nedeniyle birkaç defa yıkılıp yenide yapılan şehir imarı gibi fethedilenlerince de birkaç defa el değiştirmeden uzun yıllar sahibinde kalmadı desek yeridir. 1077 yılında Türk’lerin eline geçene kadar Denizli ve havalisi Hitit, Lidya, Pers, Suriye ve Roma ve Bizans İmparatorluklarının eline geçti.
1207 de Anadolu Beyliklerinin eline geçen Denizli 1429 da Osmanlı egemenliğine girene kadar bu sefer Anadolu Beylikleri arasında git geller yaşadı. Türklerin Anadolu’ya hakim olması nedeniyle başlayan Haçlı seferlerinde Haçlı ordularının yolu üzerinde bulunan şehir yağma ve talanları, savaşları da yaşadı. 500 yıla yakın huzur içinde Osmanlı egemenliğinde yaşayan Denizli, I. Dünya Savaşı sonunda ne Sevr’i tanıdı ne de Mondros mütarekesini. İzmir’in işgaline isyan ederek başlayan hareket zamanla Kuvvayi- Milliye Cephesi’ninin kurulmasını sağladı. 15 Mayıs 1919 da İzmir Yunanlılar tarafından işgal edilince Müftü Ahmet Hulusi Efendi Denizli Reddi İlhak Cemiyetini kurdu. Daha önce kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti 12 Temmuz 1919 da fesh edilerek Heyet-i Milliye kuruldu . Yine başında Müftü Ahmet Hulusi Efendi ile mutasarrıf Faik Bey vardı. Denizli’de eli silah tutan her erkeği orduya katılmaya çağırdılar. Halk koşarak bu çağrıya uydu. 4 Eylül 1919 da Sivas Kongresine temsilci göndererek bilfiil Kurtuluş Savaşına katıldıklarını açıkladılar. 4 Eylül 1922 de düşmanı Buldan ve yöresinden düşmanı kovana kadar kendilerine katılan efelerle kahramanca savaştılar.
Buldan, Pamukkale üzerinden Denizli yolculuğumuz da ilk durak Buldan oluyor. Kadın her yerde kadın. İster Japonya’dan ister Kore’den olsun hiç fark etmiyor. Nerden duydularsa ısrarla yerinden Buldan bezi dokumaları almak, tezgahlardaki kadınları fotoğraflamak istiyorlar. Buldan’ı sakın küçük bir ilçe merkezi sanmayın. Fabrikaları, ev dokumacılığı, tarım ve hayvancılığı ile başlı başına küçük bir kent. Denizli’de arayıp ta bulamadığımız eski evler bile mevcut. Avlularda hatta sokak üzerlerinde kurulu dokuma tezgahlarının ritmik sesleri birbirine karışıyor. Güler yüzlü, misafirperver kadınlarımız onca işinin arasında bizlere bir şey içip içmeyeceğimizi soruyor. Onca işinin arasında kıyamıyorum çeviri “ beğendiğiniz bir şey var mı?”diye geri dönüyor. Türkler buralara yerleşmeye başlayınca hem eşkıyalar hemde Bizanslılar rahat vermezler. O zamanlar tamamen ormanlarla kaplı olan Buldan’a yerleşmeye başlarlar. Ağaçtan yaptıkları evlerini damlarını da yeşil dallarla kaplarlar. Bölgedeki eski yerleşimcilerle ticaret hayatına başlayan yeni Buldan halkı aynı zamanda onlardan boyama tekniklerini ve dokumayı öğrenirler. Boynuz kulağı geçer denir ya; zamanla bölgenin en güzel dokumalarını yapmaya başlarlar. Gezi çıkışında ormanlık bir alanda dere kenarında bir çay bahçesinde kuş sesleri ile dinleniyoruz. Tıpkı bir gizli bahçedeyiz sanki. Bu gizli bahçeler, köyler yörede öylesine çok ki, insan nerede konaklayıp dinleneceğini şaşırıyor. Artık yolculuk Pamukkale’ye. Bir gece konaklama ve gezi ağırlığımız bu bölgede. Geçen sayılardan birinde Pamukkale hakkında yazmış, bölge hakkında bilgiler vermiştim. Aynı şeyleri uzun uzun yazıp başınızı ağrıtmak istemem.Kısaca; Hierapolis adı ile anılan antik kent Holy City (Kutsal Kent)olarak adlandırılmasının nedeni, içinde birçok tapınak ve dinsel varlığı barındırmasından ileri gelir. Eski bir Roma hamamının restore edilerek müze haline getirilmesi sonucu hizmete giren Hierapolis Müzesi , bölgede bulunan ören yerleri kazılarından çıkan kabartma, rölyef, tanrı ve tanrıça heykelleri, sütün başlıkları, kitabeler bakımından çok zengindir. Kaplıcaları ve travertenleri ile dünyada bir eşi dahi olmayan Pamukkale yaz sezonu nedeniyle çok kalabalık. Travertenleri gezerken hikâyesini anlatmadan olmaz diyorum. Bir zamanlar çok ama çok çirkin bir kız varmış. Bu kızı hiç isteyeni olmadığı gibi erkek çocuğu olan anneler yolda gördüğü zaman başını çevirirmiş. Çirkinliği umurunda olmayan ama aşağılanmaya dayanamayan kız bir gün kendini yüksek bir tepeden sığ suya atmış. Sular üzerinden aktıkça çirkinliği kaybolmuş, dünya güzeli bir kız olmuş. O sırada oradan geçen Denizli beyi kızı görmüş, çok beğenmiş, kızı atının terkisine atıp konağına götürmüş. Yaralarını tedavi etmiş. Bu arada birbirlerini çok sevmişler, evlenmişler ve bir ömür boyu mutlu yaşamışlar. Şimdi de güzelleşmek isteyen yerli yabancı hanımlar da travertenleri ve kaplıcaları doldurmuşlar. Bizler ağırlıklı olarak Apollon Tapınağı, Arkeoloji Müzesi, Kiliseleri ve Nekropolü, Hamamı, Tiyatrosu, surları ve kapıları ile Hierapolis kentini geziyoruz.
Denizli gezimize sabah Kaleiçi Çarşısı ile başlıyoruz. Bizans devrinden kalma bir metre kalınlığında 800 metre uzunluğunda surlarla çevrili çarşı, şimdiki kent merkezinin biraz dışında kalıyor. Selçukluların geldiği dönemden beri ev sahipliği yapan çarşımızda 7 çeşme, 2 şadırvan, 6 apteshane, 2 camii, su depoları bulunmaktadır. Çarşının su ihtiyacı Selçuklular tarafından yapılan Kurşunlu Camii altında bulunan kaynaktan sağlanmaktadır. 5 kapılı çarşının kapıları; Bayram Yeri Kapısı, Küçükkapı, Demirciler Kapısı, Gökboyacılar Kapısı, Dörtçeşme kapısı ve Yenikapıdır. Denizli dokuması tabir ettiğimiz dokumaların en güzelini bu çarşıda kolaylıkla bulabiliriz. Yumuşacık pamuklu kumaşı ellerimizle yoklarken, zihnimiz Topkapı sarayına kayar, günlük saltanat işlerinden kurtulup yorgun argın sarayın hareminde dinlenen sultanın sırtındaki nakışlı gömlek de, uykuya dalan hanımların giydiği gecelikler de Denizli dokumasıdır. Zamanında tezgâhların çoğu saraya çalışırdı. Sonra uzak ama çok uzak ülkelerden gemiler dolusu kumaşlar gelmeye başladı, daha sonra modalar değişti. Bir süre Denizli dokuması unutuldu. Ama ne olduysa son 10 yılda oldu, tezgâhlar eskisi gibi iş yetiştiremez oldular. Sadece Denizli dokuması değil di Denizlinin adını dünyaya duyuran, tekstil üretimi dört bir koldan çalışmaya başlamış, şehre refah ve bereketi de beraberinde getirmişti. Anadolu’da bir kenti gezerken zenginliğinin ölçüsünü kuyumcu ve halıcı dükkanlarının azlığından ve çokluğundan anlarım. Bu benim görüşüm; ama gerek Kaleiçi çarşısında gerekse şehrin caddelerinde kuyumcu ve halıcı çokluğu kendini gösteriyor. Halı tezgâhları da Denizli boş durmuyor. Kök boyalar kullanılarak özellikle kırsal alanda dokunan halılar göz dolduruyor. Selçuklu motifleri halılarda halen kullanılıyor. Serinhisar ilçesinin kırmızı toprağından yapılan testiler az da olsa çarşıda bulunuyor. Ama Yatağan Kasabasına özgü bıçaklar, çakılar, turistik yatağan palaları öyle çok ve müşterisi bol ki. Bakırcılar Kaleiçi’nde yüzyıllardır ev ve lokanta malzemelerini üretiyorlar. Grup alışveriş yaparken sohbet ediyoruz. “Çelik tencere çıktı, eskisi gibi tadı yok” diyor, ama “Buna da şükür” demeyi ihmal etmiyor. Sanki yıkanmış gibi tertemiz bir gökyüzünün altında sessiz ve sakın başladığımız çarşı gezisi aniden bastıran kalabalık ile bitiyor. Sanki binlerce insan biranda çarşı içine bırakılmış. Toparlanıp otobüslerimize dönüyoruz. Bu arada saat 12 olmuş, meğer biz dört saate yakındır çarşıdaymışız. Öğlen yemeğinden sonra, Atatürk ve Etnografya Müzesini ziyaret ediyoruz. İki katlı müzede Atatürk Denizli’ye geldiği zaman kullandığı yatak odası eşyaları ile çalışma odası sergilenmekte olup, odalardan bir tanesi Denizli evi olarak teşhir edilmektedir.
Gölleri, ormanları, akarsuları, şelaleleri, yaylaları ile Denizli şuracıkta tam yanı başımızda. Elimizi uzatıp sanki tutacak kadar bizlere yakın. Okyanusya’dan kalkıp gelenler yüzyıllar öncesinden bu güne bir metre kare kalmış kilisenin ziyaretini yapıyor. Gerek ilçeleri, gerekse köyleri tarihi camiler ve türbeleri ile o kadar zengin ki Denizli, sadece bizlerin gelmesini bekliyor. İster ormanlarda gezin,yahut yaylalara çıkın, veya bir göl kıyısında güneşin doğuşunu seyredin, ister inanç turizmi deyin ata yadigârı cami ve türbeleri ziyaret edin, yahut kaplıcalarının şifalı sularından faydalanın veya bir şelalenin serin sularını sizlere sıçratmasına izin verin; ama gidin.

.


www.ufukotesi.com - 09 / 2003  

ufuk@ufukotesi.com

Ufuk Ötesi Gazetesi'nde yayınlanan yazı, haber ve fotoğraflar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir.